- 580 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yetim Aliyi Döven Boz Ayı
Latekmenden Büyüklere Masallar
Ayazma, batı Karadeniz kırsalında küçük bir dağ köyüydü. Adı, Cennet Vadisi olan derin bir vadinin aşağı düzünde, yaz, kış durmaksızın şırıl şırıl akan ayazma deresinin iki yakasına serpilmiş yıkık dökük elli kadar ev, bir o kadar ahır, kışla, kümes, samanlık; sığır, sıpa, kedi, köpek, manda, inek, kaz, ördek; üç yüz kadar insan; göğün altında, yerin üstündeki bu vadinin içinde kendi hallerinde yaşayıp gitmekteydiler. Varsıl değil yoksuldular. Yoksuldular ama mutlu ve huzurluydular. Çünkü öncelikle çağın vebası dedikleri stres orada yoktu ve bu yüzden sağlıklıydılar. Belki az kazanıyorlardı ama az harcıyorlardı. Görgüsüzlük, ya da sonradan görmüşlük yoktu. Çekememezlik, kıskançlık, fesatlık yoktu. Az kazanıyorlarsa az harcıyorlar tüketim ekonomisini tanımıyor, bilmiyorlardı. Yeşil dağları, derin ve sulu vadilerdeki küçücük ovaları, kırları, bayırları, vitaminli çayırları, bağ, bahçe, az da olsa tarlaları vardı. Daha ne olsun…
Bilmem kaç milyon yıl önce mikrop taşıyan sinek ve kenelerin öldürdüğü dinozorlar, Ayazma köyünün otlarını, yapraklarını yiyip çayırlarını ve ormanlarını yok etmiyorlardı. Zamanımızın iki ayaklı dinozorlarının da dağı, taşı, ovayı, ormanı, dereyi, vadiyi talan etmedikleri bir zamandı…
Yirmi üç yaşındaki Sabit’le yirmi altı yaşındaki Kenan; biri iç Anadolu steplerinin yoksul bir köyünde, diğeri de Trakya’nın bir başka yoksul köyünde doğmuş, sonra yatılı bir okulda okuyup bu köyde buluşmuş iki öğretmendi. Bu batı Karadeniz dağlarındaki Ayazma köyünün henüz içlerine cin girmemiş, akılları çelinip yan yollara yönlendirilmemiş, ruhları temiz küçük çocuklarına abeceyi öğretiyorlardı.
Bu köyde üç yüz kadar erkek, dişi, büyük, küçük kişi vardı. Kedi, köpek, kaz, ördek, sığır, davar, vardı. Dinozor yoktu! Bet yüzlü domuz vardı, çatal boynuzlu geyik, güzel gözlü ceylan, karaca, kurt, tavşan, tilki, bir de ayılar vardı. İnsanların hepsi zayıf mı zayıftı. Bu köyde zayıf bedenli insanlar, evcil ve yabanıl hayvanlar vardı ama hiçbiri dünyanın tümüne sahip olmak isteyen açgözlüler gibi değillerdi. Sadece karınlarını doyurup yaşamlarını sürdürmek gayesinde ve gayretindeydiler.
Elektrik, telefon gibi şeyler yoktu. Radyo, televizyon, internet yoktu ve dolayısıyla duygu sömürüsüyle zenginleşmiş baldır bacak gösterisi yapan sanatçı bozmaları da yoktu. Saçma sapan filmler, bitmek bilmeyen diziler, futbol sporunu dejenere ederek rezillikten gelir elde eden terbiyesizler yoktu. İnsanları nötr eden siyasiler, çocukları öldüren teröristler, esrar, eroin ticareti yapan zenginler, yemiş ama sıçmamış kalın ense şiş göbekler yoktu. Bu köyde kızı eşkıyanın elinden kurtarıp sonra kendisi düzen kovboy tipliler de yoktu. Yani, okyanus ötesindeki büyük pezevenk bu küçük köye henüz pis burnunu sokmamış, burada o yoktu. Köylüler yoksuldu haliyle. Zayıf bedenli, yanık derili, nasırlı elliydi. Ama biç biri dinozor değildi.
Altmış beş milyon yıl önce, sivrisinek ve keneler dev gibi dinozorları yemeseydi onlar şimdi bütün dünyayı yiyeceklerdi. Eğer böyle olsaydı Ayazma köylüsünün keçileri acaba ne yiyecekti? Aç keçiler süt vermeyince çocuklar nasıl büyüyecekti? Büyüyemeyen çocuklar iki derslikli okula nasıl gidecek, Sabit öğretmenle Kenan öğretmen abeceyi kime öğretecek, büyük önder bu memleketi kime emanet edecekti? Tele vole gençliğine mi? Yoksa biatçi beyinsizlere mi?
İki genç öğretmen, iki senedir bu köydeydiler. Onların tertemiz yürekleri vardı. Yüreklerinde sevgileri vardı. Özlemleri, hasretleri, geleceğe dair beklentileri, idealleri vardı. Yaşam felsefeleri vardı insanüstüne. Sevgi üstüne, hoşgörü üstüne… Şimdi bu köydeydiler, yarın başka bir yerde. Bir gün mecburi hizmet bitecek, insana hizmet her zaman mecburi hizmettir gerçi ama bir gün gelecek belki sevdiklerine yakın bir yere gideceklerdi. Biri sarı saçlı, öteki kara saçlı bir kızla evlenecek, o zaman kendi çocuklarını seveceklerdi.
Ayazma, kente uzak bir köydü. Cennet vadisinin içindeki bu köyde tabiat ananın verdiği her şey vardı ama bazı şeyler de yoktu. Mesela nalbant vardı ama bakkal yoktu. Lamba vardı ama gaz bazen var bazen yoktu. Mesela dağların içine giden bir sürü patika vardı ama kente giden tozlu bir yol yoktu. Olsun. İstedikleri zaman kente gidemiyorlardı belki ama kentin pisliği de elini kolunu sallaya sallaya onların köyüne gelemiyordu.
İki gün önceki Cuma öğretmenlerin maaş günüydü. Maaşlarını almak için kasabaya gitmeleri gerekiyordu. Konuşup anlaşmışlar, kasabaya kalabalık gitmeyi karalaştırmışlardı. Genç öğretmenlerin köyde yakın arkadaşlıkları, bu arkadaşlarla da iyi dostlukları vardı. Maaş günü öğretmenler kasabaya giderken onlar da gelecek, kendilerine yoldaş olacaklardı. Selim, Tekin, Ömer, bir de deli lakaplı Sam Can… Sami’nin katırı vardı. Kararlaştırdıkları gibi yapmışlardı. İki öğretmen, köyden üç genç kişi, deli Sami, toplam altı insan kişi, bir de onların yükünü taşıyacak olan katır kişi, yedisi bir olup kasabaya gitmişlerdi. Devletin verdiği maaşı çekmişler, alışveriş etmişler, sonra dönüp Ayazma’ya geri gelmişlerdi...
Kasaba dönüşü Kenan öğretmene, “bu sefer bi değişiklik olsun be hoca!” demişti Ömer, “iki senedir bu köydesiniz; arkadaş olduk, dost olduk ama kuru kuruya. Kasabaya gittik, geldik. Bi haftalık gazte, bi aylık cigara, çay, şeker, kahve filan aldık. Beş gangal sucuk, bi sürü fişek, saçma, barut aldık. Hoca be, Pazar günü kıra gidelim! Av edelim. Davşan peşine düşelim. Vadinin yamaçlarında gezinelim, dağlardan öteye gidelim. Sonra taşlık arasından fışkıran ayazmaya inelim. Nasıl olsa delide gatır var. Derede bıyıklı balık, alabalık var. Delide balık kapanı da var. Olmadı Tekin’in dayısında ağ var onu da alırız. Herkeste tüfek var. İki tüfek de size buluruz. Gidelim be hoca!” demişti. “Kısmetimiz varsa davşan kütletiriz. Olmadı Ayazmanın şoldurdadığı yere sepetten kapanı kurar gölün beline de ağ gereriz. Ayazma deresinde benli balıklardan çok var Kenan Bey! Benekli balıkların pembe pembe etleri var. Ateş yakıp köz ederiz, benli balıkları közlerin üstüne sereriz, pembe etlerini tuzlayıp tuzlayıp yeriz. Domatiz vaar, büber vaar, gavun, karpuz, kaya gibi keçi piniri; onlar bizden. Av olursa davşan, olmazsa balık bizden. Rakı da sizden Sabit Bey,” demişti öteki öğretmene, “susuz ne olur dimi ama? Susuz bitki bile olmuyosa dostluk nası olsun? Sularız arkadaşlığımızı anasını satayım…”
Sabit öğretmen, böyle heyecanlı heyecanlı konuşan Ömer’e; “o dediğin rakı değil hazreti Ömer!” deyip gülmüştü. “bak sen, bak, bak! Sen rakı içer miydin Çalık Ömer? İyi öyleyse gidelim be! Gidelim. Gideriz anasını satayım. Ne diyon Kenan?” demişti öğretmen arkadaşına.
“Tamam,” demişti Kenan da, “güzel olur. Ne güzeli aslında süper olur. Bu teklife hayır demek mi olur? Bizim canımız yok mu be!”
Nevaleyi, rakıyı hazırlayıp katırın sırtındaki heybeye yüklediler. Deli Sami’ye söylediler. Selim, Tekin, Ömer, iki de öğretmen; onlar altı kişi, bir de katır kişi, kırk beş fişek, üç delikli tüfek, ağ, sepet, sigara, ekmek, velhasıl tam tekmil olup ver elini bağlıca dediler. Köyden çıkıp gittiler. O dağ senin bu dağ benim deyip gezdiler. Yer temiz, gök temiz, ağaçlar, otlar yemyeşildi. Kuşları, çekirgeleri, kurbağaları dinlediler. Kartal, tilki, kurt gördüler. Kartalları ürküttüler, kendileri de çoban aldatanlardan ürktüler. Ama onlar acemi avcıydı; tek bir hayvan öldüremediler. Aslında gayeleri öldürmek değil gezmekti; gönüllerince de gezdiler. Öğlenle ikindi arası dağlardan Ayazma deresine indiler. Dere, bu adı az yukarıdaki kaynaklardan alıyordu. Esas ayazma; suyu buz gibi olan, dağların altından gelip kayaların arasından kaynayan, dere olup akan bu kaynakların adıydı. Derenin adı da, köyün adı da bu yüzden Ayazma’ydı. Aslında derenin gerçek adı Ayazma değil karpuz çatlatandı köylünün dilinde. Su o kadar soğuktu ki, bu suda alabalıktan başka bir balık yaşayamazdı. İşte bu derenin boyuna ateş yakacaklar, aslan sütü şişelerini buz gibi suya yatıracaklar, sonrası malum; esas gaye buydu.
Dere uğulduyor, kuşlar cıvıldaşıp uçuşuyor, orman derin, güneş ısıtıyor ama gölgeler serin, belki Ebabil yok, Huri yok, Gılman yok ama Cennet denilen yer burası olsa gerekti!
Katır dereye inmiş, ayaklarını açıp eğilmiş su içiyordu. Deli Sami de katırın ötesinde, o da dört ayak olup eğilmiş katır gibi su içiyordu. Su içerken tuhaf sesler işitti. Kanınca ağzını sudan çıkarıp diz çöktü, başını dikti, kulak verip bu tuhaf sesleri dinledi. Sesleri katır da işitmiş olacak, o da kanınca doğrulup geriye çekilmedi. Başını dikti, kulaklarını ileri çevirdi, o da bu tuhaf sesleri dinledi. Katırla deliyi gören ötekiler de dikilip onları seyretti.
Yaprak kıpırdamıyor; yel sesi yoktu. Vadinin içindeki derenin sesi, kuşların, böceklerin sesi, bir de kalabalık şehirlerdeki çirkin seslerin sessizliği vardı. Bir de çok uzaklardan, vadinin kuzey tarafından gelen zil sesleri… Selim, gözlerin, kulaklarını o tarafa çevirmiş olan Sabit’e; “bunlar yetim Ali’nin keçileri...” dedi. Sabit öğretmen, yetim Ali adını, onun namını daha önceden duymuştu. Yetim Ali’yle çoban Ali’nin aynı kimseler olduğunu biliyordu. Ali’nin biraz tuhaf biri olduğunu da biliyordu ama hikâyesi hakkında fazlaca bir şey bilgisi yoktu.
Zil seslerinin geldiği yerin daha yakın bir berisinden başka seslerin geldiğini fark ettiler. Bunlar köpek sesleriydi. Sesler, bir alçalıp bir yükselerek, bir kesilip bir sürerek vadinin yamaçlarında yankılanıp ayazma kaynaklarının kayalıklarına kadar geliyordu. Tekin, bir elini havaya kaldırıp; “ayııı!” diye bağırdı, “Ayı ayı! Susup dinleyin! Bunlar yetim Ali’nin köpekleri… Kart köpeğin sesini hele bi dinleyin! Bu, kesin bi ayı… Bu, kart köpeğin ayıya olan havlayışı! Ömer?” diye ses etti Ömer’e, sence de ayı mı dercesine. Ömer, başını sallayıp onayladı; “evet.” dedi. İki genç öğretmen, sorgucu gözlerle Selim’le Ömer’e bakıyorlardı ama onlara bir şey soramıyorlardı.
Ömer:
“Gidelim mi?” dedi Kenan öğretmene.
Sabit öğretmen:
“Yükümüz burda kalsın.”dedi.
Ömer:
“Sami abi sen kal.”dedi, deli lakaplı Sami’ye. “heybeyi sırtından alıp katırı çayırlık yere sal. Kayınlar altına ateşi yak. Rakıyı, karpuzu suya koy. Peynir kutusunu da koy, ısınıp kokmasın. Biz gidelim. Yetim Ali’nin boz ayıyla başı belada galiba!”
“Bu çok belli!” dedi Sami, “gerçi…” deyip biraz sustu. “Başı belada olsa… Görünüşe göre keçiler ürkmemiş. Zil seslerinden belli… Ürkselerdi…” deyip yetim Ali’nin ve keçilerinin tehlikede olmadığına dair onları rahatlatmaya çalıştı.
Selim en önde, sonra Tekin, Ömer, iki öğretmen Sabit ve Kenan; bunlar beş kişi, kırk beş fişek, üç tüfek köpek seslerinin geldiği yöne doğru gittiler. Gözler ileride, tüfekler ellerde, parmaklar tetikte, havlama seslerinin geldiği yere gittiklerinde onu gördüler.
Yamaç yerde alan bir yer, alanın kıyısında fındık kümesi, kümenin dibinde kaplumbağaya benzeyen yüksekçe bir kaya vardı. Kayanın dibinde de kocaman bir boz ayı… Yetim Ali’nin yaşlı ama tecrübeli köpeği ayının hemen yanında; durmadan saldırıyor, ayı da kendisini savunuyordu. Az ötede de irili ufaklı beş köpek daha vardı ve onlar da boz ayıyla kart köpeğin mücadelesini seyrediyor, kimi kesik kesik havlayıp hiç kıpırdamadan, acaba sonuç ne olacak diye merak ediyorlardı. Mücadeleyi kart köpek kazanırsa tebrik etmek için yanına gidecekler, kaybederse kuyruklarını kısıp kaçıp gideceklerdi. Öyleye benziyordu.
Önde giden Selim, vaziyeti görünce alana çıkmayıp beri uçtaki başka bir fındık kümesinin dibinde durdu. Sol elini havaya kaldırarak arkadan gelenlere; “durun!” işareti yaptı. Durun ve susun! Sakin olun ama tetikte olun! Her şeye hazırlıklı olun! Köşeye sıkışmış boz ayıdan korkun. Selim, işareti ve duruşuyla bunları anlatmıştı. Sonra usulca yere çöküp hedef küçülttü. Sağ dizini yere koyup, askerde öğrendiği gibi; tüfeği omzuna dayadı, sol dizinden destek alarak namluyu ayıya doğru tuttu. Nişan aldı. Gez, göz, arpacık… Ama bir türlü tetiği çekip tüfeği patlatamıyordu. Çünkü köpekle ayının mücadelesi kıyasıya sürüyordu. İkisi, kimi yüz yüze geliyor, bu zaman ayı saldırıp köpeği ürkütüyor, köpek ürküp az geri çekilince ayı kaçmak istiyor fakat köpek pes etmiyor, gene saldırıp gitmesine izin vermiyordu. Bir ayı, bir köpek derken dalaş sürüp gidiyordu. Durum böyle olunca da avcı Selim, dana kadar büyük boz ayıyı bir türlü öldüremiyordu. Aslında ava yakın bir mesafedeydi. Ayıyı öldüreyim derken yanlışlıkla dilsiz olmuş yetim Ali’nin en iyi dostu, can yoldaşı koca köpeğini öldürmek istemiyordu. Ayı, köpek ürküp de geri kaçtığı zaman birkaç adım öteye gidebilse hemen kayanın üstüne çıkıp zor durumdan kurtulacak ama aksi köpek ona bu fırsatı vermiyordu. Ali’nin köpeği kene gibi, ayıya el-aman verdirmediği iyi de; elinde delikli demir olan avcı Selim’in tetiği çekip ateş kusturmasına da izin vermiyordu.
Selim, böyle gözü hedefte, eli tetikte bekleyedururken Tekin’le Ömer de onun yanına geldiler. Onlar da yere diz çöküp hedef küçülttüler. Tüfeklerini omuzlarına yerleştirip onlar da ayıya kitlendiler. Üçünün parmakları da tetikteydi. Selim, ayıyı öldüreyim derken yanlışlıkla köpeği öldürmeyeyim diye temkinli davranırken, belki Tekin, belki Ömer bu düşüncede olmayıp ayıyı vurma pahasına kart bir köpeğe acımayacak, belki yere diz çöküp nişan aldığı gibi tetiğe basıp ateş edecekti ama işte tam bu sırada vadinin kuzey yamacından koşarak gelen Ali’yi gördüler. Ali, onları gördü mü görmedi mi bilinmez ama o, tek bir şeye şartlanmış, gözü, kulağı, eli, ayağı, bütün bedeni, ruhu, her şeyi köpeğin sesinde; sesin geldiği yerdeydi. İşte tam o sırada boz ayıyı gördü. Ayılar onun kanlısıydı. Kana kan, cana can! Gördüğü gibi durdu; tek kırma tüfeğini omzuna koydu, namluyu hedefe doğrulttu, nişan alacak kadar bir zaman bile beklemeden ateş edip kaşla göz arası ayıyı vurdu. Üçü tüfekli, ikisi tüfeksiz beş kişi; neyin nasıl, ne çabuk olduğunu anlayamadan oldukları yerde donup kalmışlardı. Boz ayı tek atışta vurulmuş, kurşunu yediği gibi gık bile diyemeden düştüğü yerde ölmüştü. Onlarsa namlular hedefte, eller tetikte hala bekleşip duruyorlardı. Neden sonra kendilerine gelince derin bir nefes alıp rahatladılar. Tüfekleri yere salıp keçi çobanına el salladılar. O zaman dili lal olmuş, üstü başı yırtık pırtık, yeni bitmiş upuzun sakallı, uzun, kirli ve darmadağınık saçlı çoban Ali de onlara el salladı…
Ayazmanın buz gibi soğuk, billur gibi temiz suyunda yüzen balıklardan tutmuşlardı. Baba bir ateş yakıp yanan odunlardan kızıl kor yapmışlardı. Derileri çilli balıkları kor üstüne yatırmışlar, pişen balıkların pespembe lezzetli mi lezzetli etlerine tuz ekeleyip yiyorlar, derede soğumuş rakıyı suyla karıştırıp aklaştırıyorlar, boncuk boncuk terlemiş cam bardaklardan içiyorlardı. Rakı içerken de coşkuyla konuşup hoş sohbet ediyorlardı.
Köylü arkadaşlar, aslında iki genç öğretmenin hayat hikâyesini merak ediyor; anlatsınlar da dinlesek, öğrensek diyorlardı. Nerede doğdular, nereleri gezip gördüler, kimleri dost, kimleri düşman bildiler, güzel, çirkin, iyi, kötü, soğuk, sıcak, yaz, kış… Nasıl okudular, nasıl öğretmen çıktılar? Zorluklarla mı yaşadılar, yoksa rahat mı ettiler? Hayatlarından memnunlar mı? Ayazma köyü nasıl bir yer? İnsanları nasıl, doğası nasıl, yeri yurdu nasıl? Bu köye nasıl geldiler? Hem köyü, hem de köyde yaşayan kişileri sevdiler mi? Sevdilerse niye sevdiler, sevmedilerse neden sevmediler? Burada ne kadar duracak, giderlerse ne zaman, nereye gidecekler? Anaları, babaları var mı? Öldüler mi, yaşıyorlar mı? Kimin kaç kardeşi var? Kaçı kız, kaçı erkek? Kimin babası zengin? Yoksa onlarda mı fakir? Kız sevmişler mi? Sevdikleriyle evlenecekler mi? Özleyip hasretlik çekiyorlar mı? İki öğretmen hakkında çok şeyi merak ediyorlar, aslan sütü içip alabalığın pembe etini meze ederken onlar anlatsın biz dinleyelim istiyorlardı ama Sabit öğretmenle Kenan öğretmen de boz ayıyı öldüren yetim Ali’yi merak ediyorlardı.
Kenan:
“Selim kardeş, anlatsana Allah aşkına,” dedi Selim’e, “bu çobanın hikâyesini… Bi şeyler duydum, az buçuk biliyorum ama… Bu Ali beni çok etkiledi. Aklım takılıp kaldı. Hiçbir şeye yoğunlaşamıyorum. Takıldım be! Bozuk plak gibi anasını satayım. Kim ne diyor, kim ne soruyor, ne söylüyor… Kimim, nerden geldim nereye gidiyorum, kimi seviyor, kimi özlüyorum… İyice nötr oldum. Hadi anlat! Yarın, öbür gün Ayazma köyünden kalkıp başka bir yere gidersem bu Ali’nin öyküsünü bilmeden gitmek istemiyorum.”
“Anlatayım be hoca!” dedi Selim. Lafı eveleyip geveleyip uzatmadı. Hikâyeye direk girdi; “Ali’nin babası fakir Zeynel di. Üç beş keçisi vardı. Şu ilerde, davşan ararken yanından geçtik ya işte o sarı yarlığın dibinde saptan, samandan, çalıdan, çırpıdan yapılmış yıkık dökük bir kışlası vardı. Üç beş keçisi, üç de uyuz itiyle yaz kış orada yaşardı. Eve geldiği pek bilinmez. Üç tane kızı vardı Zeynel’in. Üçü de birbirinden güzel. Azığını, katığını onlar taşırdı…” Tam burada deli Sami lafa karıştı. Elini kaldırıp işaret parmağını Selime doğru uzatarak; “rahmetli!” deyip onu uyardı. Selim, anlatmaya devam etti; “rahmetlinin tarlası tezeği yoktu. Yani, lakabı nasıl fakirse gerçekten öyle… Yani, gerçi biz de fakir fukarayız ama o bizden de fakir bi adamdı. İşte, tek geçim kaynağı keçileriydi. Onlarla aşır neşir olurdu. Karısı da fakirin Fatmecik…”
“Şiddi fukara Fatme…” deyip lafa girdi deli Sami, “Sabit gardaşım, sen onu bilirsin. Fukara Fatme’yi… Kaç yıldır bu küğdesin, bilmen mi? Bağda, bahçada, suyolunda… Elbet bi yerde görmüşündür. Görmediysen bile duymuşundur…”
“Az bişey duydum,” dedi Sabit öğretmen, “görmüşümdür de… Ama pek bilgim yok. Yani fazla tanımıyorum.”
“Fatme güzel kadındır aslında,” dedi Selim, “biz onu kızlık zamanından biliriz. Hep derim kendi kendime; Zeynel’in kızları güzelliklerini anasından almışlardır deye. Gerçekten bak! Sonracıma hocam, kızlar büyüyünce anasının peşine düşüp bağ, bahçe çapasına, tarlaya orak biçmesine gitmeğe başladılar. Gündelikçi olarak... Keçilere gidip süt sağmağa, yani Zeynel’e yardım yapmağa başladılar. İşte fakirim tam ıraata kavuşmağa başlamıştı ki başına o feci olay geldi…”
“Zinel benim arkadaşımdı.” dedi deli Sami, “Aaahh!” deyip içini çekti. “Rahmetli… suğuk sulu bunarın aşağısına, o çukurun içine küçük bi bahçe yaptıydı. Yapmaz olsun! Ama naspın, ekip dikeceği başka yeri yoktu ki fakirin! Üç beş dönüm yeri yoktu. Muhtar izin verdi ona. O zaman yap dedi. Esasen o bahçeyi Zinel diil Fatımecik yapmıştı. Örtmen gardaşım Sabit, hani davşan ararken yanından geçtik. Gördük ya; orası işte. O zaman o çukur yer tikenlik, pırnallık bi yerdi. Domuz girse söküp çıkamaz. İşte o yeri Fatmecik tek başına, yani gızları da yardım etti tabii… Fatımecik, tikenleri kesti, biçti, yoldu, köklerini söktü. Küreklen, çapaylan gazdı, gabarttı. Bi güzel tımarını yaptı anlayacağın. Oraya bi sürü zebze ekti. Domatiz, büber, patlıcan, salata, lahana, her şey her şey; aklına ne gelirse ekti. Bi sürü şey ekti, dikti o küçük yere. Eşeksırtında gübre taşıdı. Gübreledi. Ama bi göreceğdin, her şeyler çok gözel oldu. O güççük bahçe cennet gibi oldu. Yazıdı… Yazın sonlarına duğru. Tabi ya, yazın sonlarıydı. Çünkü domatizler olmuştu. Bizim buralarda zebze geç ekilir, geç yetişir. Fakir Zinel, keçi güdüyo, garısı da gızları alıp gündelik işlere gidiyodu o zaman. Bi gün demiş Ali’ye anası, işe giderken sabah. Ali o zaman sekiz, dokuz yaşlarında bi çocuk. Şindi on beş yaşında olmalı. Vay anasını acımasız dünya, kaç yıl olmuş! Öldü gitti fakirim. Etleri, kemikleri çürüdü, toprak oldu. Vay anasına yandığımın dünyası! Demiş ki Fatımecik; sepeti vermiş eline; git demiş Ali’ye. Cennet bahçemize git, domatiz, büber, salata filan topla demiş. Hem de tembih etmiş; domatizlerin gırmızılarını, pembelerini, yani olmuşlarını kopar demiş. Büberlerin, salataların büyüklerini… Hem de tembih etmiş; salataları önce yol ve sepetin en altına onları koy demiş. Domatizleri ortaya, büberleri en üste… Domatizler ezilmesin! Alicik anasının verdiği sepeti koluna asmış, tembihi almış; ıslık çala çala, türkü süleye süleye yörümüş gitmiş. Dusduğru bahçeye. Bahçe, suğuk sulu gaynağın altındaki çukur yerde, ormanın içinde. Hani davşana giderken yanından geçtik, işte orası. Hani etrafı çalı, çırpıyla, tikenle çevrili olan yer. Bahçeye varıp avlunun başına gelince orda durmuş. Bi de baksa ne görsün; boz ayı bahçede! Avludan atlayıp girmiş içeri, domatizlerin olmuşlarını olmuşlarını yimez mi! Ali, ayıyı görmüş. Ayı da onu duymuş, görmüş. Ali’yi görünce hemen iki ayağı üstüne dikilmiş, başını dikmiş gazık sıçanı gibi. Bakmış ki, orda duran Alicik; Aaa demiş. O zaman Alicik ayıca konuşmayı bilirmiş. Goca ayı da Aliciğin kim olduğunu bilirmiş. Ayı, Aaa demiş. Bu ıslık çalıp türkü süleyerek gelen Alicikmiş demiş. Elinde yayı, sırtında ok torbası yok. Çoban bubası ona tüfek vermez, tüfeksiz Alicik beni öldüremez demiş ve havaya kaldırdığı ellerini hemen indirip domatiz yimeğe devam etmiş. Ali, ayıya gızmış. Heeyy ayı oğlu ayı deye ona seslenmiş durduğu yerden. Domatizlerimizi neden yiyon ulan demiş. Benim bubam fakir Zeynel, anam da fukara Fatme… Üç tane abam var. Bi de ben, bi de benim küçüğüm var. Anamla bubam iki, biz de beş; tamı tamına yedi kişiyiz. Git sen de ek, kendi ektiklerini yi! Bizim navakamızı neden yiyon ulan ayı oğlu ayı demiş. Ayı, Ali’yi duymuş ama dinlememiş. Umursamamış. Alicik gibi ufak birini adam yerine saymamış. Ali gızmış. Hemen yürümüş, bahçeye, ayının yanına gitmiş. Ayı, Ali’ye aldırış etmemiş; domatizlerin en irilerini, en olmuşlarını yimeğe devam etmiş. Ali, gızmış; ayııı demiş ayıya. Çık git bahçemizden! Bunlar bizim. Ektin, gazdın, suladın mı? Ne yaptın? Siktir git! Elma yi, ağlat yi, armut, dut, gızılcık yi ulan havyan oğlu hayvan ayı demiş. Ot yi, kök yi, bok yi ulan! Domatiz hırsızı boz ayı, Aliciği duymamış, dinlememiş, görmemiş. Alicik gızmış; elindeki sepeti şüle bi savurup ayının götüne bi kütletmiş. Ayı, başını kaldırıp Ali’ye; Ööşştt demiş. Ali de ona; asıl saa öööşştt demiş. Bubanın malını mı yiyon ulan? Bakmış ki Ali, olacak gibi diil; ayının gideceği filan yok, bari demiş ben de toplayayım, sepeti doldurayım ayı hepisini yiyip bitirmeden demiş. Sepeti bir kenara koyup domatizlerin gırmızılarını, pembe olanlarını, en gocamanlarını koparıp koparıp yolmağa başlamış o da. Ayı oğlu ayı, hem de namkör işte; kendi koparmayı bırakıp Ali’nin yolduklarını yimeğe başlamış bu sefer. Ali gızmış; ayılık etme ulan demiş ayıya. Gitmiş, avlu dibine bıraktığı sepeti alıp gelmiş; ayının götüne iki sepet kütletmiş. Ayı, bişey dememiş. Alicikten ne olacak? Ne yayı, oku var, ne topu, tüfeği var! Bi tokatlık canı var. Ali’nin elindeki sepeti kapıp aşağı duğru fırlatmış. Ali bu ya, inat mı inat; elindeki sepeti alıp da aşağı tarafa fırlatan ayıya bi tekme atmış. O zaman ayı ona; götten bacak, kaşınma ulan demiş. Burda bi sürü domatiz var; saa da yeter baa da. Kaşınma! Kıskançlık yapma! Dağ bayır gezdim durdum, gağnımı doyuracak bi lokma bişey bulamadım. Aç galdım. Seen ananın beş tane gızı, gızanı varsa; biz de anayız, bizim de var herhalde! Daa duğum yapalı üç gün oldu. Luğusayız herhalde! Çok gan gaybettim, güçsüz, guvvetsiz galdım! Yoksa sizin bu küçücük bahçenize girmez, zebzelerinizi yimezdim ama ne yapayım demiş. Dimi ama o da haklı! Alicik, onu anlamamış, sülediklerini dinlememiş. Ulan Alicik, madem ayı dilinden anlıyon da onun sülediklerini neye önemsemiyon? Dimi ama Sabit Bey gardaşım! Demek istediğim o zaman bu asi Alicik, been gatır gadar inat… Ayıyı dinleyip onu gızdırmasaydı şindi başlarına gelmiş olan bu felaket gelmemiş olacak; fakir Zinelcik de ölmemiş yaşıyo olacaktı. Olayın başlangıç noktası burası… Ne gözel sülemiş, anlatmış işte saa kendi halini boz ayı. Yeni duğum yaptım, üç günlük luğusayım demiş. Çok gan gaybettim, güçsüz, guvvetsiz galdım, elden ayaktan kesildim demiş. Allah’ın verdiği nimetleri paylaşalım, gardaş gardaş yaşayalım şurada demiş. Bu gadar açgözlü olmağa ne gerek var? Dünya nimetleri derya deniz, yi yi bitmez demiş. Size de bize de yeter. İki tane yavrum var; biri çıtır, biri de pıtır. Keçilerimiz yok, bubamız yok sizin gibi sağıp onlara süt getirsin! Ben şindi domatiz yiyip mömelerimde süt biriktirmezsem çıtırla pıtır açlıktan ölsünler mi ulan Alicik demiş. Alicik onu dinlememiş. Gızgın gızgın yörüyüp gitmiş, ayının fırlatıp attığı sepeti düştüğü yerden alıp gene geri gelmiş. Ayı oğlu ayı demiş ayıya. Elindeki sepeti ayının götüne kütletmiş. İşte o zaman boz tüğlü ayının sabrı iyice taşmış ve Ali’nin suratına bi tokat patlatmış. Tokadı yiyen Ali yere kapaklanmış. İnat ya; düştüğü yerden bi daş kapmış, yumruk gibi daşı ayıya atmış. Ayının sabrı iyice taşmış. Düştüğü yerden kalkarak ona daş atan Ali’ye bi tokat daa patlatmış. Alicik gene yere kapaklanmış. Ulan kalkma işte, kalkma! Gosgocaman ayıyla dalaşma! Şakadan olsa bile ona daş atma! Gızdırma! Çok inat ya; gene kalkmış, ayıya gene daş atmış. Sen kimsin ulan bacaksız demiş ayı o zaman. Kimsin, nesin? Fakir Zinel’in, bi de fukara bi kedinin kimsesizi! Sanki valinin, kaymakamın oğlu musun? Buban poliz mi, komser mi? Yayın yok, okun yok! Ağzından ateş kusan delikli borun yok! Ankara’da dayın yok akılsız çocuk! Sen kimsin? Neden bu gadar inat birisin? Çok domatiz var ikimize de yeter dedik! Neden laf dinlemiyon deyip deyip veryansın etmiş. Bi sağdan, bi soldan, bi aşağıdan, bi yukardan; bi kıçına, bi sırtına, eline, beline, yüzüne, gözüne bi tokat, bi tekme; ölçmeden, ölçmeden, tartmadan urmuş, düğmüş, Aliciği gebertip yerlere sermiş. Sonra bakmış ki Ali yerden kalkamaz; o zaman herhalde öldü deyip bahçeden çıkıp anasının amına gitmiş.”
“Ali, bahçeye gidip bi daha da gelmeyince,” dedi Selim, “anası merak etmiş. Bi bakayım hele deyip bahçeye gitmiş. Bahçeye gidince Aliciği o vaziyette görmüş. Böyle işte hocam… Ali; o zaman her yeri yara, bere içinde, yüzü, gözü şiş, mosmor çürük, bi de korkudan dilini yutmuş! Otuz gün, kırk gün yatak yorgan yattıydı…”
“Kasabaya hastaneye, doktora filan götürmediler mi?” dedi Kenan öğretmen.
“Hayır, hayır.” dedi Selim. “Ne şehir, ne doktur, ne hastane… Bizim bu Ayazma köylüsü hastane, doktur, moktur bilmez. Gitmez. Ottan, çiçekten merhem yaptılar, yaraları sardılar. İyi oldu çocuk. Yaraları, bereleri iyi oldu da lakin dilini yutmuş ya bi daha konuşamadı. Hiç. Şindi bile… Yetim Ali, dilsizdir hoca bey! İşitir, duyar, anlar ama cevap veremez, konuşamaz. Boz ayı ona küçük dilini yutturmuş. Gördük ya, sen de gördün! Fark etmedin mi? Ayıyı vurduğu zaman ses ettik de bizi nasıl duydu…”
“Duydu.” dedi Sabit öğretmen. “Bize el etti, güldü. O kadar… Eliyle köpeklerine işaret etti, sonra da bişey olmamış gibi çekip gitti.”
“Keçilerinin yanına gitti.” dedi Selim.
“Sonra ne oldu?” dedi öğretmen, “O olaydan sonra...”
“Sonra…” deyip anlatmaya devam edecekti Selim ama daha önce biraz rakı almalıydı. Boncuk boncuk terlemiş bardaktaki rakıdan bir fırt aldı, çilli derili balığın pembe etinden aldı, tuza banıp ağzına attı; “sonracığıma,” dedi, “Zeynel bu ayıya çok kızmış. Ali’yi döven, döve döve ölümlerden ölüm beğendiren bu çıtırla pıtırın anası boz ayıya. Yemin etmiş, ahdetmiş. Bu ayıyı öldürmek bundan sonra benim boynumun borcudur demiş. Kan davası gütmüş yani. Üç gün, üç hafta, üç ay… Hem keçilerini gütmüş, hem dağ, bayır gezerek her yerlerde bu boz ayıyı gözlemiş, aramış, sesini, soluğunu dinlemiş. Bi gün gene aynı yerde, küçük zebze bahçesinin az ötesinde onu görmüş. O zaman iki yavrusu büyümüşmüş. Oynaya zıplay, yürüye yuvarlana anasının ardında gezerlermiş. Zeynel hiç tereddüt etmemiş; ben bu ayıyı öldürürsem iki yavru anasız bubasız ne ederler diye düşünmemiş.”
“O, hiç düşündü mü?” deyip söze girdi Sami Can, “Aliciği tekme tokat düyerken, tekme tokat! Ağzına, burnuna, yüzüne, gözüne… Hiç düşündü mü? Alicik yere düşüp bi daa kalkamayınca öldü deye bırakıp gitmiş. O zaman hiç düşündü mü? Etme bulma dünyası gardaşım! Bu dünya büle! O zaman; ben bu bacak gadar çocuğu düyersem babası gelir sonra o da beni düyer deye hiç düşündü mü?”
“Yapma Sami abi!” dedi Selim. “O, ayı be! Ayının düşüncesi olsa, böyle ince düşüncesi… O zaman ayı olmaz, başka bişey olurdu be! Güldürme adamı! Neyse hocam, bu hikâyeyi anlat dedin ben de anlatıyom. Sözün özü, bizim Zeynel tek kırma tüfeğini patlatıp boz ayının üstüne bi sürü davşan saçması yollamış mı? Ulan salak adam! Bizim Zeynel’e diyom. Rahmetli olmuş bi insana salak denmez ama oğlum davşan saçmasıyla hiç ayı mı öldürülür? Neyse, belli ki ayı saçmaları yimiş. Çünkü iki yavrusunu orada bırakıp kaçıp gitmiş. Yani anlayacağın Zeynel, oğlunu döven, her yerlerini çürüten, küçük dilini yutturup yedirten o ayıyı vurmuş fakat öldürememiş. Tam tüfeğe yeni bi fişek koyup ayının peşinden gidecekmiş ki, önce biraz dur bakalım demiş kendisine. Ayının yavrularını tutup almış, onları götürüp kışlaya kapamış. Ayı yavrusunu ne yapacaksa? Dönüp gelmiş; çıtırla pıtırı tuttuğu, ayıyı vurduğu yere. Kan görmüş. Yerde kan görünce ayının yaralandığını anlamış. Düşmüş peşine. Kan izi, ayak izi deye deye, izleri takip ede ede ta kayalıklardan öteye, o yarlık yere gitmiş. Ayıyı orada bulmuş. Ayı ölmemiş. Bi yerden düşüp gebermemiş, iki seksen serilip ayaklarını yukarı dikmemiş ama yaralı olduğu, çok kan kaybettiği her halinden belliymiş. Çünkü çok halsizmiş ve zar zor yürümekteymiş. Gene de eli tüfekli düşmanı Zeynel’in peşinde olduğunu görünce kaçmak istemiş. Nitekim epeyi de kaçmış. Ama nereye kadar? Yaralı, kan kaybetmiş bitkin… Halsiz ayı ne kadar kaçabilir? Sırttan dolanarak o üstü düz ama beri tarafı kale duvarı gibi olan kayanın oraya kaçmış. Bizim Zeynel ayının peşinde, onu takip etmeyi bi saniye bile bırakmamış. Hep peşinde. Ayı, halsiz, mecalsiz böyle böyle dereye bakan yanı kale duvarı gibi olan kayanın ta öte ucuna kadar varmış. İşte o zaman bakmış ki, daha başka kaçacak bi yer yok! Önü uçurum, arkasında da Zeynel! Biraz gitse uçurumdan düşüp ölecek, gitmeyip dursa Zeynel öldürecek! Yani ayı için ölümden kaçış yok artık. Ölümlerden ölüm beğen!”
Selim, tam burada, yani hikâyenin burasında Zeynel’i anımsamış, gözünün önüne onun o hali gelmiş olacak ki susup gülümsedi. “Hoca,” dedi öğretmene, “bütün bunları ölmeden önce bize Zeynel anlatmıştı. Rahmetli anlatırken kendisi de gülüyodu. Bu yüzden hatırlayınca bana da bi gülme geldi. Rahmetli gözümün önüne geldi kızma be deli!” dedi Sami’ye. “Yani hocam, komedi gibi bişey! Valla. Öyle be hocam! Valla öyle. Komik. Rahmetli o zaman, hastanedeyken ziyaretine gitmiştik; o zaman anlatırken kendisi de gülüyo, güle güle ölüyodu. Neyse. Zeynel’in anlattığına göre; şıp şıp aka aka kanı kalmamış ayı uçurumun başına gidince kendi kendine iki ucu boklu bi diğnek bu demiş. Kendi vaziyeti için. Gitsem ölüm, kalsam ölüm anasını satayım demiş. Ölümlerden ölüm beğen. Ölüm zamanım gelip çattı en iyisi kendim öleyim demiş ve oraya düşüp ölmüş. Ayı kendi kendine ölünce Zeynel buna pek inanmamış. Acaba gerçekten öldü mü deye orada yarım saat dikilip beklemiş. Yarım saat bekleyince bakmış ki, ayıda kıpırtı yok, öldüğünü anlayıp yanına gitmiş. Ayı, orda iki seksen uzadılı; ne ses, ne soluk, ne kıpırtı ama gene de, acaba demiş. Acaba? Gene de emin olmak lazım ölüp ölmediğinden demiş. Ayağının ucuyla ayıyı dürtelemiş. Acaba? Sen misin yanıma kadar gelip beni dürteleyen! Ayı içinden böyle demiş. Düşmanının yanına kadar gelip onu dürteleyecek kadar yakınında olduğunu anlayınca… Aslında ayı ölmemiş, öldü numarası yapıp Zeynel’i kandırmaktaymış. Götü sıkışınca ölü numarası yapmış yani. Ayının kurnazlığına bak! Tilki bayılması gibi yani… Sonra, Zeynel’in dibinde olduğunu anlayınca fırlayıp kalkmış, Zeynel’i bacağından yakaladığı gibi yere çalmış. Başlamışlar buğuşmağa. Alt alta, üst üste bi süre buğuşmuşlar. Sonra yuvarlana yuvarlana ta uçurumun ucuna varmışlar, oradan da aşağı yuvarlanmışlar. Hoca,” dedi Selim, Sabit öğretmene. Bir de Kenan öğretmene baktı o sırada; “uçurumu gördünüz, biliyosunuz dimi?” dedi.
“Biliyoruz…” dedi her iki öğretmen de.
“Sonra,” dedi Selim, “kaç metre yüksekliktedir orası? Var mı yüz metre? Yüz yirmi, yüz otuz? Belki de yüz elli metre vardır dereye kadar. Zeynel’i orda, o uçurumun dibinde buldukları zaman ölmemişti. Kayanın tepesinden uçuruma yuvarlandıklarında Zeynel önce, ayı Zeynel’den sonra düşmüş. Yani ayı Zeynel’in üstüne düşmüş. Şanssızlık işte! Onları buldukları zaman ayı ölü, Zeynel’se diriymiş. Bütün kemikleri kırıkmış fakirin, bu yüzden düştüğü yerden kalkamamış. Kırılan tek kemikleri olsa kolay; belki iyileşirdi ama… Zeynel’i İstanbul hastanesine götürdüler. Orda altı gün yaşayıp ölmüş. Dokturun demesine göre kırılan kemikler kaynaşır, Zeynel iyileşirmiş ama omurilik kırığı iyileşmezmiş. Fakirin boynu da kırıkmış. Yani omurilik kemiği… Hikâye bu işte… Komik gibi ama hiç de komik diil yani! Ölmeyip yaşasaydı… O zaman tamam; o anlatır, biz gülerdik. Ne yazık ki, sonuç ölüm… Ölümün yüzü komik diil, bet be hocam!”
Tevfik Tekmen. /Ocak/ 2008/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.