- 719 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
387 - ŞAHİTLİK
Onur BİLGE
Hak hukuk konusu açılınca, aklıma küçükken ailecek oynadığımız eşek tokmak gelir. Özellikle uzun kış gecelerinde, soba başında oynanan eğlenceli bir oyundu. Bazen halka şeklinde yere bazen masanın etrafındaki sandalyelere otururduk. Kişi sayısına göre kıvrılarak aynı büyüklükte kesilen kâğıtların üzerlerine; hâkim, davacı, hırsız ve tokmak yazılır, katlanarak karıştırılıp ortaya atılırdı. Herkes bir tane alır, gizlice içinde ne yazılı olduğuna bakardı. Kimse seslenmez, sadece davacı, eşeğinin çalındığını beyan ederken endişe ve heyecan içinde herkesi şüpheyle süzmeye başlardı. Oradakiler ona:
“Et davanı, kimden edeceksen! Eşeğini kim çaldı?” diye sorarlar, zanlıyı tespit ve ifşa etmesini beklerlerdi. O, herkese dikkatle bakar, yüz ifadelerini iyice inceleyip, birinde karar kılar ve şüphelendiği kişiyi işaret ederek:
“İşte bu! Eşeğimi bu çaldı!..” derdi.
Herkes elindeki kâğıdı açıp, içinde yazılı olan ismi gösterdiğinde, zanlı gerçekten, üzerinde hırsız yazılı kâğıdı çekmiş olan kişiyse; tokmak yazılı kâğıdı çekmiş olan eline değneği alır ve hâkim yazılı olanı çekmiş olan kişiye:
“Kaç tokmak vuralım, sayın hâkim?” diye sorardı.
Onun takdirine göre cezalının avucuna, emredildiği kadar ve belirtilen şiddette vururdu. Bir şey denmediyse normal, “Pamuktan…” dendiyse acıtmayacak şekilde, “Ateşten çıkma!..” dendiyse acımasızca!.. Herkes onun ağzına bakar, dudaklarının arasından çıkacak kararı merakla beklerdi. Cezanın gerçekleştirilişi de seyredenler için oldukça komik ve keyifliydi. Diğer taraftan hiç de öyle görünmüyordu. Durum, içler acısıydı!
Davacı olmak, çok sorumluluk istiyordu ve kimse davacı olmak istemiyordu. Herkes hırsız olmaya bile razıydı. Hırsız, bu ilk ve tek tahminle bulunamayabiliyor, kurtulabiliyordu ama davacının kaçacak yeri yoktu! Yakalandığı anda mutlaka birinden davacı olması gerekiyordu. Ya tahmini isabetli oluyor, yakasını kurtarıyor ya da yanılarak iftiradan yargılanıyordu. Diğerlerinden birine iftira etse neyse de ezkaza hâkimi suçladığında ceza çok daha fazla ve acıklı oluyor, hâkim:
“Sen koskoca hâkime nasıl hırsız dersin, be adam!.. Yüz sopa vurun buna!.. Hem de ateşten çıkma!..” diyebiliyordu. O zaman tokmak, acımasızca vurmak zorunda kalıyor, canı çok yanıyordu.
Hırsızın işlemiş olduğu suçun şahidi yoktu ama davacının iftirasına hazır bulunanların tamamı tanıktı. Üstelik bu suç, hâkimin huzurunda işleniyordu!
O zamanlar, annem namaz kılarken bir şey dikkatimi çekerdi. Teşehhüt miktarı kadar, yani kısa bir süre, şahit olacak kadar oturduğunda, Ettehiyyâtü’nün sonunda sağ elinin işaret parmağını hafifçe kaldırarak: “Eşhedü…” diyordu. Onu seyrederken o ânı bekliyor, parmağına bakıyordum. Her defasında mutlaka kaldırıyor, birkaç saniye öyle tutuyordu. İlk hece vurgulanıyor, şeksiz şüphesiz, son derece emin bir tarzda ve yürekten gelen bir sesle söyleniyordu. İç çekişe benziyordu. Sanki namaz burada özetleniyordu. Bir gün:
“Namazda neden parmağını kaldırıyorsun, anne?” diye sorduğumda:
“Dilimle, Allah’ın varlığına, birliğine şahit olduğumu söylüyorum, parmağımla da işaret ediyorum: ”Bir’dir, bir tanedir!” diyorum. Bu parmak, şehadet parmağıdır!” dedi.
“Ne demek şehadet?”
“Şahitlik… Ben söylüyorum. Şahitlik ediyorum.”
Ne demekti şahitlik? Mahkemede falan olurdu da namazda da mı olurdu? Bir derken ille de parmakla da mı göstermek gerekiyordu? Gerekiyormuş demek ki o da öyle yapıyordu. Bir de:
“Bazıları, benim gibi yapmıyorlar. Sağ ellerini yumruk yapıp, ortaparmaklarıyla başparmaklarını birleştiriyor, işaretparmaklarını böyle dışarıda bırakmak suretiyle tasdik ediyorlar.” demişti. “Kelime-i Şehadet bitene kadar öylece kalıyor. Sonra ellerini açıp, dizlerinin üstüne önceki gibi, bu şekilde koyuyorlar.”
“Kelime-i Şehadet mi? O ne demek?”
“İşte, tam bu parmağımı kaldırdığımda söylediğim cümle…”
“Neden kelime diyorsun o zaman? Neden cümle demiyorsun?”
“Ona öyle deniyor. Hani İslam’a girerken, yani Müslüman olurken söylenmesi gereken bir söz var ya… İşte o! Hani sana surelerden önce öğrettiğim, hep tekrarladığımız… İslam’ın ilk şartı…”
“"Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü… Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed aleyhisselam Onun kulu ve resulüdür."
“Evet. Bak, nasıl bildin! Orada şehadet ediyorsun ya… Yani şahitlik ediyorsun…”
Tam olarak anlayamadım. Bir ara babama sordum. O, ayaklı kütüphanedir. Konuşan sözlük... Bir sor, bin işit! Açıklar da açıklar, anlatır da anlatır…
“Kızım, aslı şahadettir… Şahitlik etmek demektir. Hem de doğruluğuna şeksiz şüphesiz kani olarak, yeminle… Gözlemek, görmek, anlamak anlamına geldiği gibi nail olmak manasında da kullanılır. Şahadet etmek, bilmek, hazır olmak, yetişmek, tanıklık etmek, ikrar etmek, haber vermek, yemin etmek demektir. İyice emin olmadan şahitlik edilmez. Şahitlik, yeminle birdir.
Şahitlikten kaçınmak ya da yalancı şahitlik etmek büyük günahtır. Gerektiği zaman; gördüğünü, duyduğunu söylemekten kaçınmayacak, yalan katmadan, olduğu gibi, dosdoğru anlatacaksın! Haklı, hakkını alacak; suçlu, cezasını çekecek.
Şahit olabilmek için olay mahallinde olmak lazım. O da yetmez. Olanı biteni ya görmek ya işitmek ya da hem görmüş hem işitmiş olmak gerek. İlaveten, olayı ifade edebilecek ve ifadesine güvenilebilecek durumda olmak lazım. Başkasının naklettiğiyle şahitlik yapılamaz.”
“O mahkemede… Bazı geceler oynadığımız oyundaki gibi… Hani eşek tokmak oynuyorduk ya… Oradaki gibi… Ben, namazdaki şahitliği soruyorum. Annem oturduğunda parmağını kaldırarak söylüyor. Şahitlik ediyormuş. Parmağıyla da tasdikliyormuş. Öyle bir şeyler söyledi. Kafam karıştı.”
“O şahitlik, başka… Orada, ne söylediğinden emin olduğunu ifade ediyorsun. “Görmüş gibi bilirim ve bildiririm!” diyorsun. Biz, Allah’ı göremeyiz. Görmediğimiz halde görmüş kadar eminiz ki O vardır, birdir, O’ndan başka ilah yoktur!”
“Öyle olduğunu söyleyene mi inandık, biz? Görmedik, duymadık…”
“Hazreti Ali: “Görmediğim Allah’a tapmam!” demiş. Allah, madde değildir. Gözle görülemez ama maddeyi de mânâyı da yaratandır. Zerreden küreye her şeyi O yaratmıştır. Yarattıklarını görür, onları bir yaratanın olduğunu anlarız. Bu, O’nu görmek gibidir. O, bizimle konuşmaz. Fakat bize indirilen Kur’an, O’nun kelamıdır. Kur’an okunurken O konuşur, biz dinleriz. Ayrıca, gönderdiği elçinin dedikleri de nakledilir, dinleriz, öğreniriz. Olayları seyreder, nasıl oluşuna şahit olur, düşünür, onları kimin yaptığını idrak ederiz. Allah bize akıl vermiş. Hayatta oluşumuz en büyük nimet. Ondan sonra akıl, sağlık ve diğerleri gelir. Gözlerimiz, kulaklarımız… Onlar olmasaydı, yaşamak ne kadar zor olurdu bizim için! Biz O’nu bunlarla biliriz. Biliriz ve tanıklık ederiz. Emin olarak tekrarlar, yemin ederiz.”
“Görerek, duyarak, düşünerek mi buluruz? Okuyarak mı yani? Yani aklımızla mı?”
“Aklımızla da ruhumuzla da… Allah, kâinata sığmaz, bir müminin kalbine sığar. O’nu, aklımızla ararız, gönlümüzde buluruz, kalbimizle hissederiz. Allah, insanı yarattı. Ona gözler ve kulaklar verdi. Onu işitir ve görür hale getirdi. Akıl bahşetti. Bakacak, görecek, düşünecek ve anlayacak. Doğruluğuna yemin edebilecek hale geldiğinde: “Eşhedü…” diyecek. Aksi halde bu şahitlik yeterli ve geçerli olmaz. Taklitten öteye geçemez. Fuzuli bir tekrardan ibaret kalır. Münafıkların söyledikleri gibi… Allah, kâfirlerle münafıkları hiç sevmez!”
“Bir sözcük daha çıktı… Münafık ne demek baba?”
Babamın sözleri çın çın çınlar kulaklarımda. Bir şey anlatırken beni karşısına alır, gözlerimi gözlerine kilitleyerek konuşur. Anlayıp anlamadığımı o şekilde takip eder. Anlamadıysam, anlayıncaya kadar anlatır da anlatır… Bıkıp usanmadan… Allah ondan razı olsun!
Birkaç saniyede neler geçiveriyor insanın aklından! Bunu an be an saptamak ve tekrar tekrar dinlemek mümkün olsaydı belki hiçbir şey unutulmaz, hatta hafıza kaybına çözüm bulunmuş olurdu. Demek ki onun için yaşlılara hatıra defteri tutmak, hafızasını kaybedenlere, anımsadıklarını yazmaları öneriliyor. Hafızama kaydedilenler bunlar… Unuttuklarıma yanıyorum!
Avukat bana neler düşündürdü! Görmek, duymak, düşünmek derken nerelere gittim geldim! Sahi şimdi ben nerdeyim? Beşikçiler Yokuşu’nda… Az da olsa nefesimi zorluyor. Sağ tarafta, aşağıda Atatürk Stadyumu… Kültür Park… Solumda Muradiye Camii… Ne kararlara tanık! Ciğerinde koca bir tarih yatmakta… Arkasında bahtsız Şehzade Mustafa… Yalancı şahitler yüzünden katledilen… Batısında Fatih’in doğduğu ahşap ev… Çağ açıp çağ kapatan kutlu bir padişahın dünyaya gelişine tanık… Üç beş ev kuzeyinde bizim oturduğumuz ev… Karşımda gönlümün fatihi… Ruhumda çağ açıp çağ kapatan… İlhan… Sevgili İlhan…
Birkaç adımlık yol kaldı, aşkıma. Akşama birkaç dakika… Ezan okundu okunacak! Belki bahçede belki camda olacak. Onu göreceğim, ne güzel!.. Göremesem de hissedeceğim. Görmesem de olur. Yakımda ya… Yaklaştıkça heyecan ve sevincim artmakta… O, bir tanem! Canıma can katmakta…
2. Murat Caddesi… Bu zarif kavis, bu tatlı yokuş… Hele bittiği yerdeki şaheserler! Nelere şahitlik etmişler asırlardır, daha nelere tanıklık ederler! Muradiye… Medrese… Minareler… Tarih, rutubet ve buhur kokan harap, ahşap evler…
Sonra Beşikçiler Caddesi… Beşikçiler… Hayatımın en mutlu günlerini yaşamakta olduğum yer. Canımın içiyle aramızda… Aşkımıza şahitlik eden… Konuşmayan, sır vermeyen… Upuzun yatan, hep bakan hep gözleyen… Gece gündüz gözetleyen… O da emin, o da emin ne kadar sevdiğimden, sevildiğimden!
Bu cadde iyi bilir beni. Yüzüne basışımın farkını… Topuk seslerimin duygusal ritmini… Eve yaklaştıkça hızlanışını… Heyecandan ayaklarımın birbirine dolanışını, olmayacak yerde tökezleyişimi, sekişimi... Dudaklarıma hâkim olamayıp, mütemadiyen gülümseyişimi… Sevincimi çevreden gizlemek isteyişimi… Bakışlarımın hızla etrafı tarayışını… Oralardaysa yan yan kaçışımı… Dizlerimin titreyişini… Deli gibi özlemişken yüzüne bakamadığım için başımı ne yana çevireceğimi bilemeyişimi… Yüzüyle yüz yüze gelişimi iyi bilir Beşikçiler… O da benim gibi ah çeker… İçin için çiler…
Bu cadde tanık aşkıma, aşkımıza… O bir yanında ben bir yanında… Her ikimizin de canında bir hoşluk, başında sarhoşluk… Kanında sevdanın en kabadayısı, en delikanlısı, üstelik yanık mı yanık… Beşikçiler hiç uyumaz. Hep izler bizi… Hepimizi… Tam yirmi dört saat uyanık…
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 387
YORUMLAR
Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur.
İşte benim Yüce Allah felsefem siz gibi sevgili Onur Bilge.
''Sana aşkım hiç solmasın''
başlıklı bir yazımı okudunuz mu..? başlığı gören bir kalem dost sevdasını yazmış Oya Gedik demiş okumadan, okumaya başladığında çok mutlu olduğunu yazmıştı bana. Kaleminiz her zaman çok değerlidir, ilahi sevdaları anlatımınız da hayranlıktı, yüreğinize sağlık...
Sevgilerimle...