Güneş
Boğazına kadar sözcük yağmuruna batmıştı ve gözlükleri sık sık buğulanıyordu. Mevsimlerden, sonbahardı "ayrılıkların yazılıp, çizildiği ve hasret denilen prangaların yüreğe geçirildiği" , zaman; bir solukta okunup,bitirilecek hikaye gibiydi.
Annesinin biricik çiçeği, sarı papatyasıydı. Sapsarı saçları, kahverengi gözleri, minicik bir burnu vardı. En çok annesine benzerdi.
Bir pazar günü annesinin arkadaşına gezmeye gitmişlerdi. Arkadaşı ne güzel saçların var dediğinde annesi tabağında ki son lokmayı da ağzına boşaltıp, GÜneş gibi demişti.
Aslında mutlu olması için saçları yeterliydi. Güneş, neredeyse belini geçiyordu. Annesi bir türlü kestirmeye kıyamıyordu. Güneş, her vakit parıl parıldı. Arkadaşları arasında sağlıklı oluşuyla, göze çarpıyordu.
Ne kadar zamanı kaldı dediğinde, annesi hüznün durağında, acı otobüsünü bekleyen yolcuydu. Güneş ile annesi yol bounca hiç konuşmadılar. Bir ara annesi dengesini kaybetti, düştü düşecekti, zar zor ayakta duruyordu, tansiyonu çıkmış olabilirdi.
Bir akşam üstü Güneş , odasından mutfağa geçerken, salonda annesinin gözyaşlarını gördü. Küçücük kollarıyla sarmak için yanına doğru giderken, gözgöze geldiler ve annesi telaşla düşürdüğü yaşları siliyordu. Papatyam bana mı sarılacakmış, gel de annesi de papatyasını sarsın dedi.
İki ay sonra annesi, saçlarını kesiyordu. Makas her değdiğinde saçlarına, annesinin elleri titriyordu. Papatyasına; Güneş’i her sabah görmem için saçlarını kesmeliyiz demişti.
Hastalığından sonra, saçları yine uzadı. Eski sağlığına tekrar kavuşması yıllarını aldı. Bu yıllar içinde annesi
de ölmüştü. Her sabah Güneş’e baktıkça, annesi aklına geliyordu ve saçları...