PÖTÜKARE GÖMLEK*********************
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
"Ben bir fotoğraf albümüyüm. Kafamın içinde, hiç değişmeyen, kimisi silik, kimisi derin izleri olan canlı yüzler taşıyorum. Yüzlerce…Yüzlerce yüzün her birine dair öyküler var. Upuzun öyküler… İnsan, bir yerden bir yere bu öykülerle gidiyor.
Albümdeki fotoğrafların öykülerini hafıza isimli bir silgi, silmekle meşgul. Silinen her öykü, albümün değerini azaltmakta. Fotoğraflar eskiyor ve tabiidir ki, unutuluyor.
Geriye kalanlar ise ancak bir kısa metrajlı film…
hayatım uzun metrajlı bir filmdir sanmıştım
—aptalca çocukluklarımı
—tembel öğrenciliklerimi
—can sıkıcı arkadaşlıklarımı
—heyecansız aşklarımı
—izleyenleri sıkabilecek evliliğimi
—tatsız tuzsuz, bereketsiz iş hayatımı
—temposu düşük emekliliğimi
kesti montaj işçileri
onca yaşadıklarımdan sonra
geriye bir kısa metrajlı film bile kalmadı...
Aradığımız/ peşine düştüğümüz devasa boyutlu mutlulukları elde etmek isterken, küçük mutlulukların da aslında çok önemli olduklarını es geçtiğimiz toprak zeminli bir sokakta kısacık bir yolculukmuş meğer, hayat…
Peşine düştüğümüz iç güdüsel/duygusal kararlarımızın gerçekleştirilmesi için mücadele ederken, aslında azimle başarmamız gereken kesin kararlarımızı hep ertesi güne tehir ettiğimiz toprak zeminli bir sokakta, kısacık bir yolculukmuş meğer, hayat…
Sandıktan çıkarttım naftalin kokulu elbiselerimi, bütün çocuk günlerimi sığıştırarak. Siyah beyaz fotoğraflarıma baktım birer birer. Bütün çocukluk günlerim yalın ayak…Hatıra defterimi yırtıp atmıştım,sarhoşluklarımdan birinde, sanırım içindekileri unutmak isteyerek; ama, o günleri ne mümkün unutmak! Annemi tanıyorum hemen, kucağında sıkı sıkıya tuttuğu o çocuk benim. Üşüyordum ya az önce, ısınıverdim çabucak...
Sıcaklığı hiç değişmemiş; sevgi sıcaklığında. Oysa uzun yıllardır unuttuğumu sanıyordum. Beni hayata bağlayan empati, annem gözlerimin önünde işte…Tüm nimetleri sunan eller gene hizmet peşinde. Sendelememe izin vermiyorlar. Üstüme annemin sükûnetini örtünüyorum uyuyarak.
Çocukluk resimlerim buruk bir tad bırakıyorlar bakışlarıma. Çocukluğum iyi geçmemiş mi ne? Hep acılı şeyler mi yaşadım ki…
“Allah, Allah!"
Allah, Allah! Çocukluğuma dair her fotoğrafta hüzün var; bir tek fotoğraf yok, sevinç, mutluluk haykıran; ama şimdi, bu yaşlı kafa her fotoğrafa sırıtarak bakıyor nedense! Balık kafalı yaşlı adam unutmuş yaşanan hüzünleri, şimdi onları küçümsüyor.
Albümler yaşlanınca gülmek için mi hazırlanıyor? Utanmalısın!
Utanmak mı? Neden?
Hayat bir göz açıp kapama aralığında sürüyor.Bir göz kırpma anında milyonlarca insan doğuyor,
I.
Pötikare gömlek giyinmiş, kısa pantolonlu şu çocuğu çok ölpo0ü
iyi hatırlıyorum. Unutmam da mümkün değil zaten, çünkü bir pötikare gömleği hayatımda ilk ve son kez o gün giyinmiştim. Beş yaşımdaydım. Tuhaf! O yıllarıma dair pötikare gömlek giymiş olmaktan gayri hiç bir şey hatırlayamıyorum. Aslında hafızamdakiler gömleği giyinmiş olmam değil, onu giyinmiş olmamdan ötürü yaşadıklarım...
Aslında yaşanan olay tek, ama yaşanan sarsıntı çok! Evet! Bir pötikare gömlek giyişim yüzünden yaşamımız bambaşka bir çizgide sürmek zorunda kalmıştı.
"Hep beı yaşında kalacağını sanma çocuk! Her fotoğrafta yüzlerce öykü yazılı. Her öykü hayatımıza ait bir zamanı tüketti; onun için böyleyiz ya! Sen, tükene tükene ben olacaksın..
*milyonlarca insan ölüyor, milyonlarca şey yaşanıyor. Değişik tatlar, acılar, deneyimler; elde kalanlarla hayat devam ediyor.
Hayatın her aşaması kendi duygu ve deneyimlerini yaşatıyor.
Tanrı, gülümseyerek bizi seyrediyor. Biz de bize ait olanları hatırlayarak gülümsemeliyiz...
.../...O gün, Muş Bulanık Yetiştirme Yurdu’nda, yurt müdavimi çocuklara yeni tek tip kılıkları dağıtılıyordu. Yurdun canlı bir organizmaya büründüğü nadir görüntülerden birisiydi yaşanan; hiç kimse somurtmuyor, hiç kimse itişip kakışmıyordu.
Her çocuğun mutlu olması için üzerine düşeni titizlikle yerine getirmekte olan, kollarına siyah dirseklik takmış, şu uzun beyaz önlüklü kel adam, yurdun müdürüydü. Aynı zamanda benim de babam olurlardı kendileri! Ben henüz beş yaşındaydım. Beş yaşındaki o çocuk, dağıtılan kılıklara özenerek, yurt müdürünün kuyruğundan hiç ayrılmıyordu; adam, al çocuğum, bu pötikare gömlek de senin olsun, diyerek onu da mutlu ederdi belki! Ne var ki, az sonra önlüğünden çekiştirip durmasından sıkılarak, müdür babası onu ite kaka eve yollayacaktı. Ev, yurdun bahçesindeki bir lojmandı.
O yaşta anlayamadığım şey, meslek onurunu her şeyin üzerinde tutan müdürün, ‘oğluna, yurt çocuklarına ait bir gömleği giydirmiş,’ dedirtmeyeceğiydi; bu görevi kötüye kullanmak olurdu.
Annelerin katı kuralları olmaz; onun için çocuklar hep annelerine mızmızlanırlar.
Annem, yurt müdürü kocasına kinlenerek, onun vermeyi esirgediği mutluluğu bana yaşatmak isteyecekti. Bunun için de elimden tuttuğu gibi bir manifaturacı dükkânına götürmüş, yurt çocuklarına giydirilen pötikare kumaşın aynından alarak gene yakınlardaki terzide bir gömlek diktirip, hemen oracıkta giydirmişti. Eve nasıl da mutlu dönmüşdük!
"Bak baba, benim de gömleğim var!”
Koşarak yanına gelmekte olduğumu görür görmez, babamın suratı mosmor kesilmişti. Sinirliliğini sahte mimiklerle perdeleyerek, elimden tutup eve götürdükten sonra beni, adeta savurarak kapıdan içeri atmıştı. Peşimiz sıra eve giren anneme de, “nereden buldun bu gömleği Hanımeli? Çabuk çıkart şunun sırtından!” diye bağırmaya başlamıştı.
Bu emre itiraz etmek söz konusu değildi. Derimi yüzüp almışlardı sırtımdan, canım çok yanmıştı, çok...
Ağladığımı görerek bunu anlasınlar istemiştim, fakat bu da babamın iyice öfkelenmesine neden olmuştu. “Kes mızmızlanmayı!” diye bağırarak suratıma okkalı bir tokat atmıştı. Annemin sabrı taşmış; kocasına evlilikleri süresince ilk kez kafa tutmaya başlamıştı.
‘Oğlun yurt çocuklarıyla aynı kılığı giyinirse kendini aşağılanmış mı hissediyorsun?’
Babam, asıl kızdığı konuyu unutmuş, bu defa da yurttaki çocuklarını aşağıladığını iddia eden karısına bu yüzden kızmaya başlamıştı.
‘Böyle bir şeyi nasıl sorabilirsin bana? Benim böyle bir kompleks içinde olmayacağımı senden daha iyi kim bilebilir? Yazıklar olsun!’
Kırgın, işine dönmüştü.
Döndüğünde ise canını iyice sıkan bir sürprizle buluşmuştu. Yurt çocuklarının kılıklarının dağıtılmasıyla ilgili mesai tamamlandığında bir gömlek eksik çıkmıştı! Sanki her şey bir kurguymuşçasına, ard arda geliyordu.
Yurt müdürü, yurdun mubayaa memuruna, ‘neden saymadan teslim aldın gömlekleri!’ diye çıkışmaya başladığında, adam, ‘ben sayarak teslim aldım müdür bey, ama yenge hanımın oğlunuza giydirdiği gömlek eksik çıkıyor işte!’ deyivermişti. Böyle bir şey olamaz!
*
"Zavallı babam, bu kadarcık bir yanlış isnadın altında öylesine büyük bir çaresizlikle ezilmişti ki! Bu nedenle, bana diktirilen gömleğin götürülerek, gömleği verilememiş olan çocuğa giydirilmesinden dolayı hiç üzülmemiştim."
“Gerçekten de hiç üzülmemiştin. Aferin sana çocuk!”
“Mubayaa memuruna manifaturacı ve terzi şahit gösterilerek gerçeğin ispat edilmesi gerekmişti. Babamın maruz kaldığı o eziklikten sonra, soğuyuvermiştim pötikare gömleklerden…”
“Biliyor musun çocuk, bir daha pötikare gömlek giymeyeceksin, hiç… Bir pötikare desenli gömlek gördüğün zaman, hep bu anını anımsayacaksın ve babanın meslek onuruna verdiği değer, senin de memuriyetin süresince düsturun olacak. Dik durmayı ve doğru bildiklerini yapmayı hiç bırakmayacaksın. Yaşadığın her şeyin ardından başını yastığa huzur içinde koyacaksın. Birçok kez bunun bedelini mutlaka ödetecek hayat, ama her şart altında "omurgasız" olmaktan iyidir. İlkeler ve değerler olmadan yaşanacak hayatın, elde edilecek gelirin ya da mevkiinin senin gözünde hiçbir değeri olmayacak.
*Her şeye en çok anneler üzülür! Hanımeli, kocasının karşılaştığı ithamdan dolayı kendini sorumlu tutarak kahırlanıyordu.
Bir gün aşağı mahallede bir ahbabı ziyaretten dönerken, yurdun mübayaa memurunun oturduğu evin önünden geçmesi icap etmişti. Sokakta oynayan altı yaşlarındaki bir çocuğun sırtındaki pötikare gömlek dikkatini çekince çocuğun mübayaa memurunun oğlu olduğunu fark etmişti. Gerçek hırsızı yakalamıştı işte!
Oyalanmadan uzaklaştı oradan; hızla yurda ulaştı. Hışımla müdür odasına çıktı.
"Kalk Ali! Acele et! Önemli bir şey göstereceğim..."
"Hayırdır? Nedir bu telaş?"
"Lütfen soru sormadan benimle gel! Mübayaa memurun burada mı?"
"Burada."
"Çağır, o da gelsin!"
Merdivenlerden adeta koşarak indiler. Müdür bey, malzeme ambarı bürosuna girerek, yanında mübayaa memuruyla geri geldi.
"Hayırdır yenge? Bir sorun mu var?"
"Hayır, hayır! Hem de çok hayırlı bir iş için benimle gelmelisin. Acele edin!"
İki adam şaşkın, uygun adım Hanımeli’nin peşi sıra yürüyüp gittiler. Gittikleri yer mübayaa memurunun oturduğu sokak olunca, adam bir şeylerden işkillenir gibi oldu. Evinin önünde oynayan çocuklar arasındaki oğlunu gördüğü anda da her şeyi anladı.
Hanımeli, doğruca çocukların arasına dalıp mübayaa memurunun oğlunu çekiştire çekiştire adamların önüne getirdi.
Kocasına, "işte, bu adamcağızın oğluma giydirdiğimi iddia ettiği gömlek! Meğersem o, kendi oğluna giydirmiş!"
Adamın yüzündeki bütün kan çekilivermişti. Dili damağı kurumuş bir halde konuşamaz hallere düşmüştü. "Şey... Efendim... Ben..."
Müdür bey, ona sadece, "değer miydi, Sedat efendi? Değer miydi?" diye sormakla yetinmişti.
Değer miydi?
Müdür bey kişisel yetkisini kullanarak adamı mübayaa memurluğundan alarak bürodaki bir masaya oturtmuş, bürodaki başka bir memuru da mübayaa işleriyle görevlendirmişti. Gene kendi yetkisini kullanarak adama verdiği ’kınama cezasını’ tebellüğ ettirerek sicil dosyasına takmıştı.
Mübaya memurunun mensup olduğu aşiret içinde birbirleriyle hısım olan çarşı esnafları, hemen o gece mübaya memurunun evinde bir toplantı yaptılar. Ana konu, bundan böyle yetiştirme yurdunun ihtiyaçlarının kendilerinden satın alınmayacağıydı; oysa mübayaa memuru yurdun her ihtiyacını onlardan temin eder, onlar da ona bir miktar rüşvet aktarır, böylece geçinip giderlerdi. Her birinin ortak derdi, "yurt alışverişi keserse iflas edecekleriydi." Aralarından seçtikleri iki kişiyi, çok önemli bir milletvekili olan aşiret reisleriyle görüşmek üzere Ankara’ya yollamaya karar verdiler. Milletvekilinden, mübayaa memurunun görevine iade edilmesi için yardım isteyeeklerdi.
Babam aslında eğitimini ilkokul öğretmenliği için yapmış, fakat bir ilkokulda görevlendirilmek yerine yetiştirme yurdunda görevlendirilince, bu görevde yirmi yıl çalışmış, yurt müdürlüğüne kadar da terfi etmişti.
Bu olayın yaşanmasından sonra, çok değil, daha bir ay geçmişti ki, gelen resmi bir yazıyla kendisine, kadrosunun Milli Eğitim Bakanlığına devredildiği bildirilivermişti. Milli Eğitim Bakanlığı onu Kütahya ilinde merkez köylerinden birinin okuluna tayin ederek, madem öyle işte böyle, mantığıyla bir şekilde cezalandırmıştı. Babamın yirmi yılını geçirdiği yetiştirme yurdu görevlerinden sürgün ile ilkokul öğretmenliğine geçişi hepimiz için sürpriz olmuştu. Babam için ise, yıkım!
Yöneticilikten yönetilmeye, lojmandan kiralık eve, tazminatlarla birlikte iyi sayılabilecek bir maaştan daha düşük bir sınıf öğretmenliği maaşına dönüşüm hepimizin katlandığı bir ceza olmuştu.
Babam, "Batıda öğretmen olmak, doğuda müdür olmaktan iyidir," diyordu. Züğürt tesellisi! Buna inansaydı bana karşı bilinç altında bir düşmanlık beslemezdi. Evet, bundan sonraki ilişkilerimizde bana takındığı tavır, bu sürgün olayının bilinç altında oluşturduğu düşmanlıktan dolayı olsa gerekti.Lojmanda demirbaş olarak bulunan eşyaların dışındaki şahsi eşyalarımızı toparlayarak trenle yolladıktan sonra biz de bir otobüsle Kütahya’ya doğru yola çıkmıştık.
.../...
II.
Bu fotoğraftaki kadın Safinaz abla; benim çipiş gözlüm. Senin de henüz altı yaşındayken yaşadığın ilk aşkın. Bu fotoğrafa iyi bak, sana binlerce öykü anlatacak!"
"Safinaz ablayla ne zaman tanışacağım?"
"Az kaldı!"
*
Ablamın ortaokula devam etme zorunluluğu nedeniyle babamın tayin edildiği köyde değil de, il merkezinde bir ev kiralamaya karar verilmişti. Babam şehre yakın sayılabilecek köye trenle gidip gelecekti. Babama da kolaylık olması için hemen istasyon yakınında bir küçük ev bulup, istasyon ambarından getirdikleri eşyalarımızı yerleştirmişlerdi. Ev, Kore mahallesi denilen bir yerde, tam da istasyonun yanı başındaydı. Babamın maaş durumu, daha iyi bir yerde, daha büyükçe bir ev tutmaya el vermiyordu.
Romanların yaşadığı Kore Mahallesi şehrin en şenlikli yeriydi. Ahalinin ekserisi çalgıcı takımından; geri kalanların içindeyse hırsızı, uğursuzu, dolandırıcısı, yol bağcısı, kalpazanı, tırnakçısı, dızdızcısı, papelcisi, üçkâğıtçısı, kaldırımcısı, kapkaççısı, yankesicisi, kerhanecisi, telekızcısı, konsomatristi, meyhanecisi, soyguncusu, kerizcisi, beyazcısı, silahçısı, pazarcısı, aklınıza her ne gelirse işte ocusu, ne ararsan mevcuttu.
Öyle kara, kuru Romanlardan göremezsiniz orada. Hemen hemen hepsi sarı saçlı, mavi gözlü; sanırsınız ki, Kuzey Avrupa’dan göç etmiş Finli. Safinaz abla ise onların içinde en mavi gözlüsü, en sarı saçlısı… Aramızda yirmi yaş var, o tam yirmi altı yaşında. Olsun! Erkekler kendilerinden yirmi yaş küçük kadınlara aşık olabiliyorlarsa, kendilerinden yirmi yaş büyük kadınlara da aşık olabilir!
Aynı taşlık üstünde iki ayrı evde oturuyorduk. Ev dediysem, bir sofa ile bir oda. Sofanın bir köşesinde bir kara mozaik setle çeşmeden ve üç dört raflı bir sergenden ibaret mutfak. Helâ, avluda ve müşterek…
Babam, hafta içlerinde görevli olduğu köy okulunda kalıyordu ve hafta tatillerinde eve geliyordu. Bu sıkıntıya katlanmasının yegâne sebebi, ortaokulda okuyan ablamın okuyabilmesi içindi. Trenle gidip gelmekteydi.
O yıllar, yokluk yıllarımızdı. Kahvaltı sofralarında bir zeytini iki sokum ekmeğe katık ettiğimiz yıllardı. Vita Yağ diye bir bitkisel margarin yağı vardı, kehribar gibi, sarı; ondaki lezzeti şimdiki hiçbir margarin yağda bulamazdınız. Ekmeğe sürüp üstüne de toz kırmızı biberi serptik mi, iki diş sarımsakla beraber yemeğe doyamazdık.
Aslında memleketin genel hali berbattı. Memurların, işçilerin maaşları ödenememekteydi ve maaş yerine kısaca “Bono” denilen Hazine Bonoları veriliyordu, kiranızı ödeyeceğiniz maaş veremiyoruz, ama bir sürü kâğıt parçası veriyoruz işte, çorbasını yapıp için deniliyordu memurlara. Memurlar sağda solda türemiş “bono” simsarlarına götürüp paraya çevirtiyorlardı genelde, böylece maaşlarının üçte ikisi onların, üçte biri simsarların cebine giriyordu. Hal böyle olunca sürekli borçlanan babam, gırtlağına kadar batmış haldeydi.
Biz beş kişilik bir aileydik; ben, benden üç yaş küçük erkek kardeşim Ersin, benden beş yaş büyük ablam Esin, annem, babam.
Kardeşim Ersin’in, aramızda sadece üç yaş olmasına rağmen, vücudu benimkinin yarısı kadar ya var, ya yoktu. Bebekliğinden beri yaşamadığı hastalık kalmamıştı. Mübalağasız söylüyorum, on iki ayın en az ikisini hastane köşelerinde geçiriyordu. Benden çok farklı, değişik bir çocuktu o…
Her aybaşı, babam, onun için köyden bal ile halis tereyağı getirirdi. Beyefendi cılız kalmış ya, bunlardan yiyip irileşecekmiş. Tereyağı ile balı ekmeklerin üstüne sürüp sürüp yerdi. İki dilim, üç dilim, doymak da bilmezdi deyyus, gene de cılız kalmayı sürdürürdü.
Normal şartlarda olsa benim iki dilim Vita Yağ sürülmüş ekmeğimi, onun on dilim ballı ekmeğine değişmezdim ya, karşımda ağzına burnuna bulaştıra bulaştıra bir yiyişi vardı ki, illa ki canım çekerdi.
“Anne, bir dilim de bana sürsen ya…”
“Kardeşin hasta, o yesin de iyileşsin. Sen ne olsa yersin…”
Tabii ki, ısrar edemezdim.
Arada sırada gizlice, fırından yeni çıkmış sımsıcak bir ekmek alır gelir, bıçakla ortasını yarar, tereyağı ile balı bir güzel doldururdum içine; sonra da gizli bir köşeye sinip o koca ekmeği bir güzel yerdim.
Kardeşime ilaç niyetine yedirilen ballı tereyağını bu şekilde aşırarak yemek, vicdanımı zerre kadar rahatsız etmezdi.
Safinaz ablalar ise dört kişilik bir aileydiler. Her yanı sacla kapalı döküntü bir minibüsle pazarlarda kap kacak satan Kenan amcayla karısı Meliha’nın öz çocukları benimle akran bir oğlandı. Safinaz abla, Kenan amcanın önceki karısından kalmaydı.
Kenan amca işinden yorgun ve sinirli geldiği her akşam hıncını Safinaz abladan çıkartırdı. İyi adamdı, severdim onu da, bir de bu dayakları olmasa…
Annem, kadın başına varırdı Kenan amcanın üstüne, kızı alırdı elinden, bizde yatırırdı. Ablam, sofuda yatıp kalkardı ve yatağına biz kardeşleri dahil hiçbir misafiri kabul etmezdi. Erkek kardeşimle benim için yere serilen döşekte, annem kardeşimi kendi yanına alırdı ve biz Safinaz ablayla beraber yatardık. Gece olup da, annem o meşhur horlamasıyla uykusuna daldığı vakit, biz de yatardık. Safinaz abla dolanırdı boynuma, bacaklarının arasına da bedenimi sokuştururdu, öyle uyurdu. Hele hele uyumadan az önce bir iki de öpücük kondurdu mu yanaklarıma, kuşlar gibi huzurla uyur kalırdım.
*
"Öyle derin uykulardı ki, uyuduklarım... Mutluluklarımın sıcaklığından erimiyordu karlarım, ayaklarım kaymıyordu kaldırımlardan, dizlerim kanamıyordu."
*
Evlerine dönüp de, birkaç gün dayak yemezse, özlerdim onu. Allah’a, Kenan amcanın ona dayak atması ve annemin de onu kurtararak bize getirmesi için dua etmeye başlardım.
Kenan amca, Safinaz ablayı, bir pazarcı arkadaşının oğluna vereceğini açıkladığı gün, çektiğim ıstırabı anlatamam.
Damadı düğün günü gördüğümde ıstırabım daha da arttı. İnceden bir güzelin evlendirildiği oğlan, onun iki bedenine bedel bir ayıydı. İkisi beraber ayıyla yavrusu gibi görünüyorlardı. Çok acımıştım kızcağıza.
Kızcağızın zifaf gecesinde ayının altından sağ salim kalkıp kalkamayacağını çok merak ediyordum.
Birkaç gün sonra gelin gittiği evden ziyarete geldiğinde onu enkazın altından ezilmeden kurtulmuş halde gördüğüm için pek sevindim. O da rahatlamış halde, güller açıyordu.
“Nassı gidiyo evlilik Safinaz abla?” diyerek sırnaştığımda bana bir sırıtışı vardı ki, evliliğin nasıl gittiği kolayca anlaşılıyordu. “Ağzın kulaklarında olduğuna göre tadından yenilmiyor herhal,”diyerek biraz daha sırnaşmaya kalkışınca;
“Ne diyon len sen, gel bakayım buraya!” diyerek başladı beni kovalamaya.
Ben kıkırdayarak, o sırıtarak avluda koştururken avlu kapısından ayı girdi.
Suratı bir karış. Karısına, “ne yapıyorsunuz ulan böyle milletin ortasında!” diye bağırdı.
Safinaz abla, “Hi-iç!” dedi. “Şakalaşıyorduk.”
Ayı, kızcağızın üzerine varıp bir tokat çaktı. “Dün gece canım yanıyor diye benimle cilveleşmeye yanaşmadın da, geldin, bu oğlanla mı cilveleşiyorsun, orospu?”
Donup kaldım. Safinaz abla ağlayarak evin içine kaçtı.
Ayı bana doğru hareketlenince bir tokat da benim yiyeceğimi anladım, oradan içeri, Safinaz ablanın yanına sıvışmaya çalıştım. O hızla bir tekmesi değdi kıçıma.
Arkamdan, “Akranın kızarla oynaşsana lan, deyyus!” diye bağırıyordu. “Bir da karımın etrafında görürsem seni, gebertirim!”
“İyi be! Karını yimeycez heralde!”
Ayılar yavrularını çocuklardan da kıskanırlarmış.
Kenan amca oğluyla beraber sabahın köründe işine gittiği için evde yoktu. Safinaz abla yediği tokattan sonra üvey annesine sığınmak istemişti, ama güvendiği dağa karlar yağıyordu.
Ayı aşağıdan, “len Safinaz! Yürü len eve!” diye bağırınca kadın, kızı korkutarak evden yollamak istedi. “Allah belasını Veresice! Yürü git kocanla!”
Daha dün evlendiği oğlandan yediği tokat, Safinaz ablanın çok ağrına gitmiş, “gitmeyeceğim işte!” diyerek direnmekteydi.
Üvey anne, “baban her gün ağzına sıçıyordu da gıkın çıkmıyordu; kocanın bir tokatı mı ağrına gitti, şırfıntı?” diye azarladıkça, Safinaz abla, inadını arttırıyordu.
“O babam! Bu ne? Elin adamı! Gitmeyecem işte!
“Allah belanı versin! O da kocan! Nikahlın! Kocaların vurduğu yerde gül biter!”
En sonunda onu yollamaktan umudunu kesen üvey anne odanın penceresini açıp, “Sen yürü git oğlum!” diye damadına dil dökmeye başladı. “Siniri geçince ben yollarım onu sana.”
Ayı kibrinden de taviz vermek istemeyerek, “istemezse hiç gelmesin!” diye söylenerek avludan çıktı.
Ben, Safinaz ablanın onunla gitmediğini görerek mutluluktan gülücükler saçmaya başlamıştım.
Eve koşturdum. Anneme heyecanla, “gördün mü anne? Damat, Safinaz ablayı tokatladı. Gördün mü? Beni de tutaydı dövecekti ya, ben kaçtım. Gördün değil mi?” diye bağırmaya başladım.
Annem, “şışt!” diye çıkışarak parmağını dudaklarına tuttu. “Yavaş!”
Doğru ya, bağırmanın alemi yoktu.
Annem, “yürü gidip bir bakalım şu kıza,” diye kolumdan çekiştirerek beni kapıdan dışarı götürdü.“Daha birinci günü neymiş dertleri, bi anlayalım…”
Safinaz ablayı bir köşede büzülmüş, içini çeke çeke ağlarken, üvey annesini detepesinde dırdır ederken bulduk. Kadın, “baban gelip de seni burada görünce, hoş geldin kızım, diyerekten bağrına mı basacak sanırsın? Gör bak, kırılmadık bir kemiğin kalacak mı!” diye söylenmekteydi.
Kenan amca, onu kesinlikle döverdi. Annem de aralarına girer, elinden alır, bize getirirdi. Benim döşeğimde beraber yatardık gene; kuşlar gibi…
Annem, söylenerek odadaki karyolanın bir kenarına oturup, iyice bir yerleşti. “Otur hele şöyle, varma kızın üstüne o kadar da! Anladın mı, ne derdi var kızın, neden gitmek istememekte? İlahi komşu, azıcık suyunda git hele…”
Kadın, annemin iknasıyla bağırıp çağırmaktan caydı. “Ne derdi olacak, bi tokat atmış diye tafra ediyor işte…” diye söylenerek annemin yanı başına oturdu.
Annem, Safinaz ablaya döndü. “Gitmeyip de ne yapacaksın a kızım? Var mı bir planın, yapacağın?”
Safinaz ablanın bir planı yoktu elbette, öylesine “Boşanacağım o ayıdan!” diye söylendi.
Üvey anne onu ciddiye alarak yeniden söylenmek istedi. “Boşanacakmış! Sanki babası izin verir de…”
Annem hemen susturdu onu. “Sus bidakka be komşu!” Yeniden kıza döndü. “Kızım, bu çocuk oyuncağı değil ki, dün evlendiğin adam ilen bugün boşanabilesin… Hem babanın, hem oğlan tarafının namusudur, şerefidir artık bu iş; sen böyle istiyorsun diye, boşan madem ki, demez kimse sana… Herkes namusu, şerefi için yaşıyor. Madem evlendin, çaresi yok sürdüreceksin bu evliliği,yoksa namus meselesi olur, bilesin!”
“Olursa olsun…”
“A be kızım iyi dersin de, sen canından olursun, o elini kana bular. Bunca can yakmağa ne gerek?”
Safinaz abla, kan dökülmesi ihtimalinden sonra korktu, çark etti. Annemin uzattıkça uzattığı nasihatlerini sabırla dinledikten sonra, evine dönmeyi kabul etti.
Hiç değilse bu gece kalsaydı da, yarın gitseydi… Onunla birlikte, kuşlar gibi uyuyamayacak olmanın hayal kırıklığı ile, o an annemden nefret ettim.
Safinaz ablanın annemi dinler gibi yaparken kafasında bambaşka planlar kurduğunu hiç kimse anlayamadı. Meğer, evine gitmek üzere ayaklandığında, evine dönmek gibi bir niyeti hiç yokmuş…Gidişini seyretmek içim kapı önüne çıktığımda, "Elveda yakışıklım, elveda!" diyerek yol boyu uzaklaştı. O an anlamamıştım temelli gittiğini! Yoksa, peşinden ayrılmazdım, giderdim onunla ben de... Evet, oradan çıkıp gittikten sonra, eve gitmemiş, alıp başını gitmiş Safinaz abla.
İstanbul’a gitmiş, deniliyordu yaygın olarak. Almanya’ya gittiği bile söyleniyordu.
Aylarca hiçbir haberi çıkmadı. Onun akıbetini ilk başlarda merak edenler de merak etmez oldular .
Bir tek ayı, o da nikahından düşürüp yeni bir karı alabilme derdiyle bırakmamıştı peşini. İki de bir gelip, kaynatasına ya da kaynanasına, “kızınızdan bir haber yok mu hala?” diye sorup gidiyordu. Bazen de oğlanın anası geliyor, üvey anne ve annemle saatlerce oturup, olayı irdeliyorlardı.
Böyle buluştukları bir gün, annem nereden duymuşsa, duymuş, “Kuyucu Hoca” namıyla meşhur bir hocanın adresini öğrenmişti. Kızın akıbetini ona gidip sormayı önerdi. Üvey anne de, kaynana da balıklama atladılar bu önerinin üstüne.
Hocadan günler önce randevu alındı. Bir orman köyünde ki hoca evine akşam üzeri gidilecekti. Giderken yanlarına beni de aldılar. Ne de olsa başlarına bir erkek gerek ya!
Koruluğun aralıksız selvileri akşamı geceye bürümüştü. Her dal bir yılan, her kütük bir ayı kesilmişti. Her ne kadar erkek olsam da netice de bir çocuktum, korkma hakkım vardı. Ben de korkudan annemin eteklerinden dışarı çıkamıyordum.
Hocanın evine ulaştığımızda, beni o an fark etmemiş olan hoca, “istediğim çocuğu da getirdiniz mi?” diye sordu.
Annem, “Getirdik hocam, işte,” diyerek beni hocanın önüne doğru itti.
Meğer başlarına bir erkek gerektiği için değil, hoca istediği için getirmişler beni. İyi de, beni niye istemişti bu hoca? Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail yerine beni kurban etmeye kalkışmasın şimdi bunlar? Korkmağa başladığımda, hoca, bir iki lakırdı, dua, filandan sonra bizi alıp, evin avlusundaki bir kuyunun başına götürdü. Kuyu dibindeki suyun şavkında, terk-i diyar edip, kendisinden bir haber alınamayan Safinaz ablamın siluetini görürlerse sağ, salim olduğuna karar verilecek; yok, her hangi bir siluet görülmez ise de, ölmüş olduğuna karar verilecekmiş. Hoca efendi, şayet sağ olarak görür iseniz, evde bu sebile tas içine baktıracağım ve de yerini ondan öğreneceğiz, diyerek açıklamalarını tamamladı.
Annem, kuyunun başına sokulmamamı tembih ederek, beni az geride bıraktı. Kendileri gidip kafalarını kuyunun içine doğru uzattılar.
Beni diktikleri yerden, avlu duvarlarının hemen dışındaki koruluktan yılanların, ayıların harekete geçerek üzerime üzerime gelmeğe başladıklarını görerek korkuya kapıldım. O korkuyla kuyu başına koşturup iki kadının arasına sığındım. Gözlerim kuyuda değil, ayılar ve yılanlarda. Hayal gücüm bana doğru gelmekte olan yılan ve ayıların önünü kesen Safinaz ablanın, elindeki sopayla onları kovaladığını gösteriyordu.
Kadınlar, kafalarını doğrultarak Safinaz ablayı göremediklerini söylediler.
Onlardan ayrıcalıklı olduğumu haykırırcasına, “ben gördüm Safinaz ablamı,” dedim.
Sözünü dinlemeyip kuyu başına geldiğim için annem haşlamak üzereyken, Hoca efendi, “o görmüştür,” dedi. “Kalp penceresi açık ya sebilin, görmüştür elbet.”
Günün birinde, babama, "baba, artistler nasıl yaşar?" diye sormuştum. Abartarak, ballandıra ballandıra anlatmıştı.
İş, hoca efendinin tasına bakıp da, penceresi açık kalbimin gördüğü şeyleri anlatmaya gelince, hoca efendiyle üç kadına öyle şeyler anlattım ki, babam duysaydı, ’ben bile bu kadar abartmamıştım be oğlum.’ derdi bana.
"Safinaz ablayı görüyorum. İşte orada. Şimdi gadillaka bincek, subay elbiseli bi herif kapıyı açıp tutmakta. Evinin kapısından gadillakın kapısına kadar bi halı döşeli yola ki, iki yanında iki sıra hizmetçiler el pençe divan durmakta. Üff… Gökten para yağmakta tepesine tepesine…”
Benim bu görgü şahitliğim üzerine Safinaz ablanın sağ salim olduğuna ve zengin bir herifle yaşadığına karar verildi.
../...[ /iceri .
YORUMLAR
Kendisini okutan bütün yazılarınız için, teşekkürler ustaya !
Saygılar, sevgiler
Kemnur
Çok şey yaşamışsınız ve yaşanmışlıklar da boşa gitmemiş, çeşitli şekillerde bizlerle buluşturuyorsunuz. Yaşanırken zor olmuştur, eminim, ama bunların edebiyatımıza kazandırılmış olması sevindirici. Ben, zevkle okuyorum. Tebrik ediyorum.
Selâm ile.
Kemnur
Saygıdeğer kalem dostum. Her zaman dediğim gibi sizin yazılarınızı okumak ayrıcalıktır. Birden çok eskilere götürdünüz. Babası ilkokul öğretmeni olan biri olarak ve o yılları bilen biri olarak çok keyif aldım hikayenizden. Kurallar hep aynı aslında, yanlışları düzeltmeye kalktığında kendini her an gitmeye hazırlamalısın. Güzeldi. Tebrik ederim. Saygılar efendim.
Kemnur
Yani Kemnur şimdi bu yazıya ne desem eksik cümlelerle söz etmiş olurum, ( tıpkı senin eksik cümlelerin gibi.)
Belki diyebilirsin ki yazı bu kadar güzelken neden eksik diyorsun? Malum o yılların hali, hangi cümlelerle tamamlayabiliriz ki? Şimdiki gençler bugün aldığı giyecekleri yarın beğenmez rafa kaldırırken, biz o zamanlar sadece bayramdaaan, bayrama ancak yeni bir giysi görebilirdik.
Çok iyi hatırlıyorum: O zamanların bizim fotoğraf albümünü. Fatih, İstanbul'un en güzel semtlerinden biriydi çocukluğumda. Dedemler 30 m2.lik bir arsa alıp, 27 m2.lik üç katlı bir ev yapmaya kalkmışlardı. Hatta o zamanlar bütün evler o kadardı. Tek odalı, kapıdan içeri girildiği zaman bizi karşılayan küçük bir sofa vardı en lüks evde hepsi o kadar.
Yemek saati gelince, açılıp kapanan bir yemek masası gelirdi odaya. Açılırdı, üstüne güzel bir masa örtüsü serilir, herkes etrafında toplanır yemeğini yer, sonra da işi biter kapatılır giderdi kerata.
Ya şimdi? Süs gibi duruyor koca koca salonlarda. Ne yemeklerin saati belli, ne gelenlerin, ne de gidenlerin.
O zamanlar o küçücük odalarda taa sabahtan başlardı akşam yemekleri yapılmaya. Tavuk yapılacaksa ancak pişerdi. Çünkü tavuklar bile "adam gibiydi."
Neyse kemnur; Yazmayayım nasılsa anlamışsındır ne yazmak istediğimi...
Şimdi her şey görüntüde ne güzel değil mi?
Işıklar bile.
Kemnur
Kemnur
İlhan Kemal
Yazıyı okuyunca daha önce okuduğum kanısına kapıldım ama yine de heyecanla soluksuz okudum.
Çok güzeldi. Tebrikler Kemal Bey
saygılar
Kemnur
Eğlenceli bir bölümdü... Ellerine sağlık..
inşallah çocuğa Allah söyletmiştir ve Safinaz rahata ermiştir.
Devamı var mı ki? Belki Safinaz ın gerçekten nerede olduğunu anlarız diyorum :)