- 620 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
2
İnsan ölüme maalesef alışamıyor. Bunun için çok direniyor, kimi zaman yıpranma payımızın çoğunu ölüm anlarında kullanıyoruz. Ölüm eğlendirici olsaydı, örneğin davul zurnayla uğurlansaydı kişiler, o zaman da adaletsizlik oluyor. Ölüm elbette acı, kimine göre daha acı. Kimileri için hüzünlü ölüm, bazı ölümler adına daha da acı. Acıyı yarıştıracak yer burası değil. Orası da değil. Orası var mıydı bilemiyorum ve git gide eğlendirici olamadan tükeniyor zaman. Bu sıkıntı, iç sıkıntısı diyebiliriz ama tam da o anda dış sıkıntılar çevreliyor. Azimle yapması gereken bir şey uğrunda yorulan A., ‘götümle ben bu işe başımı koydum’ diyor. Yüreği daha uygun düşebilirdi.
Havva’nın parmaklarına bakıp duruyorum. Mutfağa bize çay almaya gitti. Sigara ikram ediyor. İçemem. Muziplik olsun diye saçmalıyorum:’ Bir erkek kesinlikle bir bayanın sigarasını içmez!’ Hâlbuki içtiği sigaradan tiksiniyorum. Var olabilirken ne de uzamışlar ve dişleri sigaradan sararırken, yüzünde yer yer kararmalar belirgin halde; ‘bu hayat bana çok’ dercesine. ‘Söyle derdini, derman bulmasan da olur’ diyorum. Gülüyor. Başka ne yapabilir ki gülmekten başka? Konuşurken nazik, resim yaparken dudaklarını yalıyor. İmrenmiyor değilim tuval sipariş edişine. ‘İstanbul’ derken gözleri parlamıyor ama parmaklarını kütletiyor. Hayır, öyle yapmamalısın! O parmaklar lazım sana. Dünyaya lazım o parmaklar. Doğurmalısın sen. Ruhunla tekrardan bir hayat vermelisin boyalara. Üst üste yakıyorum sigarayı. ‘Çok içiyorsun’ diyor. ‘Bunu bana söyleyen tek kişi sen değilsin’, söylemek istemiyorum. Gövdesi ıhlamur ağacına benziyor. Her gün ayrı bir renk: Kırmızı, pembe, yeşil, mavi, daha kırmızı, daha yeşil ve daha mavi! ‘Ölürken güzel olmalı kadınlar’ diyor. Oysa daha yaşamalısın, nereye gidiyorsun? Hayır, uzun bir süre durmayacak hissini veren ince baldırları, kolları, uzun ve feri tükenmeye yakın parmakları. Yaptığı makyajın da manası var. Göz kenarlarına doğru yürüyorum. Sahi, gözlerinin rengi neydi Havva? Yürürken dehşetli bir güven duygusu, bu derslerden ben asla geçemedim. Bir gömlek bazen, üzerinde süveter; bazen afili bir fular ya da ağır takınınca siyah ve kırmızı yoğunlukta bir atkı, imitasyon deri ceket ya da rengi tükenmiş siyah bir palto. Gri mantosunun diz kapağına erişen yerde birdenbire karşılaşmanın verdiği çizgiler uçuşuyor. Altıgenin toplam iç açısını merak etmiyor değiliz. Bir kenarının dış açısını merak ediyoruz. Herhalde dışarıda bir yer eşkenar üçgen de mevcut ve bazıları geometrinin hayatta işe yaramadığından bahsediyorlar. Onları da anlıyorum ama büyük bir yanlışlık da yapabilirim. Yedi yüz yirminin kimseye faydası yok ama Havva önce yedi, sonra yüz ve sonra yirmi. Artı birkaç rakam daha eklenebilir. 7, 100 ve 20 mantıklı rakamlar. 7 ile 100’ü çarpıp, 20’ye bölünce yaşına yaklaşıyoruz. Bir ıhlamur ağacının neresinde altıgen bulunursa, Havva’nın da oralarında altıgenler mevcut. Suçluyum ama kirletiyorum, kirli, ıslak ayakkabılarımın arasına ayakkabılarını alıyorum. Bu oyunu oynarken, ortamın bohem olması yeterli! Onun bir derdi var, söylemiyor, diğerlerinin bile var, anlatabilirler, içtiğimiz çayın, sigaranın bile derdi var, boşalabilir bir acı ama kendime yakıştıramıyorum. İskandinav yeminleri kadar soğuk ve asil baldırlarımdan buharlaşan su.
Belirsizliği sevmiyorum, kimse de sevmez, düşler kabul etmez öyle şeyleri, ayrıca yazmak mutluluk değil. Göz kenarları siyah, daha siyah, siyahın bile ah edebileceği yer onun gözlerinin çevresi. Fersiz, hayal gücü eksik parmaklarının eksik bir yanı tutunmak için yaşamaya. Başka bir yerdeyim ve elime rahatça alabildiğim, elini avucumda tuttuğum varlığın şikâyet etmediği bir durumdayım. Ona açıkça güzelsin diyemezken, farkında olmadan ellerini sevdiğimi anlıyorum. Avuçlarımda hareketsizce duran beyaz şeyin bu kadar güzel olması gerekmiyordu! Yumuşacık ve asla bir krem bu yumuşaklığı sağlayamaz. O da biliyor ellerini çok sevdiğimi ve ellerini sevdiğim için o da ellerini çok seviyor ve belki de geceleri uyumadan önce iri dudaklarıyla öpüyor onları defalarca. Küçük ellerin diyorum, Havva gibi resim yapamaz belki ama ben güzel diyorsam güzeldir. Bu sıkıcı kabalığın ardında, elini daha çok seviyor. Var olmanın amacıymış gibi elleri dairesel bir hareke çiziyor boşlukta. Bileklerinden aşağı sarkıyor. Çok edepsizce ve gölgesi titreyip, sıçarken hava boşluğuna, pırıltılı bir aşk nefretin diğer atına uzanıyor. Saçları oranıyla suç içine batıyor. Gece meşhur bir karanlığın sarhoş gezintileriyle mevcut ve Havva incinmiş. İlk defa geçmişten bahsederken, insan daha dikkat etmeli. Ellerini unutmayalım.
‘E, anlatacaktın, sonra anlatırım demiştin’ diyor Havva. ‘Pardon, unuttum’ diyorum. ‘Ya, Ayten’i anlatacağım demiştin ya’ diyor. Deli Ayten’den bahsediyor. Deli Ayten diyorum, bu Ümit Yaşar’ın Ayten’i değil ama o Ayten de olabilirdi tabi! Hüzünlü şehirlerin son minibüs seferi gibi hissediyorum. Dudaklarım kuruyor. Parmaklarını görüyorum. Ellerini sevdiğim ufaklığın ellerini seviyorum ama Havva’nın ellerinden ziyade parmaklarından bahsetmeli önce. Bu daha iyi geliyor akıl sağlığına. Salyalarım akabilir, bir hikâye anlatabilirim, o parmaklarıyla silebilir hikayeyi ama Ayten böylesi değil.
Ayten diyorum, Ayten, Deli Ayten
Deliler gibi âşık Hasan’a
Hasan ondan birkaç yaş büyük, Ayten on yedisinde
Ayten’i istiyor babasından
Babası vermiyor Ayten’i Hasan’a, Hasan alkoliğin teki
Ayten tarumar oluyor, gözleri yağmur
Günlerce kapanıyor odasına, içine, hayatı Hasan oluyor
Oksijen dahi alamıyor onu düşünmediğinde
Onu düşünürken de içine bir şeyler batıyor
Hasan gidiyor
Ayten deliriyor aşkından
Doktorlar buluyorlar, Ayten’in derdinin farkına varıyor tabip,
Sevdiğiyle buluşması şart diyor
Haber ediyorlar
Hasan çıkageliyor bir gün
Mucize gerçek oluyor, Ayten’in aklı yerine geliyor
Sonraları Hasan vazgeçemiyor meretten
Her gece, her gece daha çok içiyor
Bir gün ayrılıyor Ayten’inden
Ayten yine aklını oynatıyor, deliriyor bu sefer adamakıllı
Sokakları dolaşıyor,
Bir elinde cümbüş, davul
Diğerinde renk renk çantalar
Hasan’ın aldığı çantalar her biri
Gelecek diyor, o beni bırakmaz diyor, Hasan’ım diyor
Bir gün Hasan’ın öldüğünü söylüyorlar ona
O inanmıyor
Hayır diyor, Hasan’ım ölmez, yaşıyor, gelecek, bana yine çantalar alacak
Diretiyor, inanmıyor ölüme önce Ayten
Hâlbuki farkında her şeyin, deliliği aşkından
Hasan’ı alkol yiyor, Ayten’i aşkı
Ayten değerlisi oluyor şehrin, Bursa’nın
Kapalıçarşı’yı her gün arşınlıyor, bazen bir esnafın önünde durup, cümbüşünü tıngırdatıyor
Ağıt yakıyor, bazen de Hasan’ım diye yalnızca tekrarlayıp duruyor sevdiğinin adını
Kızınca da taş atıyor, kendini koruyor insanlardan
Herkes onu seviyor, içten içe acıyorlar da
Çevresinde çocuklar, diğer deliler
Şehrin değerlisi oluyor Ayten
Bir gün Ayten’i kimse görmüyor
Gün ilerliyor, Ayten’den tık ses yok
Kulübesine gidip baktıklarında
Cümbüşü koynunda, çantalar yanında,
Gözlerinde birkaç damla yaş
O çok sevdiği Hasan’ının yanına gidiyor
Tabi mutlu sonları biz var ediyoruz yine
Hasan’ı affederse Tanrı
Belki de…
Havva duygulanıyor. Ağlamak üzere, belki de ağlıyor ya da ben uyduruyorum. Kaşınıyorum da. Kaşınmak ne kadar da tatlı! İnsan tatlı tatlı kaşınabilmesi bile mucize. Ellerime bakıyorum. Mantarlar çoğalıyor. Merhamet bahşiş olarak biraz tebessüm bırakıyor. Köpeğini okşayan sahibenin bulaşıcı hüznüyle ortak bir sunum hazırlıyor gibi hissediyorum. Anlamanın olmaktan vazgeçtiği yer de, gözlerinin kaşınan yerlerinden öpesim geliyor sıkılmaların. Küçüldükçe büyüyor pencerede görünen.
Kimseyi mutlu edemiyoruz. Kendimizi mutlu kılmaya çalışırken, üzdüklerimiz de cabası. Bu elbette sözcüklerin biriktiği bir torba. Öykü olacağı varsa, olsaydı. Ben ellerimi öpemiyorum. Güneşe sarılıp uyuyasım geliyor. Burnumda gül kokusu, ellerim ıhlamur…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.