- 632 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'yanılsama'
’İnsanların saadet kadar felakete de ihtiyacı vardır.Dostoyevski’
Başkası olsa denerdi. Kim bilir deneseydi her şey daha farklı olabilirdi. O ise oturuyor, aynı düşüncelerden kurtulamıyordu. Serin sabah vakitleri üzerine giyindiği aynı kazağın iplikleri bu sonbahar daha da eskimişti. Aynı kazağı yıllardır giyiyordu. Kazak giyildiği için mutluydu. İçinde bulunan teni ısıttığı için makine de defalarca dövülürcesine yıkanmaktan çekinmiyordu. Boş ve kesik kâğıtlar, defalarca okunmuş aynı gazete sayfası, üst üste yığılmış kitaplar… Gözleri uzakta bir şey ararcasına bakıyordu. Radyo kara haberlerden bahsediyordu. Günün belli olmayan saatlerinde birkaç dakika haberleri dinliyordu. Sonra şarkı dinliyordu arada. Birkaç şarkı. Hep aynı şarkılardı. Hep aynı frekanstı. Ismael’in dudağında uçuk çıkıyordu. Diliyle yaranın ucunda dağılmadan duran sıvıya dokunuyordu. Koyu yeşil bir yaprak yapışmıştı koluna. Kolu çıplaktı. Canı sıkılınca yapacağı şeyi biliyordu. Oturduğu yerden kalkacak, pedallara asılıp, rüzgârla oynayacaktı. Önce atkısını boynuna dolayacaktı. Ölü bir sinek doladığı atkının içinde olacaktı. O göremeyecekti sineği. Stigmaları kurumuş, kanatlarındaki doku ve damarlar dokunulduğu an kulakla duyulması zor ‘çat’ sesiyle toz haline gelecekti.
Hiç değilse denedim. İnsanlar denemediğimi sanıyor oysa ben denedim. Denemiş olmakla, aptallığın arasında büyük fark var. Bu farkı anlatacak kimsem yok. Basit cümleler kurup, etkili olabilirim. Bu cümlelerle yalnızca kendimi hafifletmiş olurum. Kimse yok. Ses çıkardığında duyacak kimse yok. Deniz yosun kokuyor. Pedallara daha sıkı basabilirim. Bazen bisikletle beraber denize uçmayı hayal ediyorum. Kuma saplanırsam bu hayali gerçekleştiremeyeceğimi düşünmek canımı sıkıyor. Denemeden bilemem. Dahası korkulukları kırık bir köprü var ve o köprüden atlayabilirim. Hayır, ses duyulmasını istemiyorum. Bunu gece planlarsam her şey daha iyi olur. İyi olup olmaması umurumda değil. Yalnızca tamamen batmak istiyorum ya da havalanmak! Aslında hiçbiri. Hiçbir şey istemiyorum. Kuruntu, evet kuruntu bunlar. İstemiyorum. Bu kitaplar, aynı haberi bin sekiz yüz yetmiş dört kere okuduğum gazete sayfası, bomboş kâğıt parçaları…
Ismael bunları düşünürken, Maria’nın kulaklarında uzaktan zeytinyağı tıpasına benzer bir şey vardı. Müzik dinliyordu. Bağrı açık, rüzgâr memelerini avuçluyordu. Hızla asfalt yoldan toprak yola sapmış ve sahil boyunca bisikletiyle ilerliyordu. Altında gri bir eşofman, turuncu güneşin toprağı boyayan renginde kararıyordu. Gölgesi olmayan, uzun saçlarından birkaç tel şapkasının arasından kurtulmak istercesine rüzgâra yalvarıyordu. Kucak kucağa sarı otlar birbiri üzerine yaslanmış uyurken, midye kabukları ağır ağır taşların arasında yürüyen köpeğin patileri altında eziliyordu. Beyaz taşlar uzakta görünen ormanın suya açlığını, balıkların dudaklarından öğreniyordu. Dudakları öfkeyle gerilmiş Maria ilerideki dönemece dikkatlice bakıyordu. Sola mı dönecekti, yoksa dümdüz gidecekse, sahilde durup biraz dinlenmesi iyi gelebilirdi dudaklarına. Öğrenciler aynı bankın etrafında gülüşüyorlardı. Bankı işgal etmişlerdi. Bankların karabasanı da onları anahtarları ya da kalemleriyle delik deşik eden öğrencilerdir. Yine de kızamıyordu. İğneleyeceği ve saçma şakaları yapmaktan sıkılmış genç erkek cebinden beyaz bir paket çıkarıyordu. İçinde sarılı iki tane esrar vardı. Annesinden aşırdığı parayla okulun arka tarafında esrarı temin eden Pedro’dan otu alıyordu. Maria iki gün öncesini düşünüyordu.
Seni seviyorum Maria. Doğru dürüst bir iş bulamamak benim suçum olabilir ama ayrılmamız gerekmiyor. Seni seviyorum. Beraber kalmaya devam edelim. Eve bir daha ne hap ne de ot getireceğim. Söz veriyorum. Eğer beni terk edersen, yaşamak için tek sebebimi de kaybederim.
İnanabilirdi Pedro’ya ancak Pedro bunu kendisine defalarca söylemişti. Sanat Tarihi üzerine doktora yapabilmek için Paris’e gidecekti. Tüm bunlar bir ay içerisinde gerçekleşecekti ama o henüz Pedro’ya gideceğini söylememişti. Bir sebep bulup, ayrılmaya çalışmak daha kolay olabilirdi ve bu Pedro’nun uyuşturucu işi olacaktı. Öncesinde defalarca aynı sebepten kavga etmişlerdi. Bir ara kendi de uyuşturucu kullandığı için, kimi zaman Pedro bunu yüzüne vuruyordu.
Bir noktanın hareket edemediği, kımıltısız kalışının ona verilmiş enerjiye aykırı olduğunu açıkça gösteren elleriyle Maria denize bakıyordu. Ellerini denize doğru uzatırken, denizin maviliğini kıskandıran damarlarına bakıyordu. Sanki denizi dolduran onun damarlarıydı. Deniz ilhamını kaybettiği an, onu yanına çağırıyordu. Bir perinin onu buraya çektiğini düşünüyordu hep. Ne zaman deniz eski canlılığını yitirse, Maria ve onun gibi hayatı içine hapsetmiş insanları yanına çağırıyordu. Bisikletin arka tekerinin havası inikti. Eve dönerken benzin ofisinde şişirse iyi olacaktı. Ismael iki eliyle boşluğa tutunup, sahilde bisikletle ilerlerken, Maria’nın oturduğu bankın arkasından geçerken denize baktı tekrar. Yüzünü saran rüzgâr, teninin parlaklığını saklayan güneşi kollarında avutuyordu. Bin sekiz yüz yetmiş beşinci kez aynı şey olmayacaktı artık. Yeni bir gazete alınacaktı. Ismael bunu başarabilirdi. Pedro intihar etmeden yaşayabilirdi. Maria Paris’te yeniden sevebilirdi.
Cafe de Milano’nun meşe ağacından yapılmış kalın giriş kapısının eşiğinde, iki büyük, karnı şişik, tüylü ve yaşlı kedi uzanıyordu. Bulaşıkçı iri bira bardaklarını sudan geçirirken, kasada duran genç kız karşısındaki küçük kare masada hamburger yiyordu. Ernesto verniği yapılmamış masanın zımparalanmamış yüzeyini parmaklarıyla tırtıklıyordu. Arada saate bakıyordu. ‘Çoktan gelmiş olmalıydı’ diye düşünüyordu. Önünde duran küllüğün metal dış kısmına yapışmış izmarit lekesi göz zevkini bozuyordu. Küllüğü azıcık sağa çevirince rahatlamıştı. Kahvesinden bir yudum daha almak için fincana elini uzatırken, bir yandan da az önce küçük bir lekeden dolayı tiksindiği küllüğün içerisine tükenmiş sigarasını söndürüyordu.
Ah Ernesto, nasıl desem, hiç inanmayacaksın ama yolda trafik…
Sigara sönmek için direnirken, gözlerinin savrulduğu yerde duran ufak tefek bayanın saç rengi, Cafe de Milano’nun ambiyansıyla uyumluydu. Dudaklarındaki ruj, yüzündeki çilleri kötümser bir hastalığın izleri gibi gösterirken, Ernesto aklına hâkim olamıyor, düşüncelerini toplayamıyordu.
Şu an için ‘m’ yazılı tabelanın tam karşısındayım.
Lanet olsun! Kaçırdığıma inanıyordum. Beş dakika sonra gelse dahi, metroyu kaçırmamalıydım.
Bu önceki şehirle alakalı bir anı olmalı. Sanırım New York’ta iki gece. Afroamerikan dostlarımla iki günden daha fazla eğlenebilirdim. Birisi Malcolm’dan bahsederken, diğeri kendi soyadını da ‘x’ olarak kullandığını ancak profesörün böyle bir şeyi kabul etmeyeceğini, bu yüzden derslerinden ‘ff’ alıp, kalmanın delilik olacağını söylüyordu. Sahi, iki günden ne çok şey duymuştum. Belki de en güzeli Karina’nın anlattıkları. Güney Amerikalı, çıldırtıcı güzelliğin anlattığı şeyler; Desideria bunları dinler mi? Karina, anlattığın hikâyeyle tekrardan uçağa binmem ne kadar zor oldu bilemezsin.
Metronun yürümeyen merdivenleri, tabelaların ışıktan delirdiği şehrin kanalizasyonlarında farelerle beraber yaşayan, yüzleri kararmış, yüzlerce insanın osurduklarında şehrin yukarıda yaşayan insanlara küfür ettiklerini zannettikleri, maviliğin gri ve siyah gökdelenler, rezidanslar arasında kaybolup, güneşin dansı bıraktığı sokaklar.
Şu an için tam karşımda duran sensin. Ah Desideria! Seni sevmiyorum.
Desideria Ernesto’ya yaklaşırken yüzündeki sahte hüznü devam ettirmiş, sandalyeye oturmadan önce, Ernesto’yu yanaklarından öperken gülmeye, aniden havanın açıp, güneşin yüzünü göstermesi gibi gülmeye başlamıştı. Çok konuşuyordu. Ernesto’ya göre güzel de değildi ama onu çağırmasındaki tek sebep, Desideria’nın kız kardeşi Virginia’nın da gelecek olmasaydı. Desideria ısrarla Ernesto’ya New York seyahatini soruyordu. Ernesto kardeşini beklemenin mantıklı olacağını söylüyordu.
Aman bırak şimdi onu! Geç kalır o her zaman ki gibi. Sen nasılsın, hiç konuşmuyorsun, bir şeyin mi var?
Ernesto hamburgerini bitirip, kasaya kâğıt bardağının içindeki fantayla dönen kıza parmaklarını uzatırken, işaret parmağı ve orta parmağı yan yana, beraber havaya yükselmişlerdi. O an için kahve içme isteği, Desideria’nın birkaç saniyelik ilgisinden uzaklaşmak için kaçış olacaktı. Zafer işareti yapan istemsiz parmakları ahşap masaya geri inerken, kasadaki kız garsona işaret parmağıyla Ernesto’yu gösteriyordu. Ernesto’nun zaferi Virginia’yı görmesiyle sevince dönüşmüştü. Aynı muhabbetler Virginia ile de olacaktı ancak Ernesto yine hiçbir şeyi tam olarak anlatmayacaktı. Uzun uzun Virginia’ya bakarken, söyleyeceği bir şey de varsa susacaktı. Desideria her ne kadar kız kardeşi de olsa, ortamda iki bayanın olmasından dolayı sıkılmaya başlamıştı. Yeni konu açmaya çalışıyordu ancak Ernesto New York’ta iki gün boyunca yaşadığı ne varsa en güzel haliyle Virginia’ya anlatacaktı.
Karina ismi duyulunca iki bayan da önce kısa bir şaşkınlık geçirip, sonra rahatsız oldular. Desideria’nın rahatsızlığı Ernesto’ya tapmasından kaynaklanıyordu. Virginia’ya Ernesto’nun fikirlerini beğeniyor, tipiyle pek ilgilenmese de, anlattıklarının kendisinde ayrı bir haz tabakası oluşturduğunun farkındaydı.
Karina diye bir bayanla tanıştım. Kendisi Columbia üniversitesinde doktora yapıyordu. Size onun anlattığı bir öyküyü anlatacağım. Öykünün sahibi Ambrose Bierce. Tanıyor musun yazarı diye sordu, geçiştirmeye, yok dememek için elimden geleni yapmaya çalışsam da, anladı tanımadığımı. ‘Büyük bir kayıp’ dedi. Şimdi Karina’dan özür dileyerek, o burada olmasa da kendisinden özür dileyip, başlamak istiyorum. Neyse hikâyeye dönelim.
Desideria Ernesto’nun sözünü kesmek istiyordu ancak söze nereden başlayacağını bilemiyordu. Desideria’dan önce kız kardeşi Ernesto’nun sözünü kesmeyi başardı.
Yoksa Baykuş deresi köprüsündeki bir olay adlı hikayeden mi bahsediyorsun?
Ernesto’nun göz bebekleri büyümüş, şaşkınlığını gizleyemeyecek hale gelince de ‘nasıl, sen biliyor musun’ diyebilmişti. Desideria kız kardeşiyle sevgilisi olarak gördüğü Ernesto’nun konuştukları şeye anlam vermeye çalışıyordu. Virginia hikâyeyi biliyordu ve Ernesto’nun dudaklarını hafifçe emerken, ruhunda kendisine karşı büyüttüğü sevgiyi hissederek ve bunu arzulayarak hikayeyi anlatacaktı.
Biliyorum tabi, küçümsemeyiniz beni Ernesto Bey! Bir dergide rast gelmiştim. Ambrose’nin yazarlığından çok, gazeteci ve sosyal hayattaki portresi üzerine biyografik bir çalışmaydı. Eserlerine örnek olması amacıyla da bu kısa öyküsünü paylaşmışlardı. Yanılmıyorsam Alabama’da geçiyordu öykü. Amerikan iç savaşı sırasında tren raylarını sabote etmeyi amaçlayan Peyton Farquhar adlı güneyli bir çiftçi, sonunda bir köprüye asılarak idam edilir. Öykü de idam mangasının ortasındaki Peyton’un boynuna ilmiğin geçirildiği andan itibaren başlıyor. İnfaz emri verilir verilmez ip kopuyor ve mahkum dereye düşüyor. Köprüdeki ve kıyılardaki askerler silahlarını ateşliyorlar. Mahkum Peyton baykuş deresinin derinliklerine doğru dalıyor. Mermilerden yara alamadan derinliklere dalıp, yüzerek oradan uzaklaşıyor ve uzak bir yerde karaya çıkıyor. Evi askeri bölge dışında olduğu için kurtulacağını ümit ediyor. Ormandan kaçıyor. Sevdiği kadının, eşinin yanına doğru koşmaya başlıyor. Ev biraz ileride gözükmeye başlıyor. Koşuyor. İçeri giriyor. Sevdiği kadının karaltısını görüyor. Büyük bir aşk ve sevgiyle onun kollarına doğru uzanıp, sarılacakken, öykü başladığı yere dönüyor. Boynuna geçirilmiş ilmik sımsıkı geliyor ve boynunu hissediyor acı içerisinde. Her şey göz açıp kapanıncaya kadar oluyor. Kısacık bir an sözcüklerle uzuyor. Gerçek dünyadan uzakta, o güneyli çiftçinin ölümü gerçekleşiyor. Tutuklu boynu kırılarak ölüyor. Bedeni ipin ucunda asılı halde, bir o yana bir bu yana baykuş deresi köprüsünde yavaş yavaş sallanıp duruyor.
Ernesto Virginia’nın ruhuyla sımsıkı kucaklaşmak isterken, onu engelleyen, kan bağının insan haline bürümüş hali olan kardeşi Desideria’dan başkası da değilken, sinirden dudaklarını ısırıyordu. Desideria kız kardeşinden kurtulmak istiyordu. Virginia’nın mutlaka bir işi olmalıydı. Ernesto’yla baş başa kalmak istiyordu. Ernesto yeni bir sigara daha ateş verirken, Virginia ile arasındaki mesafenin öyküdeki şanssız çiftçiyle eşi arasındaki mesafe kadar uzak olduğunu fark ediyordu. Desideria ile görüşmek istemiyordu. Virginia sütlü kahvesine şeker alamadan, ayağa kalkıp, gitmeliydi. Bir an için gözlerini kapadığında, Virginia’nın kucağında oturduğunu ve onu öptüğünü hayal eden Ernesto, ıslak, hüzünlü ‘görüşürüz sonra Ernesto’ sözüne muhatap dudaklarından kan getirmek istiyordu. Desideria’nın aklındaysa o dudakları ölene dek öpmek vardı.
Kasada duran kızma bulaşıkçı sesleniyordu:’ Betty, benim dışarıda halletmem gereken bir iş var. Sorun olur mu? Şefi beklersem geç kalabilirim.’ Betty yüzünü ekşitirken, döner sandalyeyle geriye doğru kasaya sırtını verip, kâğıt bardağa tükürdü. ‘Gidebilirsin’ dedi, ‘ama izin alabilseydin daha iyi olurdu. Çok acil mi halletmen gereken iş? Başka bir zaman da halledemez misin?’ sorusunu da önemsemez bir yüz ifadesiyle Pedro’ya yöneltti. Pedro ellerini mutfak havlusuyla kurulurken, ‘hayır’ dedi, ‘mutlaka gitmeliyim.’ Betty’nin umursamaz bakışları Pedro’yu kızdırabilecek ölçüde değildi. Aklında olan her neyse, o bütün hayatını kapsamış ve onu zaten rahatsız ediyordu. Pedro önlüğünü çıkarıp, gömleğinin kollarını düzeltirken, garson masalardaki boşları getiriyordu.
Hey Sânchez, boşları şuraya koy. Bir sürü bardak, tabak, çatal, bıçak var. Kullanabildiğin kadar yenisini kullan. Umarım şef benden önce gelmez. Gelirse de, Tanrı beni bağışlasın, küfretmeyeceğim. Ah Maria! Umarım havaalanına yetişebilirim. Seni belki de bu son görüşüm olacak. Hayır, Pedro, kötümser olmamalısın. İyi düşün, dua et! Uyuşturucuyu bırakmışta olsan, hâlâ seni çok etkiliyor. Ruhun vazgeçmiş de olsa, bedenin hücrelerinin her birine kadar uyuşmak, çalışmaktan kaytarmak istiyor.
Betty içerisine tükürdüğü kâğıt bardağı tuvalete yıkamaya götürdüğünde, Pedro kapıdan çıkmak üzereydi. Tüylü, yaşlı kedilerden biri hâlâ kapı eşindeyken, rengi daha sarı ve iri olanıysa cafe de milano’nun karşısında park etmiş arabanın üstüne çıkmıştı. Virginia Betty’den önce tuvaletten çıkıp, dış kapıya yönelmişti. Pedro taksiye bindiğinde, Virginia kapı eşiğinde çömelmiş kedinin başını okşuyordu. Elbisesi dizlerine kadardı ve dizinin birinde kan kırmızı renginde bir yara vardı. Yara daha yeni gibi duruyordu. Kan akmıyordu, durmuş gibiydi ama güneş altında parlıyordu. Alttan giydiği iç çamaşırına doğru bakınıyordu tüylü ve yaşlı kedi. Pembe külotunun üzerinde kırmızı kalpçikler vardı. ‘Ernesto’ dedi Virginia kediye, ‘Ernesto, seni hiç sevemeyecek miyim?’ ‘Öldür ablanı’ diye bir ses duydu. Bu sesi kendisinin uydurduğunu sandı. Kediye baktı. Kedinin gözlerinde yorgunluk ve hayattan bıkkınlık vardı. İhtiyar bir bilgenin vakarlığını taşıyan kediye ‘sen mi konuştun kedi’ diye sordu. Gülme sesi ardınca, ‘deliydin, daha da delirmişsin’ diye bir ses duydu. Başını arkaya çevirip baktığında kimseyi göremedi. Kedi de konuşmuyordu. Bu ses nereden geliyor diye düşündüğünde biraz ötede bisiklet üzerinde duran birisi dikkatini çekti. ‘Cadı kılıklı şeytandır senin ablan. Öldür onu ve dünya ondan kurtulsun’ diyordu ileride, bisiklet üzerinde duran. Virginia korkmuştu. ‘Sen kimsin’ diye sordu.
Benim kim olduğum önemli değil. Sen beni tanımazsın. Çok küçüktün ben sizin yanınızdan ayrıldığımda. Adımı istersen söyleyebilirim, adım Toli. Ben senin üvey kardeşinim ama beni kimse sana anlatmadı. Beni hatırlayamazsın da. İzinizi uzun zamandır bulmaya çalışıyordum. Sonunda kaldığınız evin adresini buldum. Sizi buraya kadar takip ettim. Ablanı gördüm. Hiç değişmemiş, küçükken de bencil, çirkin ve kötü bir yaratıktı. Hiç değişmemiş. Ernesto’ydu sanırım masada oturan, onu seviyorsun, gördüm her şeyi ama pis yaratık sizin bir araya gelmemeniz için her şeyi yapabilir. Öldür onu ve kurtulsun herkes. Öldür. İçkisine şu haplardan at. Yanına fazla yaklaşmıyorum korkmaman için ama dediklerim doğru, inan bana. Ben senin üvey kardeşin Toli’yim. Bana inanmayabilirsin ama yüreğinin sesini dinle. Sen de yapmak istiyorsun bunu; al, sadece içkisine koy ve kurtul ondan.
Ismael yeni bir gazete alıp, köpeğine haşladığı kemikleri verdikten sonra, eliyle çevirdiği kahve öğütücü makinesinin içine kahve döküyordu. Sütlü kahvesini yapıp, yeni aldığı kitabını okumaya başlayacaktı. Öğütülmüş kahveleri cezvedeki sütün içine boşaltırken, bir yandan da aldığı gazeteye göz gezdiriyordu. Başyazar ünlü gazeteci Humberto Pablo Roman intihar vakalarının arttığından yakınıyordu. Dün daha on yedi yaşında genç bir kız içtiği zehirle intihar etmişti. Diğer yandan havaalanında yaya girişi yasak bölgede uçak yakıt tankerinin çarptığı Hugo Pedro Vidal isimli bir adamın birkaç cümlelik ölüm hikâyesi ve buna sebep olan aşk hikâyesi yazıyordu. Gazetecilerin birçoğu da, özellikle baş sayfayı düzenleyenlerin iyi yazarlardan pek de eksikleri yoktu. Ismael gazeteyi olduğu yere bırakıp, sütlü kahvesiyle kitabını alıp, pencere kenarına doğru yürüdü. Kitabı açar açmaz küçük dilini yutacağını zannederek, eliyle dudaklarını büktü. Aylardır çok beğendiği ama açılamadığı kitapçıda çalışan güzel bayanın notu vardı.
Yarın saat beşte. Cafe de Milano’da buluşalım mı?
'yanılsama' Yazısına Yorum Yap
"'yanılsama'" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.