- 1084 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
NAZÊ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
NAZÊ
Anılardan öykülere...
Üç gündür kısa duraklamalarla yol alıyorlardı. Tipi zaman zaman hızlarını kesiyordu. İlerlemek çok zordu. Ayakları kara saplanıyor hatta çoğu zaman bellerine kadar kara gömülüyorlardı. Kadınlar bebeklerini sıkıca battaniyelere veya kaçış anında ellerine geçirdikleri paçavralara sarmışlardı. Bu zorlu yolculukta yaşlılardan bazıları olduğu yerde yığılıp kalıyordu. Gençlerin yardımıyla ancak yola devam edebiliyorlardı. En önde giden Reşo, onları cesaretlendirmek için elinden geleni yapıyor, yollarının çok az kaldığını, sınıra yakın olduklarını, yakında güvenli bir sığınak ya da köy olabileceğini söylüyordu. Tipinin durduğu bir ara ellerini gözüne siper ederek beyazın gözleri kör eden ufuk çizgisine doğru baktı. Umutsuzdu, ölüm beyazlığının içinde çırpınıp duruyorlardı. Oysaki bu dağları çok iyi bilirdi Reşo. Dağcıların bile çıkmaya cesaret edemedikleri Reşko Buzulları’na ilk gençlik yıllarından beri senede birkaç kez çıkar yer ve göğün yakınlaştığı bu noktadan yüreğinin sesini sevdiğine haykırırdı. “Nazê, Nazê, Nazya min!” diye diye…
Umutların kırıldığı bir anda Reşo’nun gür sesi cehennem beyazlığında yankılandı:
-Bakın işte orada, he he tam da orada bir mağara var!
Reşo yanılmamıştı. Gerçekten de parmağıyla işaret ettiği noktada bir karartı vardı. Kafile son bir gayretle ilerlemeye başladı. Kalabalık o karartıya doğru iyice yaklaşmıştı. Gözlerine inanamıyorlardı, tam da karşılarında birkaç mağara ağzı vardı. En büyük olanından içeriye daldılar. Özellikle yaşlılar ve çocuklar tükenmişti. Yaşlıların birçoğu oracıkta çöküverdiler. Reşo, kalabalığın içinde karısını görememişti. Mağaranın loşluğunda gözleriyle karısını aradı.
Reşo, karısı Nazê’yi bir köşeye sinmiş umutsuzca önüne bakarken buldu. Kucağında tuttuğu battaniyeyi açmadan donuk gözlerle öylece boşluğa bakıyordu. Yanına yaklaşarak yavaşça seslendi.
-Nazê, Nazya min
-…
Çaresizlik içinde adeta yalvardı karısına Reşo.
-Ne oldu Nazê? Biliyorum çok üşüdün. Bak ateş yaktılar. Hade ver Zilan’ımı ateşin yanına götürüp biraz ısıtayım.
Reşo bebeği almak için elini uzattığında, Nazê bebeği hışımla kendisine doğru çekerek, daha bir sıkı sarıldı bebeğine. Gözlerindeki bakış dişi bir kurdun yavrusunu korumak için her şeyi göze almasına benzer bir bakıştı. Bir anlam verememişti Reşo. Uysallığına alıştığı Nazê’si inat ediyordu Zilan’ı babasının kucağına vermemekte. Çalışmak için gittiği İstanbul’dan aldığı pembe battaniyeye sarılı bebeği merak ve kızgınlıkla adeta zorlayarak aldı anasının kucağından. Alır almaz aşmaya çalıştıkları dağların tüm karlarının altında kalmışçasına üşüdüğünü hissetti. Gözleri karadı, başı döndü. Çünkü Zilan bebek ölmüştü…
Göç kanunlarına göre Zilan bebeğe mağara ağzına yakın bir yerde kardan mezar yapılarak karlara gömüldü Nazê ve Reşo’nun yürekleriyle beraber...
Yola devam için plan yapıp bir karara bağlamalıydılar. Tükenmiş durumdaydılar. Özellikle Nazê. Evlat acısıyla yüreğine köz düşmüş yanarken bir yandan da titriyordu. Kafilenin en yaşlısı Xalê Meho, yattığı yerde inliyordu. Köyün aksakallısı Xalê Meho bir zamanların en yaman avcısıydı. Oysa şimdi dünyadan umudunu kesmiş gibi feri sönmüş gözlerini mağaranın karanlık tavanına dikmiş kim bilir ne düşünüyordu. Reşo’nun kararlı, tok sesi mağaranın duvarlarına çarpıp gerçeği tüm gerçekliğiyle yüzüne vurduğunda daldığı düşüncelerden kopmuştu Xalê Meho...
-Tipi çok fazla. Ya kayıpları göze alarak yola devam edeceğiz ya da burada kalıp tipinin dinmesini bekleyeceğiz ki az kalan yiyeceklerimizle bu riski göze alıp burada kalmak ölümü beklemektir. Zira bu yükseltide bu tipi en az bir hafta sürer bunu çok iyi biliyorum. Diğer bir olasılık da var ki en göze alınmazı budur. Bizi bulurlarsa diri diri yakar, sonra da demeç verirler ’20-30 civarında terörist imha edildi.’ diye…
Mağaradakiler üç gün önce olanları hatırlamış olacaklar ki yola devam kararı alındı. -Sabahın beşiydi. Güneş yeni yükselmeye başlamıştı ki köyde megafondan bir ses yükseldi. ‘Güvenliğiniz açısından bir saat içinde köyü boşaltacaksınız! Aksi takdirde ne olacağını siz biliyorsunuz.’ Evet çok iyi biliyorlardı. Göğe yükselen dumanları görmüşler ve yangın olduğunu sanmışlardı komşu köyde. Ta ki yangından kurtulup canhıraş köylerine sığınan çobanın olanları anlatmasına kadar... İlk önce muhtarın evini basmışlar ve evinde gerilla saklıyor diye karısının ve çocuklarının gözleri önünde muhtarı yakmışlardı. Oysaki evinde sakladığı İstanbul’da üniversite okuyan yeğeni İbrahim’di. Okulda karıştığı öğrenci olaylarından yara almış, bir süreliğine dinlenmek için köyde amcasının evinde kalıyordu. İbrahim’i dipçiklerle bindirdikleri araçla bilinmeyen adrese götürürlerken ateşe verdikleri köy halkının canhıraş kaçışlarını da sevinç naralarıyla kutluyorlardı...-
Alınan kararla herkes olduğu yerde uyumaya çalışıyordu. Yaşamla ölüm arasında bir çizgiydi tipi onlar için. Tüm dudaklarda aynı kıpırdayış. Tipinin dinmesi için duayla kıpırdaşırken dudaklar gözler umutla kapandı. Ertesi gün, Reşo herkesten önce uyandı. Mağaranın kapısına kadar gidip dışarıya baktı. Tipi hafiflemiş gibiydi. Görüş mesafesi birazcık da olsa açılmıştı. Yüzüne buruk bir gülümseme yayıldı. Sonra Nazê’nin yanına giderek diz çöktü. Nazê henüz uyuyordu. Melekler gibiydi. Dudak kıvrımlarında uyurken bile yaşadığı acı okunuyordu adeta. Reşo, sevgiyle kadınına bakarken kucağından Zilan bebeği aldığı anı hatırladı, başı döndü, gözü karardı... Zilan’ın cansız bedenini zorlayarak almıştı Nazê’nin kucağından. Kucağı boş kalan Nazê, bilincini kaybetmişçesine dövünmüş, ağlamıştı. Bu ağlayış isyandı, haykırıştı. Öyle ki sesi mağaranın duvarlarını aşıp çığların yuvarlanmasına yetmişti... Mağaradakiler onu sakinleştirmeye çalışmışlardı ama nafile. Zira Zilan bebek, onlara yedi yıl sonra verilmiş bir armağandı. Tek çocuklarıydı. Adaklıydı, çevrelerindeki tüm ziyaretlere kurbanlar adanmıştı dünyaya geldiği gün. Kahrolası göç, ellerinin arasından bir anda alıp gitmişti biricik yavrularını. Kolsuz kanatsızdı Nazê... Uçurumlardan yuvarlanıyordu, depremler ardı ardına geliyordu, kulakları sağırlaşmıştı. Teselli sesleri uzaklaşmış, lâl olmuş, kelimeler anlamını çoktan yitirmişti Nazê için... Reşo’nun ağlayarak bebeği alıp karlar içine gömüşünün farkında bile değildi artık. Zilan bebeğiyle birlikte umutlarını da kaybetmişti o gün... Reşo hafifçe saçlarına dokundu. O sırada Nazê uyandı. Suskun ve çaresiz bakışlarla baktı kocasına. Sessizce yerinden kalktı ve mağaranın kapısından dışarı çıkarak Zilan’ın gömüldüğü yere gitti. Karları okşayarak dudağına götürdü ve kimselerin duymadığı bir sesle ’Mücadeleye Zilan bebelerin ölmemesi için devam edeceğime söz veriyorum Zilan’ın, meleğim sen rahat uyu!’
Sabah tipinin iyice hafiflemiş olduğunu gördüler. Son bir gayretle yola koyuldular. Nazê en arkada bir hayalet gibi yürümeye çalışıyordu kucağında bebeğinin pembe battaniyesiyle... Omuzlarından aşağı inen başındaki beyaz tülbenti omuzlarının sessiz hıçkırıklarla aşağı yukarı hareket etmesini gizleyemiyordu. Reşo ara sıra yanına geliyor, bir çift güzel sözle onu teselli etmeye çalışıyor ama karşılığında öfke ve sitem bakışlarıyla karşılaşıyordu. Yaşlılardan biri bunun normal olduğunu, zaman içinde her şeyin düzeleceğini söylüyordu. ’Bir anne için yavrusunu kaybetmenin ne demek olduğunu yine bir anne anlayabilir oğul! Nazê’nin gönül dağına kar yağmış. Erimesi için sabır gerekiyor.’
Bütün bir gün ve takip eden üç gün daha sessiz, ac, soğuktan yarı donuk ve bitkin bir halde yürüdüler yürüdüler. Akşam karanlığı çökmek üzereydi. Reşo’nun tahminine göre sınıra yarın öğlen vakti varabileceklerdi eğer ki önlerinde adeta bir koni gibi göğe yükselen kayalıkları aşabilirlerse. Birden nereden geldiği belli olmayan bir kaç silah sesi duydular. Herkes olduğu yerde kalakaldı. Nefes almaktan korkar gibiydiler. Tek nefes olmuşlardı adeta. Etrafı dinlemeye ve incelemeye başladılar. Önlerinde uçsuz bucaksız ölüm beyazı bir ova, ileride sivri uçlu kayalıklar ve onun gerisinde de dağlar vardı. Reşo, donmuş gibi duran kalabalığa ‘İstikamet kayalıklar!’ der gibi parmağıyla kayalıkları işaret etti. Ama kalabalık açık arazide gitmekte ısrar ediyordu. Silah sesi gözlerini korkutmuştu. Kayalıklarda pusu kurulmuş olabileceğini söylediler. Oysaki silah sesi bir daha duyulmamıştı. Reşo son bir kez daha uyardı kafileyi.
-Silah sesi avcılardan geliyordur. Yola kayalıklardan devam edersek yarın öğlen olmadan özgürlüğümüze kavuşuruz. Yola ovadan devam edersek gece sınıra varabiliriz ama açık arazide tipi tehlikesi her zaman vardır, tipiye yakalanabiliriz. Ovada sığınacak bir yer de yok. Yemin ediyorum hepimiz telef oluruz. Ayrıca mayınlı alana da az kaldı. Kar ve gece… Mayınlı araziyi aşmak, toplu ölüme davetiye göndermek gibi bir şeydir. Diye ısrar ettiyse de bir kere korkmuş olan kalabalığı ikna edemedi. Beyaz karların üzerinde tek bir vücut halinde hareket eden bu kalabalık, uzaklardan bakıldığında siyah kürklü dev bir yaratığı andırıyordu. Yeniden başlayan tipiyle birlikte yaratık beyaz bir hal almaya başladı. Birkaç saat sonra tipi şiddetlendi. Etraflarında sığınabilecekleri tek bir dal parçası, tek bir in, tek bir kayalık yoktu. Gece bastırırken kimsenin adım atacak gücü de kalmamıştı. Reşo var gücüyle bağırıyordu:
-Biraz daha gayret, az kaldı, birazdan sınıra varacağız!...
Ama kimseye sesini duyuramıyordu. Sesini kendisi bile duymuyordu. Yüzünü bıçak gibi kesen tipi, sesini ağzından içeri geri tepiyor, boğulur gibi öğürüyordu. Ne kadar ilerlediklerini, geçen süreyi bilmiyordu. Bata çıka yürürken gözlerini iyice kısmış bakış açısının son noktasında bir ışık, bir umut görme çabasındaydı tüm isteği. Işık demek; yaşam demekti, kurtuluş demekti onlar için... Bir ara geriye dönüp baktığında yarı donuk bedeni sanki tümden donmuştu. Kendisinden ve beyaz ölümden başka bir şey göremiyordu. Gözlerini iyice kısınca çok gerilerde bir karartı görür gibi oldu. Adeta sürüne sürüne geriye doğru yürümeye çalıştı. Karartının yanına varınca kalabalığın koca bir dev gibi yere çökmüş olduğunu gördü. Reşo dizlerinin üzerine çöktü. Göçün başından bu yana ilk kez omuzları düştü, başı eğildi, gözyaşları kar tanelerine karıştı. Dokunduğu her kes kaskatı kesilmişti. Şaşkınlıkla haykırıyordu. Bu dünyayı çoktan terk etmişlerdi kitlesel olarak. Sanki kimse kimsenin arkasından ağlamasın der gibiydi yüzlerindeki ifadeler.
-Xalo, apo, xaltiya min! Wey liminê! Wey liminê!
Haykırışlarına köyün delikanlılarından ikisi ancak iniltiyle cevap verdi.
-Bira, bira!
Son bir gayretle, güç bela ayağa kaldırdı delikanlıları. Nazê’yi arıyordu karlar üstüne çökmüş koca devin etrafında deliler gibi dönüp durarak. Nihayet buldu Nazê’yi. Kucağındaki battaniyeye sarılmış, gözleri bir noktada donuk, yarı canlı bir vaziyette.
-Oy hawar Nazê!
Öyle bir çığlıktı ki bu hawar; etraftaki dağlara çarpıp bomba etkisiyle dağların doruklarından çığ olup ovaya akın etti tüm karlar... Nazê son bir gayretle inleyerek:
-Reşo, sen git sınırı geç. Bizden hayır yok.
-Nasıl giderim ben sensiz? Ne olur, gayret et. Çok az kaldı. Tut elimi Nazê min, canê min, delala min.
-Git Reşo, git! Ben yaşamışım neye yarar... Hani Zilan’ım, anam, babam hısım akrabam? Hani?
Reşo vazgeçmiyordu, karısının ellerini avuçlarının içine almış hem ağlıyor hem de yalvarıyordu. Nazê hüzünlü bir bakışla baktı yüzüne. Yaşamı sonsuz uykuya tercih eder gibiydi bu hüzünlü bakışlar. Gözlerini yumdu Nazê. Baygınlık mıydı, ölüm müydü? Bilmiyordu. Zilan bebek dillenmişti. ’Ana kalk, yürü özgürlüğe. Zilan bebelerin yaşaması için sen yaşamalısın. Haydi ana!
Nazê, bir anda kalktı, üstündeki karları temizledi. Elini Reşo’ya uzatarak:
-Gidelim Reşo, gidelim Yaşar, gidelim Bahtiyar. Yaşamamız gerekiyor.
Koca bir dev gibi karlar üstüne yığılmış cansız bedenlere dönerek var güzüyle, avazı çıktığı kadar haykırarak:
-Yemin ediyorum ki kanımın son damlasına kadar sizler için, Zilan’ım için ve tüm Zilanların özgürlüğü için mücadele edeceğim!
Tipi de sanki alacağını almış gibi birazcık hafiflemişti. Zor da olsa yola devam ediyordu dört can... Özgürlüğe adım adım yaklaşırken her adımda biraz daha tükeniyorlar ama belli etmemeye çalışıyorlardı.
Gece bir hayli ilerlemiş ve bayağı da yol almışlardı. Karlı bölgeyi bitirmek üzereydiler. Yer yer kara gözüküyordu artık. Reşo, ha bire gözlerini kısarak bir şey arıyormuşçasına ileriye doğru bakıyor, her baktığında diğer canların duyamayacağı sessizlikle içten içe oflar çekiyordu. Bir ara Nazê dizleri üstüne çöktü kaldı. Reşo, Yaşar ve Bahtiyar bir kaç adım önde fısıltıyla mayınlı bölgede olduklarını, attıkları her adımın altında mayın patlayabileceğini, çok temkinli adım atmaları gerektiğini konuşarak yürümeye çalışıyorlardı. Dalmışlar, Nazê’yi unutmuşlardı.
-Çıla, çıla!
-Nazê, ne oldu? Leylanok gördün zahar. Leylanok çölde olur.
Diyerek Nazê’ye yöneldi Reşo ama Nazê yerinden kalktığı gibi yaydan fırlayan bir ok gibi inanılmaz bir çeviklikle öne doğru koşmaya başladı. Reşo’nun yüreği ağzına gelmişti. O da aynı çeviklikle Nazê’nin peşinden koştu. Nazê’yi tutana aşk olsun.
-Dur Naz’e, dur! Allah’ın seversen dur. Mayınlı bölgedeyiz!
Dedi, son bir hamleyle Nazê’ye yetişti ve olanca son gücüyle tuttuğu karısını savurdu karlar üstüne. Zaten Nazê’nin de iki ayaklı olarak attığı son adımdı. Reşo’nun da evrende son haykırışı, son hamlesi ve son dokunuşuydu. Zira mayının kulakları sağır eden patlama sesiyle birilikte gökyüzünü yalım yalım aydınlatan kızıl aydınlığında parçalanan gövdesi, Nazê’nin kopan bacağıyla birlikte karlar üzerine yayılmıştı...
--------------------------------------------------------------
Onu ilk kez aslında ilk kez değil, önceden apartmana geliş gidişlerinde görmüştüm de ama çay içmek üzere çat kapı gittiğim komşu evinde yakından ilk kez görmüştüm. Odaya girdiğimde oturduğu koltuktan ancak arkadan görebiliyordum saçları, kızıl bir atın yelesini andıran kızıl saçlı kadını. Evet, hatırladım... Bu dalgalı ve kışkırtıcı kızıl saçları; masmavi, yemyeşil ve kıpkırmızı bir haziran sabahı, olanca gücüyle alazlanan şafak vaktinde balkonda sıcaktan bunalmış uykusuz bir vaziyette otururken görmüş ve kısrak görünümlü bu kadını iyice süzmüştüm. Kızıl sis tülünü andıran saçlarını sabahın yeliyle savurarak azcık aksak yürüyen bu kadın; kuğuları kıskandıracak uzun ve beyaz boynuyla, ince belinin altında yuvarlaklığıyla ilk bakışta dikkat çeken dolgunca kalçalarıyla, sütun gibi bacaklarıyla, endamı yerinde, görenlerin dönüp dönüp bakacağı güzellikteydi. Sonraki günlerde bir kaç kez daha apartmana girip çıktığını görmüş, her gördüğümde de hayranlıkla bakmış ve apartmana yeni taşınan biri olduğunu düşünmüştüm. Selam verip ev sahibinin gösterdiği yere oturmak için salonun yukarı başına geçtim, tam oturmak üzereyken gördüğüm karşısında cansız manken gibi olduğum yerde kalakaldım... Hatta ev sahibinin beni tanıştırma faslını bile algılayamadım...
’Kısrak gibi kadın!’ dediğim kızıl saçlı kadın oturduğu yerde keyifli bir iş yapıyormuşçasına dilinde Kürtçe bir ezgi, uzunca sol bacağının yanında dizden yukarısı olmayan sağ bacak mı, et barçası mı belli olmayan bir şey... Önündeki leğene eğilmiş protez bacağını temizliyordu... Birden cansız mankene dönüşen ben, boğazıma düğümlenen hıçkırıkların gözlerime hükmetmesiyle gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı. Haziranda yağan yağmur beraberinde heyelan getirir. Benim de yüreğimde heyelanlar, beynimde depremler öylece şaşkınlık ve dehşet içinde bakıyordum üçte ikisinin nerede ve ne zaman kaybedildiğini bilmediğim geriye kalan üçte bir bacağa...
-Ne oldu mamoste? Hasta mısın?
-...
-Hasta mısın?
Nasıl yanıt verebilirdim ki gördüğüm karşısında? Bir yanda, dizden aşağısı olmayan bir bacak görmek, öte yandan benim bu şaşkınlığıma karşın her şey normalmiş gibi rutin bir işi keyifle yapan birini görmek. Şaşkındım ve utanıyordum deminki ağlamamdan. Elimde olmadan yaptığıma çok utanmıştım. Zira karşımda mutlu ve dimdik duran bir kadın vardı tüm olumsuzluklara karşın.
Daha sonraki günlerde yolunu gözler oldum kızıl saçlı kadının. Bir iki laf etmek için can atıyordum. Zira bu direngen kadınla kısa da olsa her konuşmamız hayata dair bana birçok ders veriyordu. Çocuk eğitim merkezine gönüllü çalışıyordu adı Nazê olan, nazenin bu kadın.
Bir akşam dolunayın aydınlattığı bahçemizde masada çay içiyorduk. Nazê elindeki ince belli çay bardağını sıkarak, etrafı kahverengi çerçeveli ela gözlerini kısıp dolunaya baktı ve derinden bir iç geçirerek;
-Offfff offf! Şimdi mor dağların zirvesinde, ceylanlar otağında çağıl çağıl çağlayan bir dere kenarında, közde pişen kara çaydanlıktaki demli çaydan yudumlamak vardı...
Dalıp gitmişti Nazê çok uzaklara. Çıkık elmacık kemiklerine gölgesi düşen kirpiklerinin ıslanır gibi olduğunu hissettim.
-Nazê! Konuşmak ister misin?
Kısa süren bir sessizliğin ardından Nazê konuştu ve hiç susmadı...
Bacağını kaybettiğini günler sonra gözlerini açtığı üçüncü sınıf bir hastane odasında öğrenmişti Nazê... Haykırmış ama bacağı için değil Reşo için... Reşo yoktu, olmayan bacağı neydi ki kaybettiklerinin yanında Zilan, Reşo, amcası, dedesi, yengeleri, köylüleri... Yoktu hiç biri... İlk günler çok zor geçmişti zindan gibi gelen küçücük hastane odasında. Geceleri kâbuslar görüyor, soluk soluğa ya da çığlık çığlığa uyanıyordu kâbuslu rüyalarından. Tek ziyaretçisi yoldaşı Yaşar ve Bahtiyar’dı. Onlarla tutunmaya çalışıyordu bu hayata. Uzun süren tedavi sürecinden sonra üç yoldaş, kendileri gibi özgürlük savaşı için yollara düşüp buralara gelen bir ailenin evinde kaldılar bir süre. Bu süreçte Nazê’ye protez bacak takıldı. İki bacaklı hali gibi olmazsa da yürüyordu artık Nazê. İlk günlerde zorlanmasına rağmen alışma sürecini kısa sürede atlatmıştı. Zira Zilan’ına verdiği söz beynini yiyip bitiriyordu. Aralarında bir takım planlar yapıp, gerekli görüşmelerden sonra nihayet aysız lacivert bir gecede yüreklerindeki cennete gitmek için bir kamyonetin arkasına oturdular üç yoldaş… Nazyar, Yaşar, Bahtiyar...
Bazen araçla bazen de yaya olarak yüreklerinin götürdüğü yere doğru yol alıyorlardı. Dağlardan esen rüzgarın ’gel gel’ diyen sesi onlara rehber olmuştu adeta...
Dağ hayatı tek bacaklı biri için kolay değildi. Zira günler süren uzun yürüyüşleri vardı… Günlerce düşündü ve nihayet kararını verdi. Burada böylece boş oturup, günlük rutin işlerle tüketemezdi günlerini. Verilmiş sözü vardı, mücadeleye devam etmeliydi. Nazê için dönüş yolu görünmüştü. Kolay olmadı yoldaşlarından ayrılmak. Yüreği avuçlarında azim ve inançla döndü mücadelesine başka bir adreste devam etmek üzere...
Birsen İNAL
*mini sözlük
mamosta : öğretmen
çila : ışık, lamba
leylanok : serap
Nazê : Nazan, Nazime, Nazlı gibi isimlerin kısaltılmışı (Doğu, Güneydoğu bölgelerinde)
Nazya min: nazlım anlamında
Xalê Meho: Mehmet Dayı
Wey limine: Acıyla figan, feryat etmek, acı karşısında atılan çığlık
Oy hawar : Acıyla figan, feryat etmek, acı karşısında atılan çığlık
*Fotoğraf için Koçer YILMAZER’e teşekkürler
Kırmızı kurdale; taçlandırdı yazımı. Seçici kurula teşekkürler
YORUMLAR
Zilanlar'ın özgürlüğü için...Mükemmel yazım...Dramdan öte, trajedi...iyi ki güne düşmüş de okumaktan mahrum kalmamışım...Takip edip okuyamadığımız ne öyküleri kaçırmaktayız bunun gibi, kimbilir...TEBRİKLERİMLE...SAYGIYLA
HALEPÇE KATLİAMI
"çekiverin dünyanızın ucundan
Halepçeli bir çocuk ayaklarını uzatarak ölecek..."
halepçe’den yana
nefessiz çığlıkların arasında
bir çok çocuk
vurulmuş
yatmakta
yaralarında pıhtılaşmış kan
karıncalar saldırmakta,
karasinekler...
uçurtmalar
telgraf tellerinde dolanık
uzansam kurtaracağım hepsini ya,
çocukların hepsi vurulmuş…
keşke beni ağlatmasaydın ya çocuk,
sana kağıt helva yollayamayacağım için...
bir kadın çocuğun üstüne kapaklanmış kurtarmayı ümit eder
kadını delen kurşun çocuğa da değer...
ortaya yığılmış kadın, çocuk, ihtiyar bedenler,
bunun böylesine katliam derler...
uzaktan, sanki bir gök gürültüsü
seller yıkayacak çocukları,
ıslatacak, üşütecek
güneşi iyice yakmalı,
ısıtmalı çocukları…
gök gürültüsü üstünde helikopterler...
Saddam pişmiş kelle gibi güler...
ulan atma o gaz bombasını şerefsiz
bunca insan ne eder halepçesiz..
havada bir koku var ya,
çöp kokusu mu?
elma kokusu mu?
yumurta kokusu mu?
kuş kafesinde ölüyor,
çilli tavuk kanatlarıyla örtüyor sarı civcivlerini,
bahçede koyunlar, keçiler,
Karabaş çok sessiz,
sarıkız buzağısını emziriyor son bir kez...
insanlar ölüyor...
çocuklar ölüyor ulan, çocuklar...
kim öldürüyor onları?
aşkı yaşamaktan kim alıkoyuyor?
kim iyiliğin erdeminden mahrum ediyor?
kim susturuyor türkülerini?
sen mi T a n r ı m ?
böyle bir kusuru işliyor musun?
bize bile yakışmayan gaddarlıkları,
yapabiliyor musun?…
sen yapmıyorsan, bu nasıl oluyor?
Sen göz yummuyorsan bunları,
bu mezarlıklar nasıl doluyor?
çocuklar ölmemeliydi
ama,
kusursuzlukların kaynağı,
Tanrım,
senin ilahi takdirin,
karşıydı bu arzuma?..
Merhaba Birsen hanım.
Hüzünlü bir öykü kaleme almışsınız. Güne gelişini kutluyorum. Ancak; sözlükte bir iki kelime açıklamışsınız sadece. Oysa yukarıda bilmediğimiz (benim bilmediğim diyeyim daha doğru olacak) çok daha fazla Kürtçe kelime var.
(Oy hawar Nazê! - Nazê, Nazya min - Wey liminê! Wey limin’e! - Xalê Meho...) Bunları da sözlüğe dahil edebilir misiniz?
Bir de dikkatimi çeken bir cümle var. "dizden yukarısı olmayan bir bacak gördüm" diyorsunuz. Baldırdan aşağısı olmayan bir bacak gördüm ... olsa daha doğru olmaz mıydı acaba?
Bütün hikayede bir buna mı takıldınız demeyeceğinizi umarak sadece fikrimi belirtmek istedim. Gücenmeyeceğinizi umuyorum.
Sevgiler
Birsen İNAL
Teşekkürler Billur Hanım,
Sözlüğe eklemeler yaptım. Düzeltme için de ayrıca teşekkür ediyorum. Gözümden kaçan bir sözcüktü. 'dizden aşağısı' diye düşünmüş ama 'dizden yukarısı' diye yazmışım. :) Tebrikler çok dikkatli bir okuyucusunuz.
Selam ve sevgiler
Billur T. Phelps
Sizinle ilk kez karşılaştım sayfada dolayısıyla da ilk kez bir yazınızı okumuş oldum o da güne geldiği için. Yoksa görmeyecektim.
O yüzden çekinerek yazdım düşüncemi. Zira çoğu kişi eleştiri olumlu da olsa pek hoşlanmıyor.
Ama içimdeki ses beni yanılmadı ve gayet olgunlukla karşıladınız. Çok teşekkür ediyorum.
Tekrar kaleminize sağlık...