- 924 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
388 - İŞİTMEK ve GÖRMEK
Onur BİLGE
Duyma, görmeden çok daha önce, ana karnında başlıyor. Cenin, yaklaşık yirmi dördüncü haftadan itibaren duymaya ve sesleri beynine kaydetmeye başlıyor. Her ses ona kadar ulaşamasa da kendisine yakın olan organların seslerini alabiliyor. Annesinin kalp atışlarını ve sesini rahatça duyabiliyor. Tok seslerden çok ince sesleri rahatça algılayabiliyor.
Gözler kapansa da kulaklar kapanmaz. Durup dinlenmesi yoktur. Gece gündüz duymaya ve işittiklerini beyne depolamaya devam eder. Kulak, ölüm anında bile görevini en geç terk eden organdır.
İşiten, gören ve sezen bir varlık olarak yaratılan insan, yeryüzüne başıboş bırakılmadı. Omzuna ağır bir görev yüklendi. Kendisine bir takım sorumluluklar verildi.
Her bir insanın nasıl davranacağı, neler yapacağı, Yaratan tarafından gayet iyi biliniyordu ama yaratmadan, yaşatmadan değerlendirmek istemedi. İnsanlara ayna tuttu. Kendilerini kendilerine gösterdi. Organlarını da fiillerine tanık etti.
Yokken var hale, bilmezken bilir hale gelecek, çeşitli şekillerde denenecek, sınanacak, sonunda hesaba çekilecekti. Kaçar yolu yoktu!
Önce nefsini görecek, kendisini tanıyacak, sonra her şeyi görecek, duyacak, sezecek, bu şekilde eksiğini tamamlayarak olgun bir insan haline gelmeye çalışacaktı.
En mükemmel insan da arayış içindeydi. Halkın arasında kendisini yapayalnız hissediyordu. Yaratılışına ve yaratılışa bakıyor, düşünüyor düşünüyordu. O, çölde serap görenlerden çok farklıydı. Beyninin içinde fırtınalar kopuyordu!
Zamanla içine kapandı. Dışarıda arayıp bulamadıklarını içinde aramaya başladı. Kendisiyle baş başa kalmak, ruhunun derinliklerine inerek gerçeği bulmak istiyordu. Gözleri, mağaranın gündüz loş ışığında gölgelenen, gece karardıkça kararan çeperlerine takılıyordu. Mekke kırış kıyametti! Gökyüzü sessiz ve durgun… Sesin ve görüntünün tükendiği yerdeydi. Kaybolmak istiyordu. Kaybolmak, kayboluşla yol bulmak…
Beyninin içinde yaşıyordu. Beyninde… Kafatası da bir mağaraydı. O kapkaranlık yerden seyrediyordu tüm ihtişamıyla kâinatı. Işıl ışıl, rengârenk… Sonra dışına çıkıyor, kendisini seyrediyordu. Ruhunu aydınlatacak bir ışık arıyordu. Bir ışık, yolunu aydınlatacak… Bir rehber, önüne düşecek…
Kalbinin içinde yaşıyordu. Gönlünde… Kalbi de bir mağaraydı. O gizemli yerden bakıyordu kendine, yaratılanlara, yaratılışa… Yaratanı arıyordu gece gündüz, yemeden içmeden, durup dinlenmeden…
İşittiklerini, gördüklerini düşünüyor, gerçeği sezmeye çalışıyordu. Beynindeki çalkantının durması, ruhundaki sıkıntının dinmesi, gözündeki perdelerin inmesi için dua ediyor, yalvar yakar yardım diliyordu. Arzulanana ulaşmak için önce can-ı gönülden istemek gerektiğini biliyordu. Umutla istiyor istiyor ve sabırla bekliyor bekliyordu.
İnsanı insan yapan sadece akıl değildi, bir o kadar da tindi. Tin, aklın yanında gönlü de içeriyordu. Akıl sadrazam, gönül padişahtı. Gönlün kökleri duygudaydı. Yalnız kalp, aşk ve şevkten ibaret değildi. Oldukça zengindi. Dolu doluydu.
Gönlünü keşfetmeye çalıştı. Gönül, akıldan önce geliyordu. Gönül edepti, edepse erdemdi. O, gönül insanıydı. Edepli ve erdemliydi.
Öylesine umutlu bir isteyiş ve öylesine sabırlı bir bekleyişti ki nihayet muradına erdi. Kalp mağarasının duvarları ışıklanmaya, renklenmeye başladı. Yıkıldı beyninin tüm duvarları, ruhuında art arda ufuklar açılmaya başladı.
Aradığı, yazılı değildi. Okumayı yazmayı da bilmiyordu. Görmeye, duymaya çalıştığı madde değildi. Uzakta da değildi. Gönül gözlerinin bebeğindeydi. Fakat görebilmek için inzivaya çekilmek, çile çekmek, nefis mücadesi yapmak gerekiyordu. Sancılar içindeydi. Hiçbir doğum sancısız olmazdı. Ondan bir peygamber doğacaktı. Büyük bir davayı kucaklayıp sırtlayacaktı.
Gaflet içinde değildi. Çok farklıydı. Farklılığını dünyaya fark ettirecekti. Bunca ıstırabı göğüsledikten sonra felaha ermeyi hak edecekti. Arzuladığı boyuttaki manevi zenginliğe kavuşacaktı.
Haddinden fazla iyi ve yüce gönüllüydü. Yüksek ruhluydu. Yeterli deneyim zenginliğine sahipti. Arı duru, saf ve temizdi. İçten, açık ve cesurdu. En yüksek ahlaki değerlere ve özgür bir ruha sahipti. Bedenen dünyaya bağlı olsa da ruhen göklerdeydi. Çevresindeki değerler güçsüzdü. Toplum onu daraltıyor, bunaltıyordu. Özgürlüğünde, kendi gücünü arıyordu.
Nasıl bir bebek annesini işitiyor, gönlü onu biliyor ve seviyordu. Çok daha sonra görüyor, tanıyor, varlığıyla seviniyordu. O da Rabbinin var ve bir olduğunu işitmiş, gönlünde hissetmişti. Görmemişti ama biliyordu ve çok seviyordu. Yaratılanları görüyor, Yaratan’ı düşünüyor, görmüşçesine sevinç duyuyordu.
Lacivert bir çöl gecesinde, birden bire aydınlandı her yer! Derken bir görüntü belirdi aniden ve bir ses yükseldi, kaynağı göklerden:
“İkra!..”
Onu gördü ve işitti. Şaşırmıştı. Heyecanlıydı:
“La edri…” derken.
La edri… Bilmiyorum… Neyi bilmiyordu? Okumayı mı? Emri gönderen de biliyordu ümmi olduğunu, ileten de… O emrin ve bilinen cevabın tekrarına ne gerek vardı? Hem, ortada okunacak bir şey yoktu. Ne bir kitap, ne bir kâğıt, ne de satır yazı… Sadece duvarlar vardı. Bomboş duvarlar… Bir insan ve bir melek… Yazı nerdeydi? Okunacak olan neydi? Bu emir ve cevap ne anlama geliyordu?
Okunması gereken bir şey olmalıydı, orada. Okuması gereken bir insandı. Ondan başka bir de melek vardı. Onu okuyacak değildi ya… Bu ona ne sağlardı! O zaman okunacak tek şey kalıyordu. İnsan… İnsan, kendisini okuyacaktı.
Kendisini okuması emredilmişti ama o henüz nasıl yaratıldığını bile bilmiyordu. Neden yaratıldığını, nasıl olması gerektiğini de bilmiyordu. Oysa bilmesi gerekiyordu, hakir bir sudan yaratıldığını. Bir nutfeden… Nasıl evrildiğini çevrildiğini, halden hale nasıl geçirildiğini… Kendisine gören gözlerin ve işiten kulakların ne için bahşedildiğini… Görerek, duyarak algıladıklarından ve sezgilerinden gerçeğe nasıl ereceğini… Her şeyden önce aczini bilecekti. İhtiyaç sahibi olduğunu…
“La edri…” dedi. “Bilmiyorum…”
Biliyor olsaydı, bulmuş olacaktı. Halbuki uzun süredir aramaktaydı. Aslında nefsini aramaktaydı. Kendisini… Nerden geldiğini, nereye gitmekte olduğunu, vardığı yerde başına nelerin geleceğini… Nefsini bilen, Rabbini bilirdi.
Kendince bir şeyleri kavramış olsa da: “Bilmiyorum.” demeliydi. Bilene öğretilecek bir şey kalmazdı. O ise öğrenmek istiyordu. Öğrenmesi gerekiyordu, öğretebilmesi için. Bir çığır açacaktı!
Emir üç kez tekrarlandı. Cevap üç kez yinelendi. Melek, öyle bir sardı ve sıktı ki onu! Toprağın tohumu sıktığı gibi… Kemiklerini çatırdatırcasına! Filizin tohumu çatırdattığı gibi… Bir şeyin bir yerden fırlaması için gereken sıkma, fışkırması için gereken sıkıştırma gibi bir daralmaydı hissettiği… Belki bedeninde değil, ruhunda… Büyük bir patlama! Ani bir bilinç açılması… Big bang gibi bir olay ruhta, beyinde…
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 388
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.