- 1142 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (46)
HUNEYN SAVAŞI VE TAİF’İN FETHİ
Mekke’nin fethinden sonra Arabistan Putperest Araplar açısından yasa boğulurken Müslümanlar açısından artık Arabistan imparatorluğunun kurulması tamamlanmıştı. Her ne kadar henüz Arabistan’da Mekke’ye yakın kentlerden Taif sapa sağlam duruyorsa da, Putperestliği ve putperestleri Taif değil Mekke temsil ediyordu. Taifliler putperestlik inancında güçlü kişiydiler. Taif’in ismi tarih kitaplarında fazla geçmese de, Taif şehri, Mekke ve Medine’ye nazaran biraz daha fazla dağlık araziye sahipti. Onun için insanları yükseklerin sertliğini taşıyordu. Kervanlar Taif’e uğrarlar, şehri ticaret merkezlerinden biri olarak görürlerdi.
Hatırlanacağı üzere tebliğ faaliyetleri sırasında Mekke’de bunalan resul Taif’e İslam tebliği için gelmiş. Taifliler resulü çocuklara taşlatmışlardı. Düz arazi, ova gibi yerlerde yaşayan insanlar kendilerini, bağa, bahçeye, tarım ürünlerine bırakırken. Kendileri toprakla uğraşan insanlar olarak daha yumuşak. Emeği daha çok öne çıkaran insanlardır. Kendilerine güvensiz oldukları için daha çok barışı öne çıkarırlar. Kavgalardan, savaşlardan uzak durmayı isterler. Dağlık arazilerde yaşayanlar ise, kendilerini dağların güvenine bırakırlar. Oluşturdukları sağlam kaleler onlar için güvenlerinin kaynağı. Dağların yüceliğini sertliğini yaşıyorlar. Kendilerine güveniyorlar. Sağlam kaleleriyle adeta kimse bir şey yapamaz diyorlardı. Dağlık arazilerde yaşayanlar tarımla değil, ya hayvancılıkla, ya avcılıkla ya da ticaretle uğraşırlar. Özellikle avcılıkla uğraşan toplumlar emeğin ne demek olduğundan uzak yaşamları içinde, avcılığın özgürlüğüyle kedilerini bütünleştirirler. Ovalarda veya düz arazilerde yaşayanlara yükseklerden bakanlar olarak, daha egemen yapıya sahiptirler. Taifliler bu özleri taşıyanlar olarak, Mekke’nin düşmesinden etkilenmişlerdi. Müslümanların Kâbe’deki putları kırmasına çok kızdılar. Putperestliğe sahip çıkmak için hazırlanmaya başladılar.
Mekke’nin fethinden önce, Medine’den ordu hazırlayarak Mekke’ye doğru gelen Muhammed’in ordusu üzerimize geliyor diye, Taif’e bağlı Havazin kabilesi ordu hazırlayıp beklemişti. Ancak Muhammed Havazin kabilesine değil, Mekke üzerine yürüdü. Taifliler ve Muhammed üzerimize geliyor diye ordu hazırlayan Havazin kabilesi, Mekkelilere yardım için gelmemişlerdi. Medine ile Mekke arası 426 KM. Taif ile Mekke arası ise 100 KM. Muhammed ordusuyla Mekke’ye gelinceye kadar, Taifliler ve Havazin kabilesi çoktan Mekke’ye gelebilirlerdi. Ama gelmediler. Bu olay sanki Taif ile Mekke arasında gizli bir liderlik çatışmasının olduğunu gösteriyor. Muhammed’in ordusu ağır adımlarla Mekke’ye doğru yaklaşırken, Taifliler hazır olan Havazin ordusuna da katılarak, Mekke’yi kuşatan Muhammed’i arkadaş çevirebilirlerdi. Bunu yapmadılar. Mekke’yi, Kâbe’yi kurtarmak için kıllarını bile kıpırdatmadılar. Adeta Mekkelilerin Müslümanlar tarafından yenilmesine rıza gösterdiler. Mekke düşünce, Arabistan’da Taif’ten başka güçlü şehir kalmamıştı. Putların kırılmasına kızan Taifliler, Arabistan’daki putperestleri kendi etraflarında toplamak için yola çıktılar. Putperestleri birleştirecek Mekke artık bitmişti. Belki de Taif’in beklediği buydu. Bu nedenle, Mekke ile Medine arasındaki savaşlarda Mekke’ye yardım etmemişler. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te Mekkelileri yalnız bırakmışlar. Muhammed Mekke’ye yürürken de seyretmişlerdir. Taifliler sadece Mekke’nin Medine tarafından bitirilmesini seyretmediler. Aynı zamanda Beni Nadr, Beni Kureyza ve Hayber Yahudilerinin de Medine ile ilişkilerinde seyrettiler. Taiflilerin bu durumu gerçekten manidardır. Hâlbuki putperestliğinde, Yahudiliğinde karşısında oluşan tehlike Müslümanlardı. Taifliler, kendilerinden başkası kalmayıncaya kadar Medine’yi seyrettiler. Adeta şunu diyorlardı. Arabistan halkı bizim kıymetimizi bilmedi. Sürekli Mekke’yi, Mekkelileri öne çıkardı. Hâlbuki bizler Mekkelilerden daha üstün durumdayım. Daha netiz. Daha etkiniz. Ama bilmiyorlardı ki, putperestler olarak sıra kendilerine de gelecekti. Kendilerini dağların eteklerine, dağlara atmış olmanın onları Arabistan’dan koparamazdı. Mutlaka Arabistan’daki her olay onları etkileyecekti. İşte Kâbe Müslümanların eline düşmüştü. Hac zamanında hacca gelmeyecekler miydi? Hac için Muhammed’den izin almayacaklar mıydı? Müslümanların Mekkelilerle yaptığı Hudeybiye antlaşması gibi antlaşma yapmak zorunda değiller miydi? Artık hiçbir putperest, Müslümanlardan izinsiz, elini kolunu sallayarak Kabe’yi ne umre için, ne de hac için gelemezlerdi.
Mekke’nin Müslümanlar tarafından fethedilmesinin yankıları bütün Arabistan’da, Bizans’ta, İran’da, Mısır’da, Habeşistan’da çalkalanıyordu. Özellikle Mekke’nin Medine devleti tarafından fethedilmesi, Arabistan’ın Muhammed’in etrafında toplanması Bizanslıların dikkatini çekmişti. Çünkü daha yeni Mute’de Muhammed’in ordusunu yenememişlerdi. Karşılarına bir hayalet ordusu çıkmış. Kendilerinden 35 kat az olmalarına rağmen Bizans ordusunu dağıtmıştı. İran kendine çeki düzen vermiş. Eskisi gibi Müslümanlarla alay edemiyordu. Üstelik Yemen krallığı da olduğu gibi Müslüman olmuştu. Habeşistan ise, eskiden beri Müslümanların dostuydu. Müslümanları Mekke dönemindeki mücadelede kabul etmiş. Müslümanların hicretlerinin onurla tamamlanmasına zemin hazırlamışlardı. Putperestlerin isteklerine karşı Müslümanlara sahip çıkmış. Mekkelilerle var olan güzel diyaloglarını tehlikeye atmışlardı. Kısaca Habeşistan başından beri tavrını Müslümanlardan yana koymuştu. Arabistan, Yemen, Habeşistan hepsi aynı noktada birleştiğinde, İran sanki hiçbir şeydi. İran eskiden Arabistan çöllerinde yaşayan çıplak bedeviler olarak Arapları değerlendiriyordu. Ama Müslümanların Mute’de aldığı başarı İranlıları korkuttu. Hele Yemen’in düştüğünü, Müslüman olduğunu duyunca dehşete kapıldı. Habeşistan’ın Muhammed ile dostluğunun daha ileriye gittiğini duyunca çileden çıktılar.
Mekke’nin düşmesiyle, Araplar Muhammed’e koşuyor. İslamlarını bildiriyorlardı. Hatta birçok kabile, ne olur ne olmaz diyerek, Muhammed’e geliyor, henüz iman edemediklerini, ama Medine’ye biat ederek yaşamak istediklerini söylüyorlardı. Bazı Arap kabileleri Medine ile barış yapmak istediklerini bildiriyor. Temsilcilerini göndererek sözleşme imzalıyorlardı. Müslümanların Arabistan’daki hâkimiyeti her geçen gün tescilleniyor. Muhammed kendine bağlanan bölgelere, ya yerel liderleri vali atıyor. Ya da oralara Medine’den valiler gönderiyordu.
Mekke’nin fethinden sonra, Arabistan’daki gelişmeleri izleyen Taifliler sıranın kendilerine geleceğini düşünerek, anlaşabildiği kabilelerle anlaştılar. Havazin kabilesinin lideri Malik bin Avf Taifli Sakif oğullarıyla birlikte hareket etmeye karar verdiler. Zaten daha önceden de, Muhammed Mekke’ye doğru yürürken üzerimize geliyor diye ordusunu hazır etmişti. Havazin kabilesi kendine yardım eden diğer putperest kabilelerle birlikte 20.000 kişilik bir ordu hazırladı. Ordunun güçlü olması Taiflileri rahatlattı. Taifli Saif oğulları ne olur ne olmaz hesabıyla Taif kalesinden çıkmadılar. Savaşın gidişatına göre, ya kaleden çıkacak Havazinlileri yardım edeceklerdi. Ya da Havazinlileri kalede bekleyeceklerdi. Bir bakıma Havazinliler ve Sakif oğulları savaşın öncüleri olacaklardı. Her iki kabile savaş konusunda üstünlükleriyle bilinirlerdi. Dağlarda yaşamanın getirdiği avantajla, avcılık yaptıkları için çok iyi ok kullanırlar. Dağlık arazilerde olağanüstü pusular kurarlardı. Kısaca harp ehli topluluklardı. Belki de Mekkeliler Medine ile savaşırken, kendilerine aşırı güven nedeniyle katılmak istemediler. Mekkelilerin ne kadar zayıf olduklarını Arabistan’a göstermek gibi bir algıları vardı.
Muhammed Taiflilerin savaş hazırlıklarını haber alınca, savaş için ordu hazırlıklarına başladı. Çevresine haberler gönderdi. Müslümanların ordusu 12.000 civarındaydı. İslam ordusunun dört bini Ensar’dan, bini Muhacirlerden, beş bini Müslüman olan Arap kabilelerinden, iki bini de Mekkelilerden oluşuyordu. Hatta Seksen kadar Mekkeli putperest Arap da, orduya katılmıştı. Putperestlerin amacının ganimetlerden pay almak olduğunu tarihler kaydediyor. Müslümanların ordusu, Taiflilerin 20.000 kişilik ordunun yarısıydı. Putperestler Mekkelilerin liderliğinde bu kadar ordu hazırlayamamışlar. Müslümanlar da hiç kendilerine bu kadar denk düşecek orduyla savaşmamışlardı. Gerçi Mekke’yi fetheden ordu, Mekkelilerden çok fazlaydı. Ama Mekkelilerle herhangi bir savaş olmamıştı.
Müslüman ordunun başkomutanı Muhammed Huneyn bölgesine gelince, Putperest ordusunun kendilerinden önce geldiğini gördü. Hemen ordusunu savaş için hazırladı. Belirli mevziler tayin etti. Bir öncü grup oluşturarak başına Halit Bin Velid’i geçirdi. Plan olarak Halit Bin Velid’in öncü birliği savaşa önce girecek, düşmanın durumu hakkında bilgi edinecekti.
Havazinlilerin ordusuna komuta eden, Havazin’in lideri Malik bin Avf şöyle düşünüyordu. Kendilerinden başka Mekke’de putperestliği savunacak ciddi bir güç yoktu. Bugün burada yenilirlerse, artık putperestlik adına her şey bitecekti. Ordu kendilerini putperestliğin sonu olarak görüyordu. Ya kazanıp tekrar putperestliği Arabistan’a hâkim kılacaklar. Ya da yok olup gideceklerdi. Malik bin Avf, konunun önemini vurgulamak için çocuklarını, kadınlarını, değerli mallarını savaş alanına getirtti. Bunun nedeni; meselenin sadece yenilmeleri olmadığını, yenilirlerse, kadınlarının, çocuklarının ve mallarının Müslümanların eline geçeceğini açıkça göstermişti. Malik Bin Avf istiyordu ki, putperestler bütün gücüyle savaşsınlar. Başlarına geleceği açıkça görsünler. Havazinlilerin 20.000 kişilik ordusu az da değildi. Ebu Süfyan Muhammed ile savaşmak için o kadar çok uğraştığı halde, hiçbir zaman 20.000 kişilik ordu hazırlayamamıştı. Taiflilerin putperestlik adına bu tutumları manidardı. Eğer gerçekten, Bedir savaşında, Hendek savaşında, Uhud savaşında, müşrikler 20.000 – 30.000 kişilik ordu hazırlayıp gelselerdi. Müslümanların hali çok zor olurdu. Ama onlar nedense, kendi iç dinamiklerinden gelen türlü yorumlarla, Mekke’ye destek vermemişlerdi. Belki baştan beri Havazinliler, Taifliler Mekke’ye destek verselerdi durum bu noktaya gelmeyebilirdi. Çünkü Ebu Süfyan Mekke adına en fazla 10.000 kişilik ordu toplarken olaya Taifliler de katılmış olsaydı. Mekke’ye saldıran putperest ordusu 50.000 kişiyi bulabilirdi.
Taiflilerle birlikte hareket eden Havazinlilerin 20.000 kişilik ordusu Huneyn’de hazırdı. Taifliler kalelerindeydi. Ordu olarak Huneyn’e gelmemişlerdi. Malik Bin Avf’a göre, Taifliler yanlış taktiklerle Kâbe’yi kaybederken, sonlarının geleceğini düşünmemişti. Siyasi, sosyal, ekonomik çıkarların kurbanı olmuşlardı. Şimdi ise Malik Bin Avf biz sonuz diyordu. Son; bundan böyle Araplar arasında bizden başka Muhammed’e karşı koyacak bir ordu yok. Ona göre savaşın. İşte mallarınızı, çocuklarınızı, kadınlarınızı savaş meydanına getirdiniz. Ya bunlar için öleceksiniz, ya da bunları Muhammed’e teslim edeceksiniz. Malik Bin Avf’ın etkili konuşması, gerçeği ordusunun gözlerinin içine sokması, ordusunu etkiledi.
Huneyn bölgesi dağlık, girintileri çıkıntıları, inişleri çıkışları, gizli yolları, mağaraları, geçitleri bol bir yerdi. Tuzak kuracak ordular için bulunmaz avantajlara sahipti. Putperest Araplar Müslümanlardan önce Huneyn’e gelmiş. Liderleri Malik Bin Avf’ın dikkatli, titiz çalışmasıyla, ordusu türlü tuzaklar hazırlayarak Müslümanları bekliyordu.
Müslümanlar ise rahattı. Bugüne kadar birçok savaş yapmışlar. Yaptıkları her savaşta kendilerinden birkaç misli düşmanlarla karşılaşmışlardı. Hele Mute savaşı ki, Mekke’nin fethinden önceydi, Bizans ordusu karşılarına 35 kat fazlasıyla çıkmıştı. Müslümanlar kendilerinden 35 kat büyük Bizans ordusuna yenilmemişlerdi. Mute savaşının arkasından gelen Mekke’nin fethi, Müslümanların güvenini iyice artırmıştı. Her ne kadar Muhammed, yine titizlikle ordusunu yönetiyorsa da, gereken bütün bilgileri topluyorsa da, ordu kendi aklında, düşüncesinde, kalbinde kendine güveniyordu. Müslümanlar arasında “biz nice fazla topluluklarla savaştık, bunları haliyle yeneriz” diye fısıldanmalar başladı. Sanki Huneyn’deki ordu, Müslümanlar için çantada keklikti. Müslümanlar çokluklarına güvenlerini dillendirmeye başladılar. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te, Mute’de başlarına gelen olaylardan ders almamış gibiydiler. Hele Mekke’nin fethi sırasında gelen Nasr suresinin ayetlerinden ders almamış gibiydiler. Birden bire Müslüman ordusunu gurur, kibir kaplamıştı. İnanıyorlardı ki, bugün buradan mutlaka galip çıkacaklar. Putperestleri dağıtacaklar. Birçok ganimetlere konacaklardı.
Halit Bin Velid kalbinde hiçbir olumsuzluk olmadan aldığı emirle öncü kuvvetini düşmana doğru yürütmeye başladı. Düşmana ulaşabilmeleri için dağlık arazinin geçitlerinden geçmeleri gerekiyordu. Muhammed düşman ordusunun gece eğlencelerini dikkate alarak, orduyu sabah vakti yürütmüştü. Henüz güneş doğmamış, ortalık ağarmamıştı. Amaç sabah vakti karanlıkta dağlık araziyi geçip açıktaki düşman ordusuyla sabahın ışıklarıyla savaşa başlamaktı. Gece geç vakitlerde yatan düşman ordusunun henüz uyuduğu hesaplanmıştı. Ama öyle olmadı. Putperestler disiplinli bir şekilde Müslümanları bekliyorlardı. Artçı güçleri, kadınlar, çocuklar eğlenmişler. Ordunun bir bölümü ise disiplinli şekilde mevzilerinde kalmıştı. Çünkü liderleri Malik Bin Avf ordusunu iyice korkutmuş. Görevlendirmeleri çok iyi yapmıştı.
Halit Bin Velit komutasındaki öncü grup dar geçitlere girdiğinde, dağlarda pusu kurmuş Putperest ordusunun ok yağmuruyla karşılaştılar. Ortalık henüz aydınlanmamıştı. Onun için kim nereden atıyor belli değildi. Gerçi atanlarda kime attıkları bilmiyorlardı. Atanın bilinmediği, atılanın görülmediği bir ok yağmurunda Müslümanlar neye uğradığını şaşırdılar. Müslümanların şaşkınlığını gören putperest ordusunun diğer grupları Müslümanların üzerine saldırınca Müslümanlar bozguna uğrayıp geriye doğru kaçmaya başladılar. Halit Bin Velit Uhud’da kurduğu tuzağın benzerine kendisi düşmüştü. Dağlık arazide pusular kurmakta usta olan Havazinliler becerilerini göstererek Müslümanları dağıttılar.
Geriye doğru kaçan Müslümanların moral bozukluğu gerideki ordunun da moralini bozdu. İpinden kopan tespih taneleri gibi Müslümanlar dağılmışlardı. Malik Bin Avf’ın komutasındaki ordu Müslümanlara darbeyi vurmak için bütün gücüyle saldırdı. Aynı Uhud’daki gibi resul savaş ortasında kalmıştı. Etrafında Ali, Abbas, amcası Haris’in oğlu, Ebu Süfyan ile iki oğlu, Fazl ibn Abbas, Eymen ibn Ubeyd ve Üsame İbni Zeyd’den oluşan sekiz kişi kalmıştı. Ordu savaşmayı bırakmış. Birbirine girmiş. Müslümanlar arasında yönetim kalmamıştı. Hatta öyle ki, Müslümanların atları dahi ne yapacağını şaşırmış birbiriyle çarpışıyorlardı.
Resul ve bazı Müslümanlar dağılan orduyu toparlamak için sesleniyorlardı. Bir müddet sonra Müslümanların bir bölümü toparlanarak düşmanla çarpışmaya başladı. Bunu gören dağılmış Müslümanlar geriye gelmeye başladılar. Müslümanların toplandığı gören Muhammed bütün güçleriyle düşmana saldırmaları için emir verdi. Bir anda savaş tersine dönmüştü. Putperestler neye uğradığını bilemediler. Her biri dar geçitlerde avlanılmaya başlandı. Bu sefer kaçma sırası putperestlere kalmıştı. Havazinliler canlarını kurtarmak için Taif’e doğru kaçmaya aşladılar. Kadınlarını, çocuklarını, değerli eşyalarını savaş meydanında bıraktılar. Malik bin Avf’ın bütün çabaları boşuna gitmiş. İnsanların canı; maldan, çocuktan, kadınlarından daha kıymetliydi. Öldürülmemek için her şeylerini savaş meydanında bırakacak kadar korku kalplerine girmişti.
Allah Huneyn’deki bu durumu tövbe suresinin 25-27. ayetleriyle bize bildiriyor. “Andolsun ki Allah, birçok yerde ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonunda gerisin geri dönmüştünüz. Sonra Allah, Resul’ü ile müminler üzerine sekinetini indirdi. Sizin görmediğiniz ordular indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır. Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin tövbesini kabul eder. Zira Allah bağışlayan, esirgeyendir”
Çoklukla övünmek, insan psikolojinin en zayıf anıdır. Çoklukla övünmek bir bakıma, bir insanı tepeye çıkarıp anında yere bırakmak gibidir. Yüksekte insanın gözü dönebilir. Dengesi kaybolabilir. Yüksekte bulunmakla övünürken bütün emniyetleri yitirebilir. Anında da düşebilir. Huneyn böyle oldu. Huneyn bölgesinde Müslümanlar çoğunluklarına güvenerek, düşmanlarını görünce, “biz nice çok toplulukları yendik, bunları haydi haydi yeneriz” diye bir gurura kapıldılar. Huneyn onlara dar getirildi. Allah’ın ayetlerinde bize hatırlattığı, insan inancının, kimliğinin bozukluğu olarak belirttiği; kibir, kendine aşırı güven, ne yazık ki Huneyn’de Müslümanları yakaladı. Her zaman Müslümanları uyaran Allah sonradan, yine Müslümanları tövbe suresinin ayetleriyle uyarmıştı. Ama olan olmuştu. Müslümanlar Mekke’nin fethinin ardından bozgunu yaşadılar. Yine savaşın ortasında resullerini bırakıverdiler.
Çoğunluk fobisi, çoğunluk üzerine iktidarlar günümüzün modası. Demokrasi denilen bir sistemle, çoğunluk olarak oy verenlerin en çok oy alanı insanları yönetiyor. Bilerek ve isteyerek; biz çoğunluğuz, çoğunluk olarak insanları yönetme, biçimlendirme hakkına sahibiz diyorlar. Böylece gizli, açık bir kibir, gizli açık bir bencillik, gizli açık bir özgüven, insana insanlara hâkim oluyor. Çokluk azınlıktaki insanları ezdiği gibi, küçük ama güçlüler karşısında dağılıp gidiyor. Güdülmeye, yönetilmeye müsait oluyor. Ülkemizin tarihinde çoğunluk azınlık ilişkilerini bize örnekleyen bir çok olayı yaşayarak geldik. Üç beş asker çıkıyor. Ben darbe yaptım diyor. Askerlere emir veriyor. Çoğunluk zapturapt altında kalıyor. Üç beş sermaye sahibi, birkaç gazete çıkarıyor. Televizyonları satın alıyor. Medyaya hâkim oluyor. Yazarları satın alıyor. İstediği gibi çoğunluğu yönetiyor. Üç beş politikacı çıkıyor. Milletin nabzına göre bir şeyler söylüyor. Arkasından istediği her şeyi gerçekleştiriyor. Çoğunluk kavramı insanı, insanları yanıltmanın temeli olarak karşımıza çıkıyor. Hayat çoğunluklar üzerine kurulduğu zaman, güçlü azınlıklar her zaman çoğunlukları dağıtıyor. Onun için İslam çoğunluklar üzerine değil, hidayet üzerine yürüyen akla, muhakemeye, iradeye dayanıyor. Onun için İslam çoğunlukların kararları üzerine değil, Allah’ın hükümlerine dayanıyor. Çoğunluk ne derse desin, konuya ilişkin Allah’ın ayeti Müslümanlara hakim oluyor. Gerçi bugün bu böyle değil. Artık Müslümanlar Allah’ın ayetlerine göre değil, çoğunlukların kararlarına göre hayatlarını yaşıyorlar. Aslında bu durum, çok öncesi yıllarda başlamıştı. Ehlisünnet mezhepleri dediğimiz kavram Müslümanlara yerleşmeye başladığı andan itibaren, Müslümanları Allah’ın ayetleri yönetmiyordu. Ehlisünnet mezheplerinin devletle ilişkileri kurulduğundan itibaren, mezhep imamlarının veya fakihlerinin görüşleri, Ayetlerin hükümlerini geri bıraktılar. Bugün bile; herhangi bir konuda Allah’ın ayetinin hükmünden söz ettiğinizde, karşınıza çoğunluğun yani Ehlisünnetin görüşü çıkarılacaktır. Mesela; “şefaat ancak Allah’ındır” ayetini okudunuz. Allah’tan başka kimsenin şefaat yetkisi yoktur dediniz. Hemen karşınıza çoğunluğun görüşünü getireceklerdir. Birçok âlimin isminden söz ederek “bu âlimler bu ayeti bilmiyorlar mıydı?” diyecekler ve ayetin hükmüne karşı çıkacaklardır. Mesela; boşanma konusunda Allah’ın ayeti bellidir. “Boşama iki defadır. Üçüncü boşamadan sonra nikâh yoktur” Yani Müslümanlar evlilik ilişkisin kuran nikâh akdini aynı kişiyle üç defa yaparlar. Birinci nikâh, birinci boşama hakkını, ikinci nikâh hakkını doğurur. İkinci nikâh ikinci boşama hakkını, üçüncü nikâh hakkını doğurur. Üçüncü nikâh, üçüncü boşama hakkını doğurmaz. Çünkü üçüncü boşama hakkını kullanmak, dördüncü nikâh hakkını doğurmaz. Çiftler üçüncü boşama hakkını kullandıklarında, artık yeniden nikâhlanamazlar. Ta ki; çiftlerden kadın olanı başka bir erkekle nikâhlanıp boşansın. Ancak o zaman kadın tekrar eski eşiyle nikâhlanabilir. Burada söz konusu olan, üç defa denenmiş evlilik ilişkisi, üçüncü defa bozulursa bir daha denenmeye layık görülmez. Ayet böyle derken, fiili bir boşanmada, üç boşama hakkını kullandım diye yemin edilirse, fiilen bir boşanma, üç boşanma olarak kabul edilerek, hülle emredilir. Hülle kadının başka bir erkekle evlilik kurmasıdır. Ayetin hükmü açıkken, Ehlisünnet üç boşama hakkını kullandım sözünü fiilen bir boşama hakkını üçüncü boşama sayarak, insanları hülleye davet ederken, ayetin hükmünü çiğnemektedirler. Bunu söylediğinizde karşınıza ayet değil, çoğunluk çıkar. Çoğunluk âlimlerdir, fakihlerdir. Müslümanların yaşamında çoğunluk olma fikri her zaman kendini göstererek Müslümanları kendine köle kılmıştır.
Allah ne diyor? “çoğunluğunuz size kendini beğendirmiş. Fakat çoğunluğunuz sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı” Bu her zaman böyledir. Çoğunluk asla hiç kimseyi kurtaramıyor. İnsanı kurtaran şey, bilgili, bilinçli, inançlı kişiliktir. Çoğunluk olduğumuzda bilgi, bilinç, inanç kaybolmaya başlar. Bilgi, bilinç, inanç kaybolmaya başladığında, işin içine korku, çıkar, kolayı istemek girer. Bir zamanlar Türkiye’de oyların yüzde seksenini alan Menderes’i darbeyle indirdiklerinde, idam ettiklerinde çoğunluğun kılı kıpırdamadı. Korkularından evlerine kapandılar. Hâlbuki nitelikli azınlık olsaydı, yapılanlara karşı dünyayı tersyüz ederlerdi. Bugünde çoğunluklara dayalı iktidarlar var. Korkularından Müslümanları cezaevlerinden çıkaramıyorlar. Ama biz de Müslüman’ız diyorlar. Hem de Müslümanların sesiyiz diyorlar. Gözlerinin önünde Müslümanlar katlediliyor. Ama nitelikli olmadıkları için Amerika’dan izin alamayınca bir şey yapamıyorlar. İsrail; günlerce Müslümanların üzerine bomba yağdırıyor. Çoğunluğun hâkimleri ağıtlar döküyor. Ama kendilerinin onda biri İsrail’e, bombalamaya devam edersen, uçaklarımız seni bombalar. Donanmamız ülkenizi yerle bir eder diyemiyorlar. Niçin nitelikli değiller. İnançlı değiller. Bilgili, bilinçli değiller. Çoğunluklar, çoğunlukların sesiyiz diye ortalıkta dolaşıyorlar. Allah bu gerçeği ayetlerinde Müslümanlara hatırlatıyor. Çoğunluğunuz sizi hezimetten kurtaramadı.
“Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda gerisin geri dönmüştünüz” Çoğunlukların kaderi buydu. Dünyanın her yerinde çoğunluklara bağlı tüm ilişkiler. Gerisin geriye dönecektir. Evelerine kapanacaklar. Dünyada kaçacak yer bulamayacaklardır. Çoğunluk olma yerine nitelikli, bilgili, bilinçli, insan olma, insanlar olma, ümmet olma bilincine ulaşmak gerekiyor. Allah hidayetten söz ediyor. Hidayet nedir? Hidayet çoğunluk mudur? Hidayet kalabalık olmak mıdır? İşte bugün Müslümanların düşüncelerine bakınız. Hep birlik olmaktan söz ediyorlar. Yani çokluk olmak istiyorlar. Ancak çokluk olunca başarılı olacaklarını sanıyorlar. Hâlbuki Allah böyle demiyor. Her şeyden önce başarı sizin durumunuza bağlı değil diyor. Çokluk olsanız da, hidayetiniz dağıldığında, çoğunluğunuz hiçbir işe yaramaz diyor. Ama günümüzün Müslümanları, birlik olarak çoğalmayı düşünüyorlar. Birlik olunca başarıya ulaşacaklarını söylüyorlar. Her iki halde de ayetlere ters düşüyorlar. Allah bildiriyor ey Müslümanlar. Çokluk bir şey ifade etmez. Başarı sizin çokluğunuza, çalışmalarınıza bağlı değildir. Başarıyı ben veririm diyor. Bu ne inattır ki, hala Müslümanlar ayetleri anlamak istemiyorlar?
“Sonra Allah, Resul’ü ile müminler üzerine sekinetini indirdi. Sizin görmediğiniz ordular indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır. Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin tövbesini kabul eder. Zira Allah bağışlayan, esirgeyendir”
Ya Rabbi bizim üzerimize de sekinetini indirir misin? Bize de yardım için görmediğimiz ordular gönderir misin? Bize de meleklerinle yardım eder misin? Bize de düşmanlık eden kâfirlere ceza verir misin? Bizim de tövbelerimizi kabul eder, bizi bağışlar mısın? Demekten başka çaremiz var mı?
Ama ayetlerdeki bu duaları yapabilmek için önce hatalarımızı görmemiz, hatalarımızı anlamamız gerekiyor. Ne var ki günümüz Müslümanları henüz ayetlerde söz edilen hataların farkında değiller. Müslümanlar çokluk olmak için çalışıyorlar. Müslümanlar başarıya odaklanıp çalışıyorlar. Hem öyle ki, çokluk olmak için türlü çağrılarda bulunuyorlar. Çağrılarına uymayanları suçluyorlar. Başarı için çalışıyorlar. Başarıyı göremediklerinde yine başkalarını suçluyorlar. Hâlbuki Allah bunların tersini söylüyor. Bunlar yanlıştır diye ayetleriyle uyarıyor. Ama ayetleri gören yok. Ayetleri duyan yok. Ayetlerle konuşan yok.
Çoğunluk, güç, insanların aklına, muhakemesine, iradesine, kalbine o kadar çok işlemiş ki, insanlar çoğunluk olmadan bir şey yapamayacaklarına inanıyorlar. Görevlerini yapma yerine kendilerini başarıya, kazanmaya odaklıyorlar. Başaramadıklarında, herhangi bir kazanç elde edemediklerinde, hemen yanlış yaptıklarına inanıyorlar. Metotlarını, bilgilerini, ilişkilerini değiştirmeye başlıyorlar. Üstelik yanlışlarını görüp tövbe etmiyorlar. Allah’tan yardım dilemiyorlar.
Bu savaşta Müslümanlar düşmandan çok sayıda esir ve ganimet elde ettiler. Müslümanlardan beş kişi şehit olmuş. Düşman ise sayısızca kayıp vermişti. Düşman ordusu dağınık biçimde, değişik yönlerde geri çekildiği için birçok kollara ayrıldı. Bir kısmı Mâlik bin Avf komutasında oldukları halde Mekke Taif yolunu izleyerek Taif kalesine, bir kısmı Batn-i Nahle’ye, bir kısmı da Evtâs taraflarına gittiler.
Resul Evtâs yönüne kaçanları izlemek üzere bir birlik görevlendirdi. Bu birlik düşmana Mekke’nin kuzey doğusunda bulunan Evtâs’ta yetişti. Aralarında kanlı bir savaş oldu. Savaş sırasında Müslüman birliğin komutanı Ebu Amr şehid oldu. Yerine geçen kardeşi Ebu Mûsâ el-Es’arî düşmanı kesin bir yenilgiye uğrattı.
Resul ordularına, Taif’e doğru yürümeleri için emir verdi. Taif çok güçlü bir kaleydi. Kolay alınacak bir yapısı yoktu. En büyük avantaj Taiflilere yardım için gelecek herhangi bir güç kalmamıştı. Resul Taif’i kuşattığında Taifliler yalnızdı. Müslümanların ordusu Taif kalesinin etrafını kuşattığında, Taifliler ok yağmuruna tuttular. Resul durumu görünce orduyu okların yetişemeyeceği yere kadar geri çekti.
İranlı Selman-i Faris’in önerisiyle mancınık yaparak kaleyi taşa tuttular. Taiflilerin okları yetişemiyor ama mancınıklardan atılan taşlar kaleyi dövüyordu. Buna rağmen Taif dayanıyordu. Kalenin etrafında Taiflilerin üzüm bağları vardı. Onarın en büyük gelir kaynağı üzümlerdi. Resul ordusuna emrederek üzümleri kestirmeye başladı. Taifliler bütün üretimlerinin Muhammed tarafından el konulduğunu görünce ne yapacaklarını şaşırdılar. Bu ara Müslümanlardan bir grup, bir korumalığın altına saklanarak kapıya hücum ettiler. Ancak Taifliler demirleri kızartıp üzerlerine atarak geri püskürttüler. Taiflilerin teslim olmaya niyetleri yoktu. Müslümanlar da teslim alamıyorlardı. Muhasara gittikçe uzamıştı. Muhammed, Taiflilerin elini kolunu kurutmuştu. Kalenin dışındaki bağlarda, bahçelerde ne varsa toplattı. Nasılsa Taifliler Müslümanlara saldıramazdı. Muhammed kaleye haberler göndermek için haberciler seçti. Haberciler kaleye yaklaşıyor. Kim kaleden çıkar Müslümanlara katılırsa hür olacaktır. İster Müslüman olsun ister olmasın. Diye bağırıyordu. Kaleden bazıları surlardan atlayarak Müslümanlara katıldılar. Ama kale düşmemişti.
Resul ordusunu Ci’rane’ye çekti. Ci’rane Taif’in yakınlarında bir yerdi. Havazin kabilesinden alınan ganimetler orada bekletiliyordu. Havazin’in lideri Malik Bin Avf ordusuyla birlikte Taif’teydi. Resul Malik’e haber gönderdi. Eğer gelir Müslüman olurlarsa veya teslim olurlarsa, malları hariç kadınlarını çocuklarını alabilirler. Bir müddet bekledi. Ganimet paylaşımını geciktiriyordu. Gelmeyecekler diye ganimetleri paylaştırmaya başladığında Malik Bin Avf ordusuyla göründü. Havazin ordusu, liderleri Malik bin Avf ile birlikte Müslüman oldu. Artık Taif dağılmıştı. Resulün Taiflileri serbest bırakması onları düşündürmeye başladı. Nereye gidecekler? Ne yapacaklar? Arabistan’ın ortasında Müslümanların ortasında ne yapacaklardı?
Havazinlilerin lideri Malik bin Avf Müslüman olduktan sonra, Sakif oğullarıyla temas kurdu. Sakif oğulları, müellefetülkulup olarak kabul edildi. Yani kalbi İslam’a ısındırılacaklar. Onlara bazı haklar tanındı. Medine devletinin himayesine alındılar. Bu gelişmelerden sonra Sakif oğulları da bir yıl sonra Müslüman oldular. Böylece Taif konusu kapanmış oldu.
Resulün savaş taktikleri her zaman çok farklıydı. Güçlü bir yönetici olarak her şeyi hesap ediyor. Ordusunun zayiat vermemesi için muhasarayı kaldırıyor. Taif’i fethetmek için başka stratejiye geçiyordu. Her şeye rağmen, Huneyn bozgununa rağmen, Taif’in muhasarasındaki olumsuzluklara rağmen resul Taif’i almıştı. Ama savaşarak değil. Arabistan’ın ortasında Taiflileri yalnız bıraktı. Bağlarını, bahçelerini derleyip topladı. Taif’in sadece kalesinin etrafını değil, Taiflilerin yaşadığı bölgeyi ablukaya aldı. Şimdi resul ile savaşan Taifliler nereye gidebilirlerdi? Kervanlarını geçirebilirler miydi? Paralarıyla herhangi birinden bir şey alabilirler miydi? Taifliler bunu çok iyi biliyorlardı. Artık işleri bitmişti. Onlar resule savaş açarak kendi iplerini çekmişlerdi. Taif onların farkında olmadan fethedilmişti. Resul muhasara sırasında bunu anlayınca hemen ordusunu çekti. Nasılsa Taifliler mutlaka Muhammed’e geleceklerdi. Zaten resul muhasara sırasında ne demişti? Müslümanlara teslim olanlar güven altında olacaklar. İşte Havazin kabilesi lideri Malik Bin Avf ordusuyla birlikte Müslüman oldu. Sonra Taif’teki Sakif oğullarını ikna için gitti. Onlara durumu anlattı. Onlar Müslüman olmadılar. Ama kalbi ısındırılacaklar kapsamına girdiler. Resul onlara yardıma söz verdi. Onlar da Medine devletinin himayesine girdiler. Bu taktik müthişti. Müslümanların Araplar arasında karşılaştıkları en güçlü orduyu oluşturan Taif halkı, artık Müslümanların himayesindeydi. Böylece Müslümanların önünde hiçbir şey kalmamıştı. Müslümanlar Arabistan’ın tamamına hâkim olmuşlardı. Putperest Arapları kışkırtacak, onları birleştirip tekrar Müslümanların üzerine saldırtacak herhangi bir güç kalmamıştı. Müslümanların Medine merkezli Arabistan imparatorluğu gerçekleşmişti.
Resul gelişmelerden memnun, Allah’ın ona yardım etmesinden memnun, Mekke’ye geldi. Umresini yaparak, Mekke valisi olarak Attab bin Esid’i atadı. Muaz bin Cebel’i de, Mekke’de İslam’ı tebliğle görevlendirerek Medine’ye döndü.
Böylece hicretin 8. Yılı Miladi 27.Ocak.630 tarihinde başlayan Huneyn savaşı, Taif’in Medine’ye dâhil olmasıyla sonuçlandı. Her savaşın Müslümanların tarihinde önemli ayrıntıları var. Bedir, haram aylara rastlıyor. Uhud resulü dinlemeyen okçularla Müslümanların başına dert açıyor. Hendek, birlikte devlet kurdukları Yahudi kabileleriyle yolların ayrılmasını gündeme getiriyor. Hayber’in fethi. Yahudilerin Arabistan’daki varlıkları bitiriliyor. Mekke’nin fethi, Kâbe’yi putlardan temizliyor. Ve Taif’in düşmesi. Arabistan’da putperestliği bitiriyor. Saydığımız zaman Taif’in düşmesine kadar, Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Mute, Mekke toplam 6 büyük savaş var. Diğer küçük savaşları saymıyorum. Bu savaşlarda Müslümanların toplam kaybı 500 Müslüman’ı geçmiyor. Böyle olması elbet Allah’ın takdiridir. Ancak bir ordu komutanı, bir devlet başkanı olarak resul elinden geleni yapmış. Olayları en ayrıntılı bir şekilde düşünüp tedbirlerini almıştır. Hatta şehit oluşların en yüksek olduğu dönemlerde, Müslümanların resulü dinlemedikleri ortaya çıkar. Yani Müslümanlar her zaman harfiyen resulü dinlemiş olsalardı. Sayı daha az olacaktı. Bu sonuçlar; Resul olarak Muhammed’in her zaman İslam dininin şiarı olan barışı öne çıkardığını gösteriyor. Her zaman insanın yaşatılması, barışın korunması, savaşı en şiddetli şekilde yaparken bile barışın düşünülmesi Muhammed’in yönetiminde birincil görevdi. Allah’ın takdiriyle gittikçe büyüyen, güçlenen Müslümanlar, her savaşta, her olayda Allah tarafından eğitime tabi tutulmuşlardı.
Mekke’nin düşüşünden sonra Taif’inde düşmesi Arabistan dışında duyulmaya başlandığında, İran, Bizans telaşlanmaya başladılar. Muhammed Arabistan’da karşısına çıkan bütün güçleri bitirince, elbette Arabistan dışına çıkacaktı. İranlıları yenen Rumlar, ciddiye alınması gereken düşmandı. Zaten Allah’a, peygambere, kitaba inananların devleti olarak Bizans imparatorluğu, yeni bir peygamberin toplumlarını daha çok etkileyeceğini düşünüyordu. Elbette Bizanslılar bunun karşılığında tedbirlerini alacaklardı.
Bugün Müslümanların Huneyn savaşından ve Taif kuşatmasından alması gereken önemli dersler var. Müslümanları dağıtan, kibrin, bencilliğin, çokluklarla övünme duygusunun başlarına neler getirdiğini hep birlikte gördük. Hemen arkasından, çok fazla şiddet göstermeden, ince bir taktikle Taif’in düşmesi sağlanıyor. Her iki olayı analiz ettiğimizde, bir yerde Müslümanların bilinçsizce hareket ettiklerinde başlarına neler geleceğini… Diğer yerde ise, bilinçle hareket eden resulün, savaş yapmadan bir kaleyi nasıl fethettiğini görüyoruz. Taif’in fethi, savaşın ve şiddetin çözüm olmadığını gösteriyor. Taif etrafı ablukaya alınarak yapayalnız bırakıldı. Düşünmeleri için özgür bırakıldı. İnançlarına karışmadan insanca yaşamaları için yardım edilerek müellefetül kulup, yani İslam’a ısındırılacaklar sınıfına alındı. Böylece Medine devletinin koruması altına alındılar. Onlar siyasi, ekonomik destek aldılar. Müslümanları gören, tanıyan Taifliler, bir yıllık bir gecikmeyle Medine’ye büyük bir orduyla gelip Müslüman oldular. Kendilerini İslam orduları içine yazdırdılar.
Bugün Müslümanların önünde duran en büyük sorun birlik olmakmış gibi görünüyor. Yani Müslümanlar birlik olamazlarsa görevlerini yerine getiremeyeceklermiş gibi görünüyor. Ancak ayetler birliği emrederken, ilkelerini de ortaya koyuyor. Bilgiyle, bilinçle, iradeyle kucaklaşmış bir inanç. Kibirden, bencillikten, korkulardan uzaklaşmış bir inanç. Birlik olmanın şartı olarak karşımıza çıkıyor. Değilse, farklılıklar, kibirler, bencillikler, korkular insanı birleştirmiyor. Başarıya odaklanmak hidayeti gölgeliyor. Başarı odaklı her çalışma Müslümanların ihlâslı, yani samimi görev yapmalarını engelliyor. İnşallah bu açmazlardan kurtulup gerçekten hidayet edenlerden olup, görevlerimizi bihakkın yapanlardan oluruz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.