- 686 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ELİF
Elif inceliktir, zarafettir
Letafettir, sevgi muhabbettir
İlk ve tekdir, bidayettir
Fikri mukaddes zihinlerde
Adı Elif gönüllerde
Vird-i zeban dillerde
Coşkun akan ırmak gönüllerde
Iılık bir nefes: ALLAH
İhtiyar adam her gün şimdi şehrin ortasında kalmış olan hapishanenin önüne gelir, gözlerini sabit bir noktaya dikerek dalar gider. Duygulanır, hüzünlenir ve çoğu zaman gözyaşlarına hakim olamayarak hüngür hüngür ağlar. Yoldan gelip geçenler, yüksek kulede nöbet tutan askerler ihtiyarın bu haline bir anlam veremezler. Oğlunun ya da bir yakınının içeride tutuklu olduğunu düşünürler, belki de meczuptur kim bilir derler. Şehir zamanla daha da büyüdü ve hapishanenin şehir dışına nakli kararlaştırıldı. Böylelikle neredeyse bir asra yakın hizmet veren hapishane bir hafta içinde yıkıldı, öyle ki eskiden burada bir hapishane vardı deseler kimseler inanmazdı, ama ihtiyarın oraya ziyareti hiç azalmadı. Belediye Meclisi hapishanenin bulunduğu alana yeraltı otoparkı yapma kararı aldı. İhale yapıldı ve hafriyat çalışmaları başladı. İhtiyar ise aynı yerinde, bakışlarını yine aynı noktaya odaklamış. Yeraltı otoparkı faaliyete geçti, üzerine geniş bir yeşil alan yapıldı. İhtiyar yine her zamanki yerinde, gözleri aynı noktada dalmış gitmiş. Duygulanıyor, hüzünleniyor ve ağlıyor. Hüzün gözyaşları sevinç gözyaşlarına dönüşüyor sonra tebessüm ediyor, çünkü bakışlarını sabitlediği noktada şimdi bir anaokulu duruyor.
Aysun Hanım, eşi ve oğlu basketbol oynamaya gittiğinde biraz olsun rahatlamıştı. Gelecek ay beş yaşına girecek olan oğulları çok yaramaz olmuştu son zamanlarda. Hiç söz dinlemiyor ne derse densin söylenenin tam aksini yapıyordu. Belki de doğacak kardeşini kıskanıyordu. Görüş almak için gittikleri psikiyatristler onun hiperaktif bir çocuk olduğunu, bu yaşlarda çocuklarda özgüven duygusunun oluştuğunu ve zamanla normalleşeceğini söylemişlerdi. Evde ne bulursa etrafa dağıtıyor, koltukların kanepelerin üzerinde taklalar atıp, tuhaf akrobasi hareketleri yapıyor, mahallede kavga ediyor ve her yanı çizilmiş, kanamış olarak eve dönüyordu. Artık onunla baş edemiyordu. Hele hele hırçınlığına hiç tahammülü yoktu. Hamileliğin ilerleyen günlerinde artık onunla ilgilenecek vakit bulamamıştı. Neyse ki eşi onu oyun sahalarına, parklara götürüyor bir nebze olsun kafa dinleyebiliyordu.
Bir koltuğa oturdu. Bitki çayından yudumlayarak elini şişkin karnı üzerinde gezdirdi. Akşam ne de hareketliydi öyle, şimdi ise ses seda yoktu kızdan. Gözlerini kapadı. Doğacak kızını hayal etti. Kime benzeyecekti acaba? Ultrason fotoğrafları tıpkı oğlunun küçüklüğünü anımsatıyordu. Sevindi buna çünkü oğlu kendine benziyordu; yuvarlak yüzlü, buğday tenli ve de gamzeli. Kızına satın alacağı pembe renkli kıyafetleri, kenarları işlemeli zıbınları, çiçek desenli tulumları, nevresim takımlarını hayal ederken kapının zili çaldı. Kapıyı açtığında oğul ile babayı tartışırlarken buldu:
“hayrola çabuk geldiniz.”
“Emir oyunbozanlık yaptı yine.”
“hiç bile asıl oyunbozan sensin baba, uzun boylu olduğundan bana hiç basket attırmadın.”
“ ne yapacaktım ya, ellerimle armut mu toplayacaktım atsaydın sen de.”
“Ahmet uğraşma şununla, oğlum hadi bakalım doğru banyoya.”
“çocukla çocuk oluyorsun yine, biraz daha oynasaydınız ya, daha ev işlerine bile başlayamadım.”
“ben sana yardım ederim hayatım nasılmış bu arada benim kızım.”
“yavaş konuş Emir duyacak, ses seda yok şimdilik, uyuyor galiba dokunsana bak.”
“kızım benim hadi babaya bir tekme at.”
“oğlana yumruk at, kıza tekme at of, nedir benim sizden çektiğim.”
O sırada Emir elini yüzünü yıkamış, babasına arkadan saldırarak sırtına bam bam vurmaya başladı. Baba da gülerek ona karşılık verdi. Böylelikle boks maçları başlamış oluyordu.
“durun başınıza bir şey gelecek.”
“hiç bir şey olmaz hanım sadece şakalaşıyoruz.”
“evet anne, bir şey olmaz ben örümcek adamım çünkü.”
“her şey şakayla başlar, aman ne yaparsanız yapın ben balkona çıkıyorum.”
Balkona çıktığında içeriden gelen neşeli kahkahaları dinledi bir müddet daha. Boks maçı hep babanın nakavt olmasıyla biterdi ve öyle de oldu, şimdi Emir salonun ortasında “ben kazandım ben kazandım” diyerek sevinç turları atıyordu. Dışarıda güneşli güzel bir gün vardı. Aşağıda otopark çalışmaları tüm hızıyla devam ediyordu. Sonra bakışları köşede bekleyen ihtiyara kaydı. Balkona çamaşır sermeye çıktığında ya da çöp torbasını çıkartırken onu hep orada aynı yerde görür, bir yakınını ziyarete geldiğini düşünürdü. Şimdi ise hapishane yıkılalı neredeyse altı ay oluyordu. Hala ne arıyordu buralarda? Oturduğu yerden eşine seslenirken ihtiyar ara sokaklarda kayboldu.
“Ahmet buraya gelir misin?”
“geldim hayatım.”
“ne yapıyor Emir? ”
“ne yapacak bilgisayarın başına geçti.”
“çok yüz verdik ona, bir hayli de yaramaz oldu ne yapsak acaba?”
“bir şey olmaz hanım daha çocuk o zamanla uysallaşacak.”
“kreşe mi göndersek? belki oradaki çocuklarla paylaşma duygusu öğrenir, baksana şimdiden kıskanır oldu kızı.”
“göndermeye gönderelim de kreş çok uzak Emir’i kim götürüp getirecek.”
“duymadın mı? yeni yapılan otoparkın üzerine yeşil alan, yanına da bir çocuk yuvası yapılacakmış.”
Bakışlarını aşağıdaki inşaat alanına çevirdi.
İhtiyar adamın bu koca şehirde yaralı ruhunu dinlendirebileceği fazla mekân yoktu. Bunlardan bir tanesi de şehir kabristanlığıydı. Şehir adeta devasa bir ejderha gibi önüne ne çıkmışsa yutmuştu. Şimdi kabristanlık bu ejderhanın midesinde mercimek kadar yer kaplamıyordu bile. Kabristanlığın etrafını küçük atölyeler, dokuma tezgâhları, sanayi dükkânları ve metruk evler sarmıştı. Yine de burası şehrin yoğun gürültüsüne rağmen kısmen sessiz, sakin, sükûnetli bir yerdi. Zaten kendini dışarıdan ziyade buraya yakın ve buraya ait hissediyordu. Dışarıda iki ayakları üzerinde gezen şuursuz ve cahil insanlarla vakit geçirip çene çalmaktansa burada tefekküre dalmayı mezardaki suskunlarla hasbihal etmeyi tercih ediyordu. Alışık ayakları onu gideceği mezara kadar götürdü. Bu Hafız Ali’nin mezarıydı. Ölümü severek ve gülerek karşılayan ilim şehidi Hafız Ali’nin mezarı. Mezarın etrafında tavaf eder gibi döndü. Titrek elleri beyaz mermer üzerinde gezindi. Gözleri sülüs şeklinde yazılmış arabi hatta kaydı. Bu yazıyı Üstad kendi elleriyle yazmıştı. Yazarken çok duyguluydu. Onu hiç kimse bu kadar duygulu ve sarsılmış bir halde gördüğünü hatırlamıyordu. Nitekim ölümün hiçlik, yokluk, bozulma ve çürüme olmadığını sadece bir mekân değişikliği olduğunu belirttikten sonra ben Hafız Ali’yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor. Eski zamanlarda böyle fedakâr zatlar dostları yerine ölürdü demişti. Mezar üzerindeki yabani otları temizleyerek mezarın başucuna çöktü. Gözlerini kapadı.
Bir grup halinde hapishaneye getirilmişlerdi. Neydi suçları? Adam öldürmek değil, kız kaçırmak değil, hırsızlık değil, çetecilik hiç değil. Hepsi de yorgun, bitkin vaziyetteydiler. Sadece içlerinden bir tanesi şarkın yalçın kayaları gibi heybetli, vakur ve kendinden emin duruyordu. Kurbanlık koyunlar gibi vagona tıkılmışlardı. Vagonun tavanında küçük bir delik varmış. Bir gün önce vagonla saman taşındığından esen rüzgârla samanın tozu gözlerine, burun deliklerine, boğazlarına dolmuş. Altmış beş kişi o küçücük vagonda su yok, ekmek yok, tuvalet yok günlerce yolculuk yapmışlar. Yolculuk esnasında dayak yemişler, hakarete maruz kalıp adi bir suçlu gibi aşağılanmışlar. Durumları Ausschwict toplama kampına giden masum insanlardan farklı değilmiş.
Ellerini açıp Fatiha okudu. Esas fatihayı Hafız Ali okuyacaktı ya. Çünkü onun yanık bir sesi vardı. Ne de güzel kuran okurdu Hafız Ali. O kuran okumaya başladığında tüm mahkûmlar lal-u ebkem kesilir ve o Davudî sesi dinlerlerdi. Sadece mahkûmlar mı? Hapishanenin soğuk duvarları bile o lahuti sesten buram buram terlerdi. Dindar insanlar ve de yaşlı kadınlar… Dışarıda ezan, kuran okunması yasak olduğundan kuran sesine hasret gönüller hapishaneye gelirler kulaklarını duvarların çatlaklarına dayayıp gözyaşları içinde doyasıya kuran çeşmesinden kana kana su içerler, içlerindeki kuran, ezan hasretini bu şekilde dindirmeye çalışırlardı. Ne de fedakârdı Hafız Ali. Kendi canından vazgeçebilecek kadar diğergamdı. Nitekim kıldırmış olduğu bir namaz ardından cemaatine amin dedirterek O Üstadın yerine kendisinin ölmesi için Cenab-ı Hakka niyazda bulundu. Birkaç gün sonra da Üstadına mukabil şahadet şerbetini içmişti.
Artık gitme vaktiydi. Biliyordu ki ayakları buradan götürse de gönlü hep burada kalacaktı. Yavaşça ayağa kalktı. Suskunlar arasından tefekkürle geçti ve şehrin ara sokaklarında kayboldu.
Aysun Hanımın içi rahattı artık, çünkü Emir kreşe başlamış, kendine yeni arkadaşlar edinmiş, yaramazlığı hırçınlığı birer birer terk ediyordu. Evde yapılacak ödevleri, boyanacak resimleri vardı ve doğacak kardeşini çok seviyor ne alınsa yarısı kardeşimin diyordu.
Sabahları kreşe beraber giderler sonra ortasında küçük gölet bulunan parkta sabah gezintisi yapardı. Gölette sevimli bir ördek ailesi yan yana yüzüyordu. Burayı benimsemişler hemen de uyum sağlamışlardı. Hem şurada doğuma ne kalmıştı ki. Sabah yürüyüşleri bebek için de sağlıklıydı. Yolda ihtiyara rastladı birkaç sefer. Sakallı, nur yüzlü sevimli bir adama benziyordu. Hâlâ buralarda ne arıyordu acaba?
Emir; anne kreşe yalnız da gidebilirim diyeli beri Aysun Hanım onu balkondan takip ediyordu. Teneffüste çocukların neşeli çığlıkları evin içine kadar geliyordu. Oyun parkında kovalamaca oynuyorlar, salıncağa biniyorlardı.
Bir seferinde ihtiyarı Emir’in yanında gördü, telaşlandı, balkondan seslenecek oldu, sonra vazgeçti. İhtiyar onun başını okşadı, cebinden bir şeyler çıkardı verdi. Eve gelince çocuğu karşısına alıp:
“sana yabancılardan bir şey almak yok demedin mi ben.”
Çocuğun ceplerini kontrol etti, avuçlarını açıp baktı.
“ben bir şey almadım anne.”
“sus bir de yalan söylüyor.”
Çantasını kontrol etti, ama herhangi bir şey bulamadı.
“üzerini değiştir sonra doğru banyoya. Bugün cezalısın bilgisayarı açmak yok anlaşıldı mı?”
Çocuk bir suçlu gibi başını öne eğdi.
“anlaşıldı mı dedim sana?”
“tamam tamam anlaşıldı.”
Emir odasına geçti, üzerini değiştirdi ve ihtiyarın boynuna astığı kolyeyi annesi bulamadığı için sevindi.
“artık sen benim dünya ahiret kardaşımsın Küçük Emir. Kardaşlığın temelinde ise hediyeleşmek vardır” deyip avuçları arasındaki metal cismi boynuna asıvermişti.
“bu kolye dimi dede?”
“evet, gümüş bir kolye, ama diğer kolyelerden çok farklı.”
“içinde ne var dede.”
“içindeki cevşendir. Bu senin zırhındır, seni kötülüklerden koruyacaktır ancak bir şartla ki...”
“benim örümcek adam kostümüm gibi mi dede?”
İhtiyar, çocuğun hayal dünyasını anladı hemen:
“senin örümcek adam ne yapar ki ”
“kötülerle savaşır, insanları kötülüklerden korur. Onun düşmanları kaykaya binen kötü kalpli Yeşil Cin’dir. Demirden uzun kolları olan doktor ahtapottur.”
“boynundaki kolye seni görünen görünmeyen, yeşil cinden ve tüm kötülüklerden korur kardaşım Emir, yalnız bir şartla demiştim ya, her şeyi Allah’tan bilmen şartıyla.”
Küçük Emir uyumadan önce bir müddet tavanda asılı fosforlu oyuncakları seyrederdi. Bu oyuncaklar arasında en sevdiği ay ve yıldızdı. Babası onları yan yana yapıştırarak “bu Türk bayrağıdır Emir, sen gece uyurken onlar senin üzerinde ebediyen hiç sönmeden parlasın” demişti. Şimdi ise fosforlu oyuncakların loş ışığında boynunda asılı kolyeyi inceliyordu. Bakışları kenara fırlatıp attığı örümcek adam kostümüne kaydı, artık sana ihtiyacım yok dedi. Artık benim cevşenim var, o beni koruyacak ama bir şartla, ne demişti dede: “her şeyi Allah’tan bilmek şartıyla tabi ki.”
Aysun Hanım elindeki metal cismi televizyon seyreden eşine uzatıp:
“İhtiyarın Emir’e bir şeyler verdiğini biliyordum, artık yalana da alıştı.”
Metal cismi eline alan eşi:
“hayrola hanım yine kime kızdın?”
“birkaç gündür sokaktaki ihtiyarı Emir’in yanında görüyorum bugün ona bir şeyler verirken gördüm, bak ona ne vermiş bir muska.”
Eşi tebessüm ederek metal cismi incelemeye devam etti:
“Süleyman Amca’dan mı bahsediyorsun?”
“sakın o meczubu tanıdığını söyleme bana.”
“yakinen tanımam ama hayat hikayesini kısmen biliyorum.”
“daha küçücük bir çocuk o, muskalarla ne işi olabilir ki”
“bir kere bu muska değil cevşen, ayrıca Süleyman Amca’nın hikayesini bilsen ona meczup demezdin.”
“uzun zamandır merak ediyorum aslında bu ihtiyarı, bir kaç seferde karşılaştık yolda kötü birine benzemiyor ama yine de oğlumun bir yabancıyla muhatap olmasını istemiyorum.”
“Süleyman Amca zamanının bıçkın delikanlısıymış. Sene 1943. Bir namus davasından dolayı hapishane girmiş. Kısa sürede koğuş ağası olmuş. Değil gardiyanlar hapishane müdürü dahi ondan korkarmış. Hapishanede her gün kumar oynanır, ölümlü kavgalar çıkarmış. Bir gün müdür onu yanına çağırmış ve demiş ki; “yakında buraya Şarktan bir Bektaşi sevk edecekler. Rejim düşmanı bir muhaliftir. Kimse onunla konuşmayacak, onunla muhatap olmayacak. Ona istediğiniz kötülüğü yapabilir, angarya işlerinde çalıştırabilirsiniz.”
O güne kadar adam öldürmüş, kumar oynatmışsa da kimseye zulüm düşünemez Süleyman Amca ve restini çeker; ”sen kim oluyorsun da bana emir veriyorsun, gelen hoş geldi sefa geldi, giden eyvallah uğurlar ola” der tersler müdürü.
“sonra beklenen grup gelir. İçlerinde o Bektaşi denilen Zat da var. Bakışı, duruşu ve kıyafeti diğerlerinden çok farklı. “Bir çayımızı iç hoca der saygıyla.” “Senin çayını içerim der ancak şu on kuruşu alman şartıyla” ve bir bardak çayını içer Süleyman Amca’nın. Sonra onu münferide alıp küflü, izbe bir hücreye koyarlar. Süleyman Amca bunu duyar ve hemen soluğu idarede alır. “Çabuk hocayı çıkartın oradan yoksa hapishaneyi başınıza yıkarım” der. Müdür çok korkar tabii ve hemen Hocayı o izbe yerden daha geniş, rahat bir hücreye naklederler.
“peki bu bıçkın delikanlı, hapishane efesi nasıl yola gelmiş.”
“hapishanede Kuran bilen, namaz kılan iki Süleyman daha varmış, ama Üstad bir tek bizim Süleyman Amca’ya itimat eder ve talebelerine ne isterseniz ondan isteyin dermiş. Düşünsene namaz kılan Süleymanlara değil katil, kumarcı Süleyman’a sonsuz güven duyuyor. Çünkü diğerlerinin karakterinin bozuk olduğunu ve idareyle iş birliği yaptığını biliyor. Bir ara namaza başlamış, sonra çok zaman alıyor diye bırakmış. Üstad ona demiş ki: “kardaşım Süleyman sen farzlarını kılmaya devam et, sünnetleri senin yerine ben kılarım.” Bir müddet sonra: “Üstadım artık sünnetleri kılmanıza gerek yok, ben hepsini kılıyorum demiş.” İşte böyle…”
“ver bakayım şu kolyeyi bana” diyerek eşinin elinden metal cismi aldığı gibi doğru Emir’in odasına gitti.
Emir odasında mışıl mışıl uyuyordu. Aysun Hanım usulca oğlunun yanına sokuldu. Yumuşak saçlarından okşayıp, yanağından öptü. Bebekliğinden beri hep aynı pozisyonda uyurdu; sağ tarafına kıvrılmış ve eli yastığın üzerinde yumruk şeklinde. Avucuna metal cismi bırakarak odadan çıktı.
O sabah şiddetli baş ağrısı ve mide bulantısıyla uyandı. Bu doğum sancısı olabilir miydi? ama doğuma daha iki hafta vardı, öyle düşünüyordu. Emir’i zoraki yatağından kaldırdı, üstünü giydirdi ve yuvaya girdiğini görebilmek için balkona çıktı. Zaman geçti. Emir görünmedi. Ne oldu bu çocuğa acaba? Aşağıya inecek gücü bulamadı kendinde. Parmaklıklara zor tutunuyordu. Dakikalar geçmek bilmiyordu. O sırada İhtiyar, Emir’in elinden tutmuş köşede göründüler. Beraber sohbet ederek okula gidiyorlardı. Bir süre seyretti onları. İhtiyar kreşin önünde durdu. Kapıyı yavaşça araladı. Balkonda, demir korkuluklara yapışmış, kasıkları ağrıyor, midesi bulanıyor, başı dönüyor, gözleri kararıyor ve sancıları giderek artıyordu.
Sonra karışık renkler gördü, irili ufaklı gölgeler, parlak noktacıklar ve bir öbek ışık hüzmesi:
Kreşin kapısı ardına kadar açıldı. Bir hücreydi burası; küçük, dar, basık, köhne, karanlık, nem ve küf kokan. Kreşte çocuklar öğretmenleri nezaretinde neşe içinde legodan kule yapıyorlardı. Basık hücrede kırık bir somya. Yerde, içinde bir kaç parça eşyanın bulunduğu küçük bir sepet. Somya üzerinde başı göğsü üzerinde gözleri yaşlı bir ihtiyar. Şu hasta, ihtiyar hali ve olanca yalnızlığı, kimsesizliği, aczi ve fakrına rağmen kim bilir kimlerin günahına ağlıyor, imansız yetişecek bir neslin acısını yüreğinin ta derinliklerinde hissediyor ve kim bilir ahirete gidecek olanların son duraklarının cennet olsun diye kendini paralıyor. Emir’de oyuna katıldı ve legolarla bir şeyler yapmaya başladı. Öğretmen sordu:
“Emir lego ile ne yapıyorsun?”
“okul yapıyorum öğretmenim.”
İhtiyarın elinde bir müsvedde bir şeyler çiziyor.
“ne çiziyorsun ihtiyar?”
“okulumun planımı çiziyorum.”
“hasta ve mahpus halinle ne okulu böyle?”
“ilerde bu hücrenin yerine yapılacak, içinde ailesine bağlı, vatana millete ve dinine sahip çıkacak talebelerin yetişeceği okul.”
“güldürme adamı ihtiyar, anlaşılan memleket memleket esaret zindanlarında dolaşman, küflü izbe hücrelerdeki yalnızlığın hayalci yapmış seni.”
“hayal değil bilakis hakikattir.”
“aferin sana Emir ne güzel bir okul yapmışsın, okulun yanındaki bayrak direği mi?”
“evet öğretmenim, bayramlarda balkona astığımız bayrağı bu direğe asacağım.”
“ ince bir hat çizmişsin ihtiyar, pek bir şeye benzetemedim.”
“Elif’tir. Elif inceliktir, zarafettir. Letafettir, sevgi, muhabbettir. İlk ve tektir O. Mebdedir, bidayettir. Fikr-i mukaddestir zihinlerde. Adı Elif gönüllerde.”
Gözlerini açtığında karartılar, gölgeler birer birer kayboldu, şimdi florans lambalarının aydınlattığı bir odada etrafında beyaz önlüklü kimseler koşuşturuyordu. Kollarında, burnunda plastik hortumcuklar ve hortumcuktan kanına karışan bir sıvı. Tekrar daldı. Legolar içinde oynayan oğlunu gördü. Dar hücredeki ihtiyar ona tebessüm etti. Adı Eliftir, Elif incedir, narindir dedi. Karnında kıpırdanmalar hissetti, bir şeyler sökülüp geliyordu sanki. Bir koku geliyor burnuna, daha önce hiç duymadığı, koklamadığı büyüleyici, insanı mest eden bir koku. Bu koku biraz olsun rahatlatıyor, acısını unutturuyor. Şuurunu kaybederken yeni doğan bir bebeğin sesleri odayı kaplıyor.
Bu sene kış çetin geçti. Kışları ılık geçen bir bölge için alışık olunmayan bir durumdu bu. Öyle ki evlerin saçaklarında, ağaçların donmuş ince dallarında sarkıtlar oluştu. Parktaki ördek ailesi bile bundan etkilendi. Göletleri buz tuttuğu için uzun süre suya hasret kaldılar. Arkasından bahar geldi. Tabiat beyaz elbisesini çıkartıp yeşile büründü. Ağaçlar yeşillendi, dallarında kuşlar şakımaya başladı, çağlalar çiçek açtı.
Aysun Hanım çocuk odasının perdesini sonuna kadar çekti, pencereleri açtı. Güneş huzmeleri, baharın taze kokusuyla birlikte odaya doluştu. Camlardan sızan ışınlar çocukların gözlerini kamaştırdı.
“Emir, Elif hadi bakalım kalkın okula geç kalacaksınız çabuk çabuk.”
Gözlerini ovuşturarak uzun uzun esnediler, uykunun bu tatlı anında uyanmak zor geldi onlara. Sonra annelerinin kucağına atlayarak yanağına sabah öpücüğü kondurdular. Emir ilkokula servisle gidiyordu. Elif ise anaokuluna daha yeni başlamıştı. Her sabah yuvaya annesiyle birlikte giderlerdi. Yuvaya giderken Elif şunu fark etti ki; annesi parkın bir köşesine gelince duraksıyor ve birini ararmış gibi etrafına bakıyordu. Bir de kreşe gelince yapıyordu aynı şeyi. Kreşin kapısı önünde duruyor, kapıyı yavaşça aralıyor, ve derin derin bir şeyler kokluyordu sanki.
Sonraki senelerde çok butikler, lüks mağazalar, esansçılar ve parfümeriler gezdi ancak o insanı mest eden, büyüleyici kokuya hiçbir yerde rastlamadı. Bazen yuvayı deterjanlı suyla yıkadıklarına hayretler etti. Demek ki o kokuyu başkaları hissetmiyordu. Aysun Hanım bu kokuyu kızını kreşe her götürdüğünde duyumsadı ta ki Elif kreşi bitirinceye kadar. Küçük Elif yuvayı bitirince artık o koku da ortadan kayboldu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.