- 906 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
"YAZMAK MEYDAN OKUMAKTIR!"
Bu benim için uzun bir yolculuk, Iğdır’da başlayıp, İstanbul’da devam eden, sonra Iğdır’a tekrar uğrayıp Karabük’e düşen bir yolculuk. Zorlu yolları aşıp, insana, cana, canana dokunup geldiğim usul bir liman belki de son durağım. Her an değişen, her anı değiştiren, yol alırken aslında yolun “ben” olduğumu anlatan bir yolculuk.
Elveda ey hayat, elveda dünya;
Elveda bahçesinden geçtiklerim.
Elveda kahvesini içtiklerim
Elveda yarım bıraktığım rüya.
Elveda uzak dağlar arkasında
Ey benim şarkımı söyleyen çocuk.
Elveda bir ömür süren yolculuk
Elveda ey kuş ki dallar arasında.
Rüştü Onur bu şiirinde bizlere veda ederek ölüme yalın ayak gitmiştir. Onun şiir anlayışı ve şiire verdiği önemi şiirle az buçuk ilgilenen herkes bilir. Rüştü Onur hastalıkla mücadele ettiği dönemde bile bir an olsun yazmaktan vazgeçmemiştir. O yaşamının son noktası olan ciğerlerinden gelen kanla boğulup ölene dek kalemini elinden düşürmeyen, ölümsüz bir edebiyat gönüllüsü olmuştur.
Sizlere, yazan insanların nasıl çileler çektiklerini, karşılaştıkları zorlukları, yaşadıkları yerlerde nasıl yaşamlar sürdüklerini, yaşadıkları köyleri, kasabaları, şehirleri eserlerine nasıl işlediklerini anlatmak ve yazdıkları halde karşılığını alamamanın acılı yönü hakkında düşüncelerimi de paylaşmak istiyorum.
İlk olarak roman, hayatımızın neresinde diye düşünmek gerekli. Hayatımızdan bir parçanın bir romanda karşımıza çıkması kadar bizi etkileyebilecek başka ne olabilir ki? Okurken o anları tekrar yaşamayan var mıdır acaba?
Etrafımıza baktığımızda “Bir roman okudum hayatım değişti.” diyen insanların sayısının azımsanmayacak kadar çok olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kitaplar ışıktır, kararan fikirleri aydınlatmak kalemiyle beraber yazarın aslında en asli görevidir. Bir romanın dili, dini, ırkı yoktur. İnsanlar hangi toplumdan, hangi kültürden, hangi inanıştan olursa olsun okuduktan sonra romanlar hakkında aynı şeyleri düşünebilmektedir. Bir yazar bütün dünyayı gezemez ama eseri bütün dünyayı, bütün düşleri fethedebilir.
Roman yazmak aslında bir paylaşımdır. Sevgi’nin temeli de paylaşım değil midir? Kısaca sizlere roman yazmaya nasıl başladığımı, nasıl bir aşamadan geçtiğimi anlatmak istiyorum. Ama öncelikle köy ve kasabaları eserlerine yansıtan edebiyatçılarımıza bir göz atalım.
Yazarlar konularını daha çok toprağa bağlı insanların hayatlarından konu alan eserler yazmışlardır. Anadolu köy ve kasabalarına yönelmişlerdir. Mahmut Makal’ın 1950’de köy notlarını içeren “Bizim Köy” adlı kitabının yayımlanmasıyla, Fakir Baykurt ve Talip Apaydın gibi yazarların eserleriyle köye ve köy hayatına ilgi daha da artmıştır. 1960’lardan itibaren Fakir Baykurt, Kemal Bilbaşar, Yaşar Kemal gibi yazarlar köy – kasaba konularını işlemeyi sürdürürken Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Samim Kocagöz, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin gibi yazarlar bir süre sonra kent insanının ve büyük kentin sorunlarını da ele alan konulara yönelmişlerdir.
Sizlere ilk yazılı eserlerimin mektuplar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Platonik bir aşkın ışığında, karşılıksız mektuplar sonrasında başlayan acılı bir aşk hikâyesinin tasviriyle roman hayatım başlamış oldu. Her yazar yaşadığı yeri eserlerine ister istemez yansıtır. Ben de ilkyazım hayatıma Iğdır’da başladığım için ilk eserimin mekânı bundan dolayı Iğdır’da geçmektedir. Bu süreci takip eden sonraki yıllarda Karabük’te kaleme aldığım “Bir kadın kaç mezar?” adlı polisiye romanımın bir mekânı da Karabük’tür Yani yazar nerede yaşarsa eserlerin konusu da çoğu zaman orada geçer.
İnsanlar hep şunu düşünürler: Yazarlar aslında romanlarında neyi anlatırlar? Yazdıkları her şey kurgudan mı ibarettir? Yoksa gerçek yaşamlarından da kesitler var mıdır? Hangimiz aşk mektubu yazmadı ki içimizde? Gerçi günümüzde aşk mektuplarının kokusunu içimize çekmek neredeyse imkânsız hale geldi. Teknoloji yüzünden kokusuz, neredeyse ruhsuz mesajlaşmalar mektupların bir cellat gibi ipini çekti.
Her insanın hayatı aslında romandır!.. Yazar istese de istemese de mutlaka romanına kendinden bir şeyler katar. İlk romanım olan Aşk ve Acı’yı yazmaya başladığımda o zamanlar henüz ortaokuldaydım. Roman yazdığımı duyan herkes yanıma gelip “Benim hayatımı da yazar mısın?” diye soruyordu. Ben de onları kırmamak için çoğu kişinin hayat hikâyesini dinledim, o günlerde daha iyi anladım ki her insanın hayatının kocaman bir roman olduğunu…
Kitap yazmak kitap yayınlamaktan daha zordur. Her yazar günlerce, aylarca, yıllarca durmadan, gecesini gündüzüne katarak bir roman yazar. Daha sonra bunu yayınlamak için yayınevi arar fakat hiç kimse buna destek olmaz. Destek olmak isteyen yayınevleri de eserin sahibinden ilk basım için çok yüklü miktarda para talep eder. Yazar emeğinin karşılığını alamadığına mı yoksa yayınevleri tarafından sömürüldüğüne mi yansın?
Günümüzde piyasada olan yayınevlerinin çoğu işi ticarete dökmüştür. Ne yazıldığına değil neler yazılacağına bakmaktadırlar. Yazarlar artık bir nevi sipariş üzerine eserler yazılmaya itilmektedir. Yayınevlerinin dayatmalarını görmezden gelen yazarların eserleri ne yazık ki yayınlanamıyor. Bu da yazarın özgün eserler ortaya çıkarmasını engellemekte, yazarın sınırlarını, hayallerini hapsetmektedir.
Bir yazarın özgün bir eser ortaya çıkarması için öncelikle ekonomik olarak bir kaygısı bulunmaması gerekmektedir. Eğer yazar da yayınevleri gibi işe parasal gözle bakarsa bilinmelidir ki o yazar kalıcı eserler veremez, sonunda bütün kitapları zaman içinde eriyip kaybolur.
Roman yazarlarının yanında bir de şairlerimize dikkat edin. Aslında şair “Damlatılmış yazar’dır. Günümüzün değerli şairlerine de ne yazık ki hiçbir zaman gereken önem verilmemiştir. Ne yazık ki bu yüzden birçoğu unutulmaya yüz tutmuştur. Ne kadar acı bir tablo değil mi? Oysa şairlerimiz bizim düşlerimizin, aşklarımızın sözcüleri olmuşlardır. Bunun yanında şairliği sıradanlaştıran insanlar ve en önemlisi de şiir kitaplarını yayınlamaktan aciz yayınevlerinin bu tavırları hem edebiyat dünyasını hem de şiiri seven insanları küstürmektedir.
Türkiye’de insanların kitap okumak yerine televizyon ve bilgisayar ekranlarına gömüldüğü gerçeğini bilmeyen kimse yoktur. Bundan dolayı değil midir, ileri adım atmak yerine yerinde saymamız. İnsanların uzaya gittiği bir çağda biz hala yerimizde sayıyoruz, Bu durum böyle devam ettikçe maalesef toplum olarak bir ömür köle gibi kalmaya devam edeceğiz.
Kitap yazmak, kitabı ortaya çıkarmak bir bebeğin doğumu gibidir; sancılıdır, zorludur ancak kitabı eline alınca inanılmaz bir mutluluk duyarsın. Sana ait, senden bir parça, düşüncelerinin, fikirlerinin buluştuğu bir deryadır. O an dünyanın en mutlu insanı senden başkası değildir. Belki de içinden dünyanın en iyi yazarı olduğunu düşünürsün. Bunun yanında ilk kitap yazmaya başlayan hevesli gençlerimize dikkat edin, onların içi kıpır kıpırdır. Ne büyük bir hayaldir ki bir yazarın ilk eserini eline alması, o kitap artık yazarın çocuğu gibidir, onunla yatıp onunla düş kurar.
Belki çoğunuz şöyle diyorsunuz: “Parası olan herkes kitap çıkartabilir.” Bu doğrudur, iki kelimeyi bir araya getirmeyi başaran herkes kitap çıkarmaya çoktan başladı zaten. Bu da edebiyatta kalitesiz bir eser yığıntısına sebep olmaktadır.
Şimdilerde piyasada antoloji kitapları başını almış gidiyor. Ben de bu antolojilerden birine katıldım ancak katıldığıma bin pişman oldum. Antoloji çıkarmak için biz yazarlardan para toplayan kişiler, işi tamamen para kazanmak olarak gördüklerinden hiçbir şeye dikkat etmeden antolojiler çıkarmaktadırlar. Bir bakarsınız sizin şiirinizin altında bir başkasının ismi yazılı, bir bakarsınız ki sizinle hiç alakası olmayan bir şiirin altında sizin adınız. Bunun yanında istediğiniz gibi hiçbir şekilde de faydası olmamakta. Yani anlayacağınız para tüccarı bu insanlar yüzünden çoğu edebiyat aşığı gencimiz de çoğu zaman bu durumlardan dolayı yazmaktan uzaklaşabilmektedirler.
Biraz da şair ve yazarların yaşadığı farklı sıkıntılardan sizlere bahsetmek istiyorum. Tarih boyunca yazarları ve şairleri her zaman bizi aydınlatan, bizlere iyiyi, doğruyu göstermeye çalışan insanlar olarak gördük. Peki, bizlere hayal dünyaları ile farklı bir hayat sunan bu edebiyat gönüllüleri hangi sıkıntılardan, zorluklardan geçtiler? Yazarların çoğunun fakirlik, sefalet içinde yaşadığı gerçeği unutulmamalı. Uzaktan herkese çok farklı gelen bu meslekte -ki ülkemizde meslek olarak bile görülmemekte- sanata ve sanatçıya yeteri kadar değer verilmemektedir. Kaldı ki yazan, çizen, üreten bu insanların yazarlık dışında ek iş yapmaları, daha doğrusu mesleklerinin dışında yazarlık gibi kutsal bir mesleği hobi gibi yapmaya çalışmalarıdır. Bu böyle devam ederse ne yazar rahat bir şekilde güzel eserler üretebilir ne de toplum güzel eserler okuma şansını yakalayabilir. Bu neden böyle oluyor? Yazarlar, yazdıklarının karşılığında çok az ücret almaları da yoksulluk çemberini kıramamalarını en büyük sebebi! Bu yüzden yaratıcı yeteneklerinin parıltılarını yutan yoksulluğun kara bulutlarını; bazı edebiyatçılar, hayatları boyunca dağıtamadılar. Şartlar maddi olarak ne kadar kötü ve sınırlayıcı olursa olsun, hayatlarını açıkça tehdit eden bu tehlikeye boyun eğmeyerek eser vermeye devam eden edebiyatçılarımızdan ilk kadın romancımız Fatma Aliye Hanım (1862-1936), ömrünün son yıllarını ekonomik sıkıntı ve hastalıklarla mücadele ederek geçirdi. Bir de Fransız yazarı Honore de Balzac (1799-1850), yazar olmayı ve büyük paralar kazanmayı hayal ediyordu. İlk denemeleri başarısızlıkla sonuçlandı. Girdiği işlerde de tutunamadı. Maddi sıkıntısını aşmak için peş peşe romanlar yazdı. Uzun yıllar dinlenmeden çalışmasına bedeni daha fazla dayanamadı. Yokluk içinde hayata veda etti. Hem de arkasında birçok haciz davası bırakarak… Edebiyatçıların hayatındaki yoksulluk; emeğin karşılığını alamadığı hâlde, hiçbir şekilde kirlenmeden yaşamanın göstergesidir. Çalışarak yoksullaşırlarken sabırlı bir bekleyiş içinde hayata veda ederler. O yoksul hayatlardan geriye zengin bir edebî miras kalır.
Rüştü Onur’un da neredeyse bütün ömrünü hastalıklarla mücadele ederek geçirdiğini, hayata 22 yaşında veda eden bir edebiyat aşığı olduğunu tekrardan sizlere hatırlatmak istiyorum.
Bunun gibi birçok örnek verilerek bu konu daha da derin anlatılabilir ya da tartışılabilir. Benim burada demek istediğim, tarihte kalıcılığı yakalamış edebiyatçıların çoğunun büyük zorluklardan geçerek bugünkü konumlarına geldiği gerçeğidir.
En son olarak yazdıkları yüzünden sürgüne gönderilen, zindana düşen yazarlarımızdan bahsederek konuşmamı bitirmek istiyorum. İnsan kalemi uğruna neleri göze almış, hangi zorluklarla karşılaşmış? Yazmak çok zor iştir, bir anlamda meydan okumaktır hayata, hayatın zorluklarına. Bu meydan okuma bazen okuyucuyadır, bazen düzenedir, bazen de yazarın kendisine... Kimisi düşünceleri, kimisi yazdıkları, kimisi de sergiledikleri tiyatro oyunu yüzünden ülkelerinden sınır dışı edildiler. Dönemlerinin tarafından çoğu kez yargılamaya gerek duyulmadan vatanlarından sürüldüler. Öyle ki bazı tefekkür adamları vatan haini ilan edildi, toplumun onlardan nefret etmeleri sağlandı.
Memleketlerinden çok uzaklarda bu hasret ile kavrulan yazarlarımızın ruh halleri eserlerine de yansımıştır. Ömrünün çoğunu sürgünde veya hapiste geçiren yazarlar, özgürlük özlemleriyle şiirler ve romanlar kaleme aldılar. Sürgüne mahkûm edilen Cevat Şakir Kabaağaçlı, Sabahattin Ali, Namık Kemal, Refik Halit Karay, Nazım Hikmet gibi isimler bunlardan sadece bir kaçı. Ancak Mehmet Akif gibi bazı yazarlarımız da var ki devlet baskısı nedeniyle gönüllü olarak sürgüne gitmeyi tercih etmiştir. Bu edebiyatçılarımızın bazıları sürgün hayatında vefat etmiştir. Cenazelerinin bile Türkiye’ye girişi yasak olduğundan başka ülkelerde defnedilmişlerdir. Ne kadar üzüntü verici bir durum değil mi?
Belki de yazan insanın kaderidir gerçekleri söyleyip dokuz köyden kovulmak. Bundan sonra tek temennim edebiyatçılarımıza sahip çıkmamız ve medyanın pohpohladığı yazarları değil de gerçekten hayatı yaşamış ve bunu kaleme alan yazarların okunmasıdır. Ayrıca yabancı eserlere yönelen insanlarımızın Türk romanında da çok güzel eserlerin olduğunu unutmaması gerekiyor. Günümüzde Nobel almış bir Orhan Pamuk var, Gülten Akın, İskender Pala, Oya Baydar, Ahmet Ümit, Yaşar Kemal gibi saymakla bitiremeyeceğimiz büyük üstatlar da var.
Son sözümü Rüştü Onur gibi “22 yıl yaşayıp, 72 yıl boyunca yazdıklarıyla yaşamaktır sanat.” diyerek tamamlamak istiyorum. Teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.