- 605 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (41)
MEDİNE / MEKKE İLİŞKİLERİ (20)
HUDEYBİYE ANLAŞMASI / OLUŞUMU / ARKASINDAKİ GERÇEKLER (2)
Mekke yolculuğuna umre yapıp Kabe’yi ziyaret için yola çıkan Müslümanların kafalarında barış yapacakları yoktu. Barış onlar için bir sürpriz oldu. Allah’ın resulü, barış teklifi karşısında hiçbir şey demeden şartları kabul etti. Müslümanlar arasında meydana gelen infial, hem Mekke’yi ziyaret edememek, hem de barış şartlarının ilk görünüşte Müslümanların aleyhine, Mekkelilerin lehine görünmesiydi. Bir çok ileri gelen Müslüman resul ile bu konuda tartışma noktasına geldiler. Sanki Allah’a imanları, resule imanları ret edilmiş gibiydi. Özellikle Süheyl bin Amr’ın, anlaşmanın başına sadece kendi isimlerini yazdırması, Allah’ın resulü Muhammed ifadesini kaldırtması, Müslümanları çok kızdırmıştı. Hatta bazıları “ya Resulüllah biz bunu için mücadele etmiyor muyuz? Bunu için hicret etmedik mi? Bunun için cihat etmedik mi?” minvalinde sorgulamalara gittiler. Olayın ilginç yanı resulün bu olay gerçekleşirken arkadaşlarıyla istişare etmemesiydi. Hemen her konuda istişareyi esas alan resul, anlaşma sırasında istişare etmedi.
İstişare peygamberin sürekli uyguladığı bir metot iken, Hudeybiye anlaşması sırasında uygulamamış olması düşündürücüdür. Bu konuda bazı açılımlar yapılabilir.
1. Mekkeliler anlaşma teklifini önceden yapıp, tartışma imkanı vermemişlerdir. Süheyl bin Amr iki arkadaşıyla gelmiş anlaşma yapmak istediklerini söylemiştir. Bu durumda resul teklifinizi iletin, biz aramızda tartışalım size neticeyi bildiririz diyebilirdi. Ama demedi. Hemen Süheyl bin Amr ile anlaşma şartları üzerinde konuşmaya başladı. Ki, olayın ilginç yanı kendisi hiçbir şart ileri sürmedi. Süheyl bin Amr’ın dediklerini yazdırdı. Şimdi durum böyle görünüyor. Halbuki işin aslı böyle değil. Resul önceden 20 kişilik bir grupla Osman’ı Mekke’ye göndermiş. Amaçlarının savaş değil, Kabe’yi ziyaret olduğunu bildirmişti. Yani Resulün amacı barıştı. Savaş için Mekke’nin kapısına dayanmamıştı. Savaş son seçenekti. O da Mekkeliler üzerlerine saldırırsa idi. Mekkeliler üzerlerine saldırmazlarsa resul Mekke üzerine saldırmayacaktı. Çünkü savaşın yasak olduğu aylar yaşanıyordu. Yani barış ayları yaşanıyordu. Bu durumu göz ardı eden bazı Müslümanlar olayı garipseyebilir. Öncelikle Müslümanlar tarafından şu durum iyi bilinmelidir ki, İslam asla savaş için Müslümanlara saldırı emri veren bir din değildir. Aksine, sürekli barışı öne çıkaran, ancak Müslümanlara saldırılırsa savaşı emreden bir dindir. Zulme karşı, zulmü bitirmek için savaşı emreden bir dindir. Değilse öyle keyfe keder, dünyalık ganimetler toplamak, ülkeleri fethetmek için İslam savaş emretmez. Hele din yaymak, toplumlara dini zorla kabul ettirmek için de savaşı hiç emretmez. Adı gibi barış dini olan İslam dini, bütün önceliklerini barış üzerine kurar. Savaş en son seçenek olarak kabul eder. Aslında bu durumu resulün arkadaşları da biliyordu. Ancak 6 yıllık Mekke ve aile özlemi, dikkatli düşünmelerini engelleyerek, resule karşı fikirler ileri sürdüler. Tartışma yapmak istediler. Resul onların psikolojilerini çok iyi biliyordu. Anlıyordu ki, şimdi onlarla barış üzerine istişare yapsa, onların psikolojik durumu müsait değildi. Onlar Mekke’ye girmeye şartlanmışlardı. Düşüncelerinde Kabe bile ikinci plandaydı. Herkes aileleriyle buluşmayı amaçlıyordu. Bu durumda onlarla barış konusu istişare edilemezdi.
Diğer taraftan, resul Süheyl bin Amr’dan izin isteyerek, aramızda bir istişare yapalım demiş olsaydı. Resul’ün konumu Süheyl bin Amr’ın gözünde tartışılırdı. O da gider durumu Mekke’ye anlatırdı. Halbuki resul dirayetli durarak, toplumun liderinin kendisi olduğunu vurguladı. O an itirazlara kulak vermeyerek, kendi kararlarını uygulayarak, Süheyl bin Amr’a şunu dedirtmedi. “Bunların kafası karışık. Daha kendi içlerinde bir bütün değiller”. Süheyl bin Amr ne gördü? Kararlı, otoriter bir lider. İsterse her şeyi tersyüz edebilir. Baksana arkadaşları bir şeyler söylüyor onları bile dinlemiyor. Liderliğini ortaya çıkarıyor. Bu görüntü Süheyl bin Amr’ı etkiledi. Halbuki Mekke liderleri olarak kendi aralarında Dar’un Nedve’de bir karar alıncaya kadar sürekli tartışıp duruyorlardı. Hatta bazen karar bile alamıyorlardı. Elbette Süheyl Bin Amr Mekke’ye dönüşünde bütün tekliflerinin Muhammet tarafından kabul edildiğini söyleme gururunu taşırken, Muhammed’in toplumuna nasıl liderlik yaptığının izlenimlerini de anlatacaktı. Gördüğü otoriterliği, kesin kararlılığı da Mekkeli önderlere söyleyecekti. Bu durum önemliydi. Resul bu olayda gereken titizliği gösterdi. Yumuşak, anlayışlı, ama otoriter, kesin kararlı tavrıyla, “ben zalim değilim, anlayışsız değilim, aynı zamanda da kararsız biri değilim. Etrafımdaki insanlar tarafından yönetilen biri de değilim” imajlarını Süheyl bin Amr’ın kafasına kazıttı. O da gidip Mekkelilere anlattı.
2. Elbette Müslümanlar için dava, Allah, resul davasıydı. Ancak Mekkelilerle Allah konusunda, Allah’ın bazı sıfatları hariç problem yoktu. Onun için anlaşmanın başına, ha “Allah’ın adıyla”, ha “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” yazılmış bir şey değişmiyordu. Tam anlaşma sırasında da, Süheyl’e Rahman’ı, Rahim’i anlatmanın gereği yoktu. Her şey zamanında ve sırası gelince yapılırsa güzel olurdu. Rahman ve Rahim’in de anlatılacağı zaman gelecekti. Onun için resul ilk ifadeyi değiştirirken rahattı. Anlaşmanın Allah’ın resulü Muhammed ile Süheyl bin Amr arasında ifadesine karşı çıkıp, Abdullah oğlu Muhammed ile Süheyl bin Amr arasındaki anlaşmaya göre ifadesinin kabulü, hatta yazılanın silinmesi, bazı Müslümanların tepkisini çekse de, Resul için problem değildi. Zira; Müslümanlar için davanın temeli buyken, elbette Mekkeliler içinde davanın temeli buydu. Yani Müslüman’lar Muhammed’in Allah’ın resullüğü konusunu dava ediyorlardı. Mekkelilerse Muhammed’in Allah’ın resulü oluşuna karşı çıkıyorlardı. Onların davası da buydu. Süheyl bin Amr’ın dediği gibi, Mekkeliler Muhammed’in Allah’ın resulü olduğunu kabul etseler niye savaşsınlar. Akılları mı yok? Şimdi tam barış için karşılıklı oturulmuşken Allah resulü Mekkelilerle aralarında savaş konusu olan bir meseleyi dayatır mı? Akıl var izan var… Dayatsa barış olmayacaktır. Madem ki şu anda asıl mesele barıştır. Öyleyse melse kavga nedenlerini bir kenara bırakmaktır. Kaldı ki, zaman içinde Mekke ile Medine arasındaki savaş din savaşı olmaktan çıkmış. İki devlet arasındaki savaşa dönüşmüştü. Yani savaş artık Medine devleti ile, Mekke devleti arasındaydı. Medine devletinin başkanı olarak Abdullah oğlu Muhammed anlaşma yapıyordu. Anlaşma sadece Müslümanları değil, Medine içindeki diğer grupları da ilgilendiriyordu. Medine içindeki diğer gruplar da Muhammed’in resullüğüne iman etmemişlerdi. Mekke ile Medine arasındaki savaş sırasında sadece Müslümanlar zarar görmüyordu. Kervanlar, Medine ve Mekke’ye bağlı putperest topluluklar, Yahudiler, Arabistan’a şu veya bu şekilde gelen başka topluluklar da zarar görüyordu. Altı yıl boyunca süren Mekke ile Medine arasındaki savaş Arabistan’ı iyice germişti. Mekke barış teklif ettiği zaman Resul bunu hiçbir nedenle kaçıramazdı. Zira biliyordu ki, adı barış olan İslam, barış zamanında daha çok insan tarafından dinlenirdi. Müslümanlar barış ortamında Arabistan’ın her yerine gidebilir. Oralarda tebliğ yapabilirlerdi. Bu çok önemliydi. Kaldı ki; Muhammed’in resullüğü bir kağıda yazılmasıyla onaylanacak herhangi bir şey de değildi. Muhammed zaten Allah’ın resulüydü. Mekkeliler ister kabul etsin ister etmesin. Resul her devlet başkanı gibi, öncelik üzerine yoğunlaşmıştı. Barışın ana ilkesine, ana özüne yoğunlaşmıştı. Yanındakiler ise hala ayrıntılarda dolaşıyor. Ayrıntılar üzerinden tartışmak istiyorlardı. Tıpkı bugünkü Müslümanlar gibi.
3. Hudeybiye anlaşması sırasında istişare yapamayan Müslümanlar şaşkındı. Resul her zaman onlarla istişare ederken şimdi niye dinlememişti? Onlar bu konuda akıllarını, muhakemelerini, duygularını yoklamak zorundaydılar. Müslümanlar bazı şeyleri iyi anlamak zorundaydılar. Müslümanlar istişare adı altında da olsa, kendilerinden olmayanların huzurunda tartışamazlar, tartışmamalıdırlar. Aralarındaki sorunları yine akıllıca, mümince kendi aralarında çözmelidirler. Dışarıya karşı güçlü, birlik içinde olduklarını göstermek zorundadırlar. Mesela; şöyle olsaydı iyi mi olurdu? Süheyl bin Amr’ın önünde, Müslümanlar istişare ediyorlar. Aralarında tartışıyorlar. Veya Süheyl bin Amr’ı dışarı çıkardılar. Biz aramızda bir konuşalım dediler. Bir iki saat aralarında konuyu tartıştılar. Süheyl bin Amr ne diyecekti? Nasıl yorumlayacaktı? İşin özünde her zaman bir şey vardır. İstişare edilerek karar verilse de, insanlar verilen karara uysalar da, sonuçta farklı fikirler ortada duracaktı. Herkes kendi söylediğinin haklı olduğuna inanacaktı. Günümüzde de öyle olmuyor mu? Kurallar gereği, farklı fikirlerin istişaresinde sayısal üstünlük kurarak karara varanlar. Veya liderin ben şu görüşü kabul ettim diyerek karara varanlar. Veya liderin farklı fikirleri duysa da, ben dediklerinizi değil kendi görüşümü uygularım diye karara varsalar. Her farklı fikir söyleyen kendini haklı görmeyecek mi? İleride bencillik yapıp, olumsuz bir şey olduğunda, ya “ben size demedim mi, bakın beni dinlemediniz başımıza ne geldi” ya da “beni dinleseydiniz bunların hiç biri olmazdı” deyip suçlamaya gitmezler mi? Bütün bunları günümüzde görüyoruz. Günümüzün insanıyla, o günün insanı arasında yapı olarak fark yok. Günümüz insanı ile o günün insanı arasında iki fark var. Bugünün insanı daha gelişmiş araçlar kullanıyor. Daha çok ayrıntılı bilgiye sahip. Hepsi bu. Ama huylar, karakterler, tereddütlerin özleri, tartışmaların özleri her iki toplumda da aynıdır. Asla değişmez. Onun için Allah’ın kitabını, kendimizi de içine koyarak okuduğumuzda, bütün ayetlerin bizi anlattığını görürüz. Doğrumuzla, yanlışımızla ayetler bizi anlatır. Birimiz deveye biner. Diğerimiz arabaya biner. Ama insan karakterini taşırız. Değişmez. Hız düşkünü isek, o devesini kamçılar. Günümüz insanı gaza basar. Peşin hükümlü bir karaktere sahipsek, olay yine aynıdır. Allah’ın resulü Muhammed, iyi bir liderdi. Adildi, otoriterdi. Lider olmanın bütün vasıflarını üzerinde taşıyordu. Sabrı, olayları değerlendirişi aceleden uzak, heyecandan uzaktı. O, zaman oluyor Allah’ın resulü olarak konuşuyor. Zaman oluyor mümin Muhammed olarak konuşuyor. Zaman oluyor Muhammed olarak konuşuyordu. Nerede nasıl konuşmasını çok iyi biliyordu. Taif’ten taşlanarak dönerken, bir kenarda oturmuş dinlenen birinin yanına yaklaştığında, onun düşünceli halini görerek, onunla Muhammed olarak konuşuyor. Memleketini, yaptığı işi, buralarda ne aradığını soruyordu. Bu konuşmanın içerisinde resullük yoktu. Müminlik yoktu. İki insanın konuşması vardı. Sırası gelince müminliğini, sırası gelince resullüğünü ortaya çıkarıyordu. Allah aşkına sorarım size; dün veya bugün hangimiz bu ayrıntılara dikkat ederek hayatımızı yaşıyoruz? Hangimiz bilgili, bilinçli olarak insanca, mümince konuşmanın ne demek olduğunu anlıyoruz? Anlayarak hayatımıza uyguluyoruz? Süheyl bin Amr’ın karşısında Muhammed, önce insandı, sonra Medine devletinin başkanıydı. Medine’deki bütün toplumun lideriydi. Mekke ile Medine arasında yapılacak anlaşma bütün Arabistan’ı, Medine’yi ilgilendiriyordu. Aynı zamanda mümindi. Mümin olarak Müslümanların haklarını korumak istemesi normaldi. Ama Müminliğini dayatmanın alemi de yoktu. Allah’ın resulüydü. Ama şu anda konu bunun tartışması değildi. Peki resulün etrafındaki herkes, bir çırpıda bütün bunları düşünerek liderlik yapacak kabiliyette miydi? İşte asıl soru buradaydı. Resul liderliğin bütün kabiliyetini bir çırpıda gerçekleştiriyor. Tartışmıyor. Barışa odaklanarak, Arabistan’a nefes kazandırıyordu. Zira önünde engin ufuklar vardı ki, bu ufuklar Allah’ın hidayetini tanıması gerekiyordu. Ama herkes Muhammed değildi. Herkes aynı şekilde geniş bakış açılı, olayları bütünüyle değerlendiren değildi.
Anlaşmanın ilk satırı veya ilk maddesi “Müslümanlarla müşrikler, huzur ve emniyet içinde yaşamalarını devam ettirmek için, birbirleriyle on yıl savaşmayacaklar. Aralarında on yıllık süre ile barış yaptıklarını ilan edecekler” Ne müthiş bir olay. Peygamberlik geldiğinden bu yana ilk defa, Mekkeliler Müslümanlara veya Muhammed’e, Müslümanlarla Mekkeliler arasında on yıllık bir barış yapalım demişlerdi. Resulü davasından saptırmak için getirdikleri tekliflerin dışında… Müslümanlara İslam’dan döndürmek için yaptıklarının dışında… Muhammed’i Muhammed, Müslümanları Müslüman olarak teklif getiriyorlardı. Bu çok önemliydi. On yıl birbiriyle savaşmayacaklarını teklif ediyorlardı. Bu durum artık, Mekkelilerin Müslümanlar gerçeğini kabul ettiklerinin bir göstergesiydi. Daha önce adam yerine koymadıkları. Sapık, dinsiz, deli ilan ettikleri Müslümanların karşısına geçmişler. Aynı haklara sahip olarak gelin anlaşalım diyorlardı. 12 yıl Mekke, 6 yıl Medine, toplam 18 yıllık mücadelenin sonucunda Mekkelilerin bu noktaya gelmeleri müthiş bir olaydı. Bundan böyle artık Müslümanlar Mekkelilerle karşılıklı oturabilirlerdi. Daha önce Mekkeliler asla böyle bir şey kabul etmiyorlardı. Müslümanlara yaşama hakkı tanımamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu gelişme, bu değişim Müslümanlar için çok önemliydi.
Bu değişimin, gelişmenin Arabistan’a, Arabistan dışındaki ülkelere bir yansıması vardı. Artık Mekke Medine’yi devlet olarak kabul etmişti. En büyük düşmanınız sizi devlet olarak kabul ederse, diğerleri ne yapsın? Bakın mesela; Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hala dünyada devlet kabul edilmiyor. Türkiye ve Kıbrıs kabul edilmemenin sendromunu yaşıyor. Devlet kabul edilmediği için uluslar arası hiçbir şeye dahil edilmiyor. Hudeybiye anlaşması kabul edilme açısından önemliydi. Hudeybiye anlaşmasıyla kuzeyden güneye, güneyden kuzeye gelip giden kervanlar, barış ortamından etkileneceklerdi. Artık Medine, yol güzergahlarındaki düşman kabul edilen bir devlet değil, Arabistan’ın barış yaptığı bir devletti. Bu haberler, Bizans’a, İran’a, Yemen’e, Habeşistan’a, Mısıra uçtu. Bizans, İran,Yemen, Habeşistan Medine’ye farklı bir gözle bakmaya başladılar. Eskiden Arabistan’da isyan var deniliyordu. İsyancılar Medine’yi ele geçirmiş deniliyordu. Şimdi işler değişti. Arabistan’da putperest Araplar lehinde olan güç dengesi kayboldu. Artık Mekke’nin yanında farklı dinden, farklı anlayışla hayata bakan, dünyaya bakan Medine devleti vardı. Etraftaki bütün devletler Medine’yi yakından takibe almaya başladılar.
Müslümanlar barış ortamında Arabistan’ın her tarafına gidebileceklerdi. Putperest Araplar savaş ortamının duygusundan uzaklaşmış. Müslümanları kabul etmiş. Barış yapmışlardı. 18 yıl süren mücadele sonunda, putperestler Müslümanları yok edemeyeceklerini, İslam’ın önüne geçemeyeceklerini anladılar. Çözüm olarak Müslümanlarla barışmayı öne çıkardılar. Resulün 1500 kişilik bir toplulukla Mekke’ye doğru yürümesi gözlerini korkutmuştu. Bir bakıma Mekke barış yaparak Müslümanların elinden on yıllığına Mekke’yi, dolayısıyla Kâbe’yi kurtarmıştı. Maazallah Mekke ya Müslümanların eline geçseydi. Ya Müslümanlar Mekke’ye tamamen hâkim olup, Kâbe’deki putları kırsalardı. Nasıl Kâbe’ye gelip hac edeceklerdi? Muhammed Kâbe’deki putları kırsaydı buna nasıl tahammül edeceklerdi? İşte bütün bunlar putperest Arap halkının endişeleriydi. Süheyl bin Amr bu endişeleri bitirmişti. Hem de, kendi şartlarını söyleyerek. Araplar Mekke’yi, Kâbe’yi kurtarmış olmanın sevincini yaşıyorlardı. Müslümanlar ise, güçlerini kabul ettirmenin sevincini yaşıyor. Barış ortamında savaşlardan oluşan yaraları sarıyor. Resul Arabistan’a tebliğciler göndererek İslam’ın tebliğini yaptırıyordu. Putperestler eskisi gibi tebliğ faaliyetine sert bakmıyorlardı. Oturup dinliyorlar, değerlendirmeler yapıyorlardı. Baskının olmadığı, kimsenin kimseye karışmadığı bir ortamda yapılan tebliğler netice vermeye başladı. Hâlbuki eskiden öyle miydi? Putperest önderler, Mekkeliler bütün Arabistan’a baskı yapıyorlardı. Hudeybiye anlaşmasıyla baskı ortadan kalktı. İslam bütün Arabistan’da çığ gibi büyümeye başladı. Bütün bu gelişmelerden rahatsız olan kesimler vardı. Yahudiler, bazı putperest önderler. Halkın içindeki genç, heyecanlı, savaş isteyen putperest gençler. Gelişmelerden bir hayli rahatsızdılar. Ama çaresizdiler.
Anlaşmanın ikinci maddesi “Muhammed ile birlikte gelenler, bu yıl Mekke’ye girmeyip geri dönecekler, ancak gelecek yıl yanlarına yalnız yolcu silahı olan kılıç bulundurmak şartıyla gelip Kâbe’yi tavaf edecekler. Mekke’de üç gün kalacaklar. Mekkeliler ise Müslümanlar Mekke’de iken Mekke’yi terk edecekler” şeklindeydi. Maddeyi analiz edersek bazı hususlar tespit edebiliriz.
Anlaşmanın olduğu yıl Müslümanlar Mekke’ye giremeyecekler. Bu durum Müslümanları üzdü. 6 yıl Mekke özlemiyle, ailelerinin özlemiyle yanıp tutuşan Mekkeliler hayal kırıklığına uğradılar. Ama bir tesellileri vardı. Gelecek yıl istedikleri gibi Mekke’ye gelebilecekler. Kâbe’yi tavaf edebileceklerdi. Üç gün boyunca Mekke kendilerine teslim edilecekti. Putperest Mekkeliler, Müslümanlar Mekke’de iken Mekke dışına gideceklerdi. Aslında bu karar çok iyi bir karardı. Mekke önderleri, barışın bozulmaması, Müslümanlar Mekke’de iken, bazı densizlerin karışıklık çıkararak anlaşmayı bozmalarını istemiyorlardı. Birinci neden böyle görünse de, asıl neden, Müslümanların Kâbe’yi müşrikler gibi tavaf etmeyecekleriydi. Putperestliği ret eden Müslümanlar, elbette Müşrikler gibi ibadet etmeyecekti. Onların farklı ibadetleri Mekke halkı tarafından görülecek. Sorgulama başlayacak. Sorgulamalar Müslümanlarla Mekkeliler arasında konuşmalar sağlayacak. Konuşmaların sonunda bazı Mekkeliler Müslüman olabileceklerdi. Mekke önderleri korkutan buydu. Onlar Müslümanları ikna edip putperestliğe geri döndüremeyeceklerini biliyorlardı. Ama putperestlerin Müslümanlığı seçebileceğini düşünüyorlardı. Her ne olursa olsun. Müslümanlar Mekke’de iken Mekkelilerin olmaması iyi bir şeydi. Müslümanlara üç gün boyunca Mekke’de istedikleri gibi davranma hakkı verilmişti. Tabi; sadece Mekke’yi Mekkeliler terk etmeyeceklerdi. Elbette Müslümanlar Mekke’de iken, Arabistan’ın diğer bölgelerinden gelen putperestler de Mekke’yi terk edeceklerdi. Bunun zorluğu düşünülerek şimdiden, anlaşma şartları bütün Arabistan’a duyurulacak. Müslümanların Mekke’yi ziyaret döneminde Mekke’ye gelmemeleri istenecekti.
Müslümanlar ile Mekkeliler veya Putperest Araplar aynı anda Kâbe’yi ziyaret etmiş olsalardı. Aynı anda hem putperestler hem Müslümanlar Kâbe’yi tavaf etmiş olsalardı. Zaten o gün kılıkları kıyafetleri farklı olmayan Müslümanlar ile putperestlerin ayırt edilmesi mümkün olmazdı. Bu nedenle bazı Müslümanların eski alışkanlıklarıyla putperestler gibi tavaf etmeleri mümkün olabilirdi. Ama şimdi sadece Müslümanlar olacaktı. Hep birlikte putperestlerden farklı Kâbe’de ibadetlerini gerçekleştireceklerdi. Böylece Kâbe’de yapılan ibadette şirk yani ortaklık olmayacaktı. Mekkeliler, şartnamelerine kendilerinin Mekke’yi terk edeceklerini söylerken bilmeden çok güzel bir şey yapmış oldular. İbadette şirkin doğmasının önüne geçtiler. Aksi halde Müslümanlar ile Putperest Araplar birlikte Kâbe’de ibadet ederken, ibadette ortaklık tesis edilirdi. Mesela şöyle düşünün. Allah’ın evi olan Kâbe’yi, putperestler Allah’ın evi kabul ediyorlardı. Aynı şekilde Hıristiyanlar, Museviler de kabul etmiş olsalardı. Müslümanlar, Putperestler, Yahudiler, Museviler hep birlikte kendi formlarında Kâbe’de birlikte ibadet etselerdi nasıl bir manzara ortaya çıkardı? Düşünebiliyor musunuz? Hayal edebiliyor musunuz? Tam bir curcuna olduğu yetmiyormuş gibi, ibadette ortaklık tesis edilmiş olurdu. Tevhidi emreden din buna izin verir miydi? Süheyh bin Amr, siz Kâbe’yi ziyarete geldiğinizde biz olmayacağız derken, aslında halkını Müslümanlardan kaçırıyordu. Çünkü halkına güvenmiyordu? Halkı Müslümanlardan etkilenir Müslüman olurlar diye korkuyordu. Farkına varmadan güzel bir şey de yapmış oldu. Kâbe’de Müslümanlarla birlikte ibadet etmeyerek ortaklık tesis etmediler. Edilmesine de izin vermemiş oldular. Hayırsız gibi görünen şey aslında hayırlı oldu. Müslümanlar üç günlük geldikleri Mekke’de her şeyi bırakıp İslam’ı mı tebliğ edeceklerdi? Onlar zaten her zaman tebliğin içindeydiler. 365 gün içinden 3 gün eksik olmuş ne olurdu ki? Zaten artık İslam ilkeleriyle bütün Arabistan tarafından biliniyordu. Hatta Arabistan dışındaki devletler tarafından biliniyordu. İnsanlar düşünecek, taşınacak, isterlerse Müslüman olacaklardı.
Müslümanların önü Kâbe’yi ziyarete açılınca sadece Medine’den gelmezlerdi. Medine dışındaki bölgelerden de gelebilirlerdi. Böyle bir durumda gelenlerin sayısı bir hayli yüksek olurdu. Mekkelilerin örfünde dışarıdan gelen misafirlere ikram için develer kesilirdi. Mekkeliler, Müslümanlar Kâbe’yi ziyaret için geldiklerinde siz bizim misafirimiz değilsiniz. O nedenle size herhangi bir ikramımız yok diyemezlerdi. Böyle bir söz veya böyle bir uygulama arlarına dokunurdu. Şanlarıyla, şöhretleriyle, arlı olmalarıyla övünen Mekkeliler, anlaşmaya siz gelince biz Mekke’yi terk edeceğiz derken sinsi bir kurnazlık yaparak ev sahipliği görevinden uzaklaşıverdiler. Gerçi Müslümanların onların ikramlarına ihtiyaçları yoktu. Ama Mekkelilerin örfü Mekkelilerin elini kolunu bağlıyordu. Anlaşılan o ki, Mekkeliler bu ikinci maddeyi şart koşarken çok iyi düşünüp karar almışlar. Aldıkları kararla hem ev sahipliği yapmıyorlar. Hem Müslümanları ikramda bulunmuyorlar. Hem de arlarını kurtarıyorlar. Şanlarına şöhretlerine gölge düşürmüyorlardı. Ebu Süfyan gibi kurnaz biri ancak böyle bir teklif gönderebilirdi. Her durumda kendini kurtarmasını çok iyi biliyordu. O; Mekke’ye Müslümanlar gelince, Müslümanları besleyerek, “Ebu Süfyan putperest olarak Müslümanları besledi” dedirtmeyecekti. Onların çeşitli nedenlerle Mekke’yi terk etmeleri, Müslümanların işine yaradı. Çünkü onlar Mekke’ye girince putperestler olmayacaktı. Mekke’nin kontrolü, hâkimiyeti tamamen Müslümanların eline geçecekti. Üç günde olsa, Mekke’nin hâkimi olmaları onlar için iyi bir tecrübe olacaktı. Aslında Mekkeliler düşünse, Müslümanlar Mekke’ye girince çıkmayabilirler. Mekkelileri Mekke’ye almayabilirlerdi. Bunu düşünemediler. Bilinçaltında Muhammed’e, Müslümanlara güvendiklerini ortaya çıkardılar. Mekke’ye doğru gelen 1500 kişi kalabalık bir gruptu. Belki ileride daha kalabalık gruplar gelebilirdi. Mesela; 2000-3000 kişilik bir grup gelse, Mekke’ye girip çıkmasa, kim ne diyebilirdi? Gelenler genelde erkekler olacaktı. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar gelmeyecekti. Dolayısıyla o günkü nüfus standardına göre, bugün biri beşe çarparak aileyi buluyorsak, o gün biri en az yedi sekize çarpmamız lazımdı ki, Mekke’ye gelecek 3000 kişi, en az 20000 kişilik bir nüfusu temsil ediyordu. Yani Ancak 20000 bin nüfustan siz 3000 kişilik asker çıkarabilirdiniz. 20000 nüfustan çocukları, yaşlıları, kadınları ayırırsanız geriye ne kalır? Bu hesapları Ebu Süfyan yapamadı. Mekke’yi Müslümanlara üç gün de olsa teslim edeceğini söyledi. Tehlikenin farkında bile değildi.
Anlaşmanın üçüncü maddesi “Müslümanlardan hac, Umre ve ticaret için Mekke’ye gideceklerin canları ve malları güven altında olacak. Kureyş tarafında Mısır’a ve Şam’a gidenlerle ticarette bulunmak üzere Medine’ye gelenlerin de canları ve malları güven altında bulunacak” şeklindeydi.
Üçüncü madde ilginç açılımlar getirdi. İşin içine haccı ve ticareti de katarak, olayı umre kapsamından çıkardı. Ayrıca Mekke’den Medine’ye doğru gelen kervanlara dokunmayacaklar. Yani Medine’nin yollarını kesmeyecekler. Aynı şekilde Müslümanlar kervan yoluyla Mekke’yi geçip Yemen’e, Habeşistan’a, Mısır’a doğru giderlerse engel olmayacak. Üstelik can güvenliklerini sağlayacaklardı. Mekkelilerin bu teklifi olağanüstüydü. Adeta resule kapılarını açıyor. Savaş ortamından barışa girmek için dokuz takla atıyor hissi uyandırıyordu. Bu madde Müslümanların özgüvenini artıracaktı. Artık Müslümanlar Mekke denilince bir yandan özlemleri kabarırken, diğer yandan endişeleri olmayacaktı. Rahatlıkla kervanlarla birlikte Mekke’ye girebilecekler. Hac yapabilecekler. Umre ziyaretlerinde bulunabileceklerdi. Mekkelilerin hac ve Umre için şartları önceden haber verilmesiydi. Çünkü ona göre Mekke’yi terk hazırlıkları yapacaklardı.
Bu madde Müslümanların işine geldi. Maddeye itirazları olmadı. Özellikle Süheyl bin Amr’ın, can güvenliklerini sağlayacağız sözü Müslümanları gülümsetmişti. Yıllarca savaşmak için çaba harcayan putperestten bu sözleri duymak önemliydi. Müslümanlar Medine dönüşlerinde kervanlarla yola çıkmanın palanlarını yapmaya başladılar. Eskilerin deyimiyle “hem ticaret, hem ziyaret” açılımında Müslümanlar olayı “hem ticaret, hem ziyaret hem de İslam’ı tebliğ” açılımına ulaştırdılar. Hani Müslümanlar bugün de aynı mantıkla hareket etseler ne güzel olur. Her Müslüman bir yere gittiğinde, “ticaretini, ziyaretini ve İslam için çalışmalarını da götürse” ne güzel olur. Mekkeliler bu maddenin Müslümanların kafalarındaki yansımalarından habersizdiler. Müslümanlar bu maddenin kapsamında Arabistan’ın her köşesine emin adımlarla yürüyeceklerdi. Müslümanlar herhangi bir saldırı yapmaz ise, asla putperestler Müslümanlara dokunmayacaklardı. Sadece haram aylarda bu kural geçerli değildi. Hudeybiye anlaşması gereği, anlaşma süresince her gün, her an bu kural geçerliydi. Onun için bu madde haram aylar kuralından daha güçlü, daha etkili bir kuraldı. Zira anlaşma süresinde Putperestler Müslümanlara saldırırsa anlaşma bozulmuş olacaktı. Mekke böyle bir şeye tahammül edemezdi. Böyle bir şey öncelikle kendilerinin koyduğu kurala kendilerinin uymamış olduğunu gösterecek. Bütün Arabistan’da sözlerine uymadılar anlayışının yayılmasına neden olup, güvenilirlikleri yitireceklerdi. Ebu Süfyan böyle bir duruma izin veremezdi. Zira o Muhammed’i iyi tanıyor. Anlaşma bozulursa tekrar anlaşmaya yanaşmayacağını düşünüyordu. Muhammed ile anlaşamamak ise Ebu Süfyan için tehlikeydi. Muhammed’in ne kadar kararlı, hiçbir şeyden korkmayan, gözü pek insan olduğunu biliyordu. Muhammed ile savaş durumunda olmak Mekke için her zaman tehlikeydi.
Anlaşmanın dördüncü maddesi “Medine’deki Müslümanlardan Mekke’ye iltica edenler Medine’ye iade edilmeyecek, fakat Mekke’den Medine’ye iltica edenler Müslüman dahi olsalar Mekkeliler istediğinde geri verileceklerdir” şeklindeydi.
Bu madde Müslümanların itirazını yükseltmelerine neden oldu. Öyle şey olur muydu? Bir Mekkeli Medine’ye iltica etse, yani hicret etse, Müslüman dahi olsa geri verilecek. Ama bir Medineli Mekke’ye iltica etse, yani göçse, Medine’ye geri verilmeyecek. Bu tek taraflı karar görünürde adil değildi. İtirazların yükselmesi bunun içindi. Resul maddeye hiçbir itiraz yapmadı. Aynen yazdırdı.
Tarihi rivayetler bu maddenin uygulanmasında sıcağı sıcağına, henüz Süheyl bin Amr Hudeybiye’den ayrılmadan, bizzat kendi oğlu Ebu Cendel resule sığınarak beni kurtar dediğini anlatıyor. Ebu Cendel Müslüman olmuş. Babası Süheyh bin Amr tarafından işkence edilmişti. Ebu Cendel babasının yokluğunu fırsat bilerek yaralar içinde Hudeybiye’ye gelmişti. Cendel’in durumu resulü üzdü. Ona sahip çıktı. Süheyl bin Amr “ya Muhammed bak işte gördün mü? Sana bizden sığınan birini ilk iade edeceğin belli oldu. Cendel’i geri ver” dedi. Resul “bir defaya mahsus kuralı uygulama Cendel bizimle Medine’ye gelsin” dediyse de, Süheyl bin Amr kabul etmedi. Resul de çaresiz Cendel’i geri verdi. Tarihte Cendel’in hikâyesi ile ilgili başka ayrıntılar da var. Onlara girmeyeceğim. Bir baba olarak Süheyl bin Amr, oğlu Müslüman olduğu için işkence etse de, aileden kopup Medine’ye gitsin istemiyordu. Aslında madde ilginçti. Zira bu madde Müslüman olup Mekke’den Medine’ye gidenlerin geri verilmesini şart koşsa da, bir önceki madde, artık Mekkeliler Müslümanlara zarar veremeyeceklerdi. Yani dokunamayacaklardı. Süheyl bin Amr oğlunu geri alırken, oğlu Müslüman olduğu için dokunamayacaktı. İlk anda tepki gösterenler henüz anlaşma şartlarını içselleştiremeden itiraz ediyorlardı. Hâlbuki Müslüman olup da Mekke’de kalanlara putperestler dokunamayacak. Dokundukları anda Müslümanlara zarar vermelerinden dolayı anlaşma bozulacaktı. Mekkeliler bu madde ile farkına varmadan kendi ayaklarına kurşun sıkmışlardı. Fakat ne Cendel, ne de Müslümanlar maddelerin farkında değildi. Onun için Cendel Mekke’ye gitmemek için resule yalvarıyor. Müslümanlar Cendel’i babasına vermemek için itiraz ediyorlardı.
Allah ayetinde diyor ya “onların bir tuzağı varsa, benim de tuzağım vardır. Görün kimin tuzağı daha çetinmiş” İşte bu madde onların tuzaklarına karşılık bir tuzaktı. Allah Müslüman olanları Mekke’de tutuyor. Bu karara Mekkeliler karar veriyor. Üstelik dikte ettiriyor. Bir önceki maddede barış olduğu müddetçe Müslümanlara dokunmayacaklarına dair söz veriyorlardı. Anlaşmaların tamamı okunduğunda, Mekkelilerden Müslüman olanların Mekke’de kalmasının bir sakıncası olmadığı gibi, kalmaları hayırlıydı. Çünkü tebliğ faaliyetine devam edeceklerdi. Mekkeliler bunun farkına varsalardı hemen maddeyi değiştirirlerdi. Ama farkına varamadılar.
Geçmişte Mekkelilerin Müslümanlara yaptığı zulümler, Müslümanların hep tedirgin olmalarına neden oldu. Mekke’de Müslüman olanlar bu tedirginliği hep yaşadılar. Onun için Müslüman olur olmaz, Medine’ye hicreti düşündüler. Böylece hem tedirginliklerinden kurtulacaklar. Hem resulün yanında olarak daha çok bilgi edinecekler. Hem de mümin kardeşleriyle birlikte olmanın, birlikte yaşamanın sevincini yaşayacaklardı. Bu veya benzeri nedenlerle, Müslüman olanlar hep Mekke’den kaçıp kurtulmak istediler. Tarihi rivayetler bize ilginç olaylardan söz eder. Doğruluk payları bir kenara itilirse, bazı olaylar vardır. Mekke’den bir gurup Müslüman anlaşmadan sonra Medine’ye kaçmışlardı. Anlaşma gereği gelen kaçanlar Mekkeli heyete teslim edilmiştir. Onlar Mekke’ye dönerken tekrar kaçmışlar ama bu sefer Medine’ye gelmemişlerdir. Medine’ye ve Mekke’ye gitmeyen bu Müslümanlar, kaçak olarak vahalarda yaşamaya başladılar. Yeme içme ihtiyaçlarını vahalardaki insanlardan karşılamaya başladılar. Güzellikle vermezler ise saldırıp ellerinden aldılar. Bu haberlerin ne kadar doğru olduğu tartışılır. Çünkü Müslümanların böyle, baskıyla, haksız saldırarak başkalarının mallarına zarar vermeleri mümkün değil. Onun için tereddütle bu anlatılanlara bakıyorum. Güya Mekkeliler bu tür olaylardan bıktı. Birkaç kez durumu Muhammed’e iletip engellemesini istediler. Onun da ben ne yapayım onları size veriyorum siz elinizden kaçırıyorsunuz diye cevap verdiği söylenir. Bunu üzerine Mekkeliler bu maddenin uygulamadan kaldırılmasını istediklerin rivayet edilir. Mekkelilerin bu maddenin uygulamadan kaldırılmasını istemeleri bana göre bu tür olaylar değildir. Asıl olay, bu madde nedeniyle Mekke’den dışarı çıkamayan Müslümanlar, Mekke’de İslam’ın tebliğ faaliyetini hızlandırmışlardır. Mekke içinde İslam yayılmaya başlamıştır. Bun gören Mekkeliler, bu madde ile ayaklarına kurşun sıktığının farkına varmışlar. Hemen bir heyet göndererek maddenin iptalini istemişlerdir. Asıl gerçeğin böyle olduğuna inanıyorum. Her ne kadar tarihçiler münferit bazı olayların olduğunu, bunun normal sayılması gerektiğini söylüyorlarsa da, anlatılanlar anlaşma şartlarına aykırıdır. Çünkü anlaşma şartlarında ne olursa olsun, Mekkelilerin Müslümanlara dokunmayacakları. Barışı koruyacakları esasa bağlanmıştır. Onun için Mekkeliler anlaşmayı bozacak şekilde, Müslüman olanlara baskı yapmazlar, yapamazlardı. Resul bunu duyduğu anda anlaşmayı bozardı. Bu gerçek varken aksine inanmak zordur. Bu nedenle Müslüman olup Medine’ye kaçan, resul geri verince tekrar kaçan, çaresizlikten eşkıyalık yapan Müslümanlarda söz etmek abestir. Bu tür olaylar münferit bile olsa, Müslümanların yapabileceği bir şey değil, ayrıca yapma nedeni yoktur. Bir taraftan Müslümanlar elini kolunu sallayarak güven içinde anlaşma gereği Arabistan’ı dolaşabilecekler. Diğer taraftan bazı Müslümanlar Mekke tarafından istendiği için eşkıyalık yapacaklar. Olası değildir. Mekkelilerin Müslümanları geri istemelerinin nedenini ben daha çok aile bağlarına bağlıyorum. Bir bakıma olayların gelişmesi neticesinde genel kabul doğmuştur. Artık Mekkeliler Medine devletini kabul etmişlerdir. Müslümanların varlığını kabul etmişlerdir. İnanmasalar da İslam’ın varlığını kabul etmişlerdir. Yıllarca savaştıkları Müslümanlar kendi kardeşleri, babaları, oğullarıdır. Savaştan bıkan bir toplumun tepkisiyle barışı isteyen Mekkeliler, içlerinde, ailelerinde Müslümanları görmekten eskisi kadar tepki duymuyorlardı. Hani 80’li yılları hatırlayın. Cuma namazı bu devirde, bu çağda farz değil deyip Cuma namazını terk eden Müslümanlara toplum, dinsiz, sapık, kâfir, mezhepsiz diye bakıyordu. Şimdi kılan kılmayana, kılmayan kılana karışmıyor. Eski ateşli tartışmalar olmuyor. Onun gibi, artık Mekke’de 18 yıllık sürecin getirdiği sonuçla, tartışmalardan, kavgalardan bıkmıştı. Mekkeli bir aile içinden biri Müslüman olsa, onu eskisi gibi dışlamıyor. Birlikte yaşamayı öne çıkarıyordu. Aile bağlarını koparmıyordu. Zaten Allah Müslümanlara aile bağlarınızı koparmayın diyor. Aynı şeyi putperestlerde yapmaya başladı. Bu durum putperestliğin aleyhine oldu. Bütün Arabistan’da İslam hızla yayılırken, Mekke’de de yayılmaya başladı. Bunu gören Mekkeli önderler, hemen olaya el koydular. Maddenin aleyhlerinde olduğunu kavradılar. Yumuşak bir iniş yaparak, “ya Muhammed biz bu maddeden vazgeçtik. İptal edelim. İsteyen Müslüman Mekke’den Medine’ye gelebilir” dediler. Hem böylece eşitliği sağlamış oluruz diye de, eski yaptıkları haksızlığın farkına vardıklarını belirtmiş oldular. Ama işin aslı haksızlıklarının farkına varmaları değildi. İşin aslı Mekke’deki İslam’ın yayılışıydı. Onlar kapıyı açık bırakarak, Mekke’deki Müslümanlardan kurtulmak istiyorlardı.
Anlaşmanın beşinci maddesi ilginçti. Mekkelilerin böyle bir maddeyle gelmesi bir hayli düşündürücü… “Arap kabilelerinden isteyen Muhammed ile isteyen de Kureyş’le birleşmekte serbest olacaklardır” Ne demek bu? Yani Ey Muhammed, sen istediğin Arap kabilesiyle anlaşma yapabilirsin. Bu konuda biz hiçbir şekilde engel olmayacağız. Allah Allah… Aslında bu ifade yaptıkları şeyin itirafıydı. Onlar ne yapıyorlardı? Araplara baskı yapıyorlar. Muhammed ile anlaşırsanız. Ondan yana olursanız. Aramızda savaş çıkar diyorlardı. Arapları kendi yanlarına çağırarak Medine karşı savaştırmak istiyorlardı. Şimdi durum değişti. Araplar serbesti. İsteyen Muhammed ile anlaşma yapacak. İsteyen Mekke ile anlaşma yapacak. İsteyen hiç kimseyle anlaşmayacak, ortada barış içinde yaşayacaktı. Bu madde her inanç, her kabile için özgürlük anlayışını Arabistan’da uçuran bir maddeydi. Baskıcı, katı, Mekkeli önderlerin bu noktaya gelmesinde elbette bir neden vardı. 18 yıl boyunca baskıladıkları Muhammed, tebliğini yapmış… Birçok putperest Müslüman olmuş. Medine gibi önemli bir şehir Putperestlerin elinden çıkarak, Müslümanların devleti olmuş. Mekke ise bu devleti yenememişti. Bu süreçte Mekkeliler, sürekli Arapları yanında istemiş. Onlara baskı yapmış. Onların hayatlarını zindan etmişti. Netice… Netice sıfırdı. Üstelik Mekkeliler Araplara baskı yaptıkça, Araplar Muhammed’e koşmuşlar. Kimi Müslüman olmuş… Kimi Müslüman olmadan İslam’a teslim olmuş. Medine ile barışık kalarak, Muhammed’e biat etmişlerdi. Mekkeliler, Medine’nin yükselişine engel olamamışlardı. Hudeybiye anlaşmasına bu maddeyi yazdırarak, adeta büyüklük bizde kalsın diyorlardı. Yani “kuyruğu dik tutmaya” çalışıyorlardı. Resul bütün maddeleri sakince dinleyerek hiç itiraz etmeden yazdırarak büyük bir iş yapmıştı. Aslında dikkatle bakılırsa, Mekkelilerin teklif ettiği bütün maddeler, Mekkelilerin itiraflarını içeriyordu. Neyin itirafıydı? Haksızlıklarının, adaletsizliklerinin, zulümlerinin itirafıydı. Böylece tarihe geçtiler. Yaptıkları haksızlıklar, adaletsizlikler, zulümler ile tarihe geçtiler. Bu gerçeği de kendi elleriyle yazdırdılar. Ama farkında değillerdi. Allah’ın tuzağı çok iyi işlemişti. Onun için Hudeybiye anlaşması üzerine inen ayetler Fetih suresi olarak teşekkül etti. Hudeybiye olayı her yönüyle Müslümanlar için bir fetihti. Bunu anlamak insani gözlerle o gün için zordu. Her bir madde, fethini zaman içinde gösterdi.
Günümüze bazı Müslümanlar, kendi kirli siyasetlerine alet etmek için, Hudeybiye anlaşmasını yaptıklarına delil gösteriyorlar. Onların yaptıklarının yanlış olduğunu anlamak için öncelikle hudeybiye anlaşmasının özelliklerine bir bakalım.
1. Anlaşmada taraflar bellidir. Medine ayrı, Mekke ayrı bir devlettir. Müslümanların egemen olmadığı Mekke devleti ile Medine devleti arasında anlaşma yapılmıştır. Anlaşmayı yapan Muhammed, bir devletin içinde yaşayan bir grubun temsilcisi değil, bir devletin temsilcisidir. Biliyorsunuz resul Mekke’de iken, yapılan teklifleri dikkate alarak hiç bir anlaşmaya yanaşmadı. Zira Mekke’de devlet değildi. Mekke devleti içinde yaşayan bir gruptu. Grubun temsilcisiydi. Mekke devleti onu kendi şartlarında barışa zorluyordu. Barışa zorlarken, davasından vazgeçmesini veya İslam ile putperestlik uygulamalarının birer yıl arayla denenmesi şartını ileri sürüyorlardı. Resul ne davasından vazgeçebilirdi. Ne de İslam ile Putperestliğin kıyaslanmasına, denenmesine izin verebilirdi. Bu Allah’ın dininin özüne aykırıydı. Ama Hudeybiye’de böyle bir şey yoktu. Mekkeliler Muhammed’e davandan vazgeç demiyorlardı. İslam ile putperestliği deneyelim de demiyorlardı. İki farklı dinin mensupları, egemen oldukları devletler adına barış yapıyorlardı. Karşılıklı haklarını belirtiyorlardı. Her ne kadar putperestler, anlaşma şartlarını dayatmış gibi görünseler de, olayları doğru analiz edemedikleri belliydi. Nitekim anlaşma şartlarına iki de bir itiraz eden Müslümanlar da henüz olayları tam analiz edememişler. Anlaşmanın getireceği durumu okuyamamışlardı. Ama resul her şeyin farkındaydı. Olayları analiz ediyor. Anlaşma şartları anında okuyordu. Bugün bir Müslüman gurubun hiçbir şeyin temsilcisi olarak, içinde yaşadıkları düzenin kurallarına göre hareket edip, düzende iktidar payı aramasının veya iktidar partilerine uyarak, bakın size oy verdik, bizi kollayın değilse oyumuzu başkasına veririz demesinin, Hudeybiye anlaşmasıyla hiçbir alakası yoktur. Bugün bazı cemaatler böyle diyor. Efendim bizim partilere oy verişimiz Hudeybiye anlaşması gibidir. Allah, Allah… Nereden uydurdunuz? Siz neyin temsilcisisiniz? Hangi eşit şartlarla partilerin karşısına oturdunuz? Partiler neyin temsilcisi? Muhammed, Medine devletinin kralı, başkanı, her ne derseniz deyin, bir yetkili olarak, anlaşmak için otururken, Süheyh bin Amr Mekke’nin gönderdiği temsilciydi. Siz nesiniz? Sizler neyin yetkilisisiniz? Sorguları doğru yaptığımızda, günümüzdeki yapılanların Hudeybiye ile hiçbir ilgisinin olmadığı görülecektir.
2. Hudeybiye anlaşmasında konum bellidir. Yani; Müslümanların konumu, kâfirlerin konumu bellidir. Biz Hudeybiye anlaşmasını esas alarak, içinde yaşadığımız devletle veya partilerle anlaşma yapıyoruz diyenler. Sizin devlete veya partilere biçtiğiniz konumu biliyorlar mı? Yani siz kendi kendinize anlaşma yaptık biz diye gelin güvey olurken, devlete kâfirsiniz, partilere kafirsiniz, biz Müslüman’ız dediniz mi? Hayır! Sizin onlarla anlaşma yaptığınızdan ne devletin, ne de partilerin haberi var. Devlet size kurallarını zorluyor. Sizde kurallarında yaşamaya rıza gösteriyor. Gösterdiğiniz rızaya kılıf uyduruyorsunuz. Aslında kılıf uydurmanıza gerek yok ki. Mekke yaşamında nasıl Müslümanlar küfrün egemenliğinde yaşadı ise biz de yaşıyoruz. Deyin işi bitirin. Bu daha kolay, daha mantıklıdır. Müslümanların Mekke yaşamında nasıl bir hayat yaşadığını bilen sizler, aynı yoldan geçemeyeceğinizin bilincinde, farklı yorumlar yaparak, Hudeybiye anlaşmasını kendinize türlü tevillerle kılıf yaparak, dünyalığınızı yaşıyorsunuz. Böyle olmaz. Zira konumunuz belli değil. Bakın; Türkiye’deki Musevi, Hıristiyan cemaatinin konumu belli. Onlar hem devletle, hem partilerle diyalog yaparken veya konumlarını belirlerken, ne diyorlar? Biz içinde yaşadığımız Türkiye Cumhuriyeti ile veya devletin partisiyle, Musevi cemaati olarak veya Hıristiyan cemaati olarak, yaptığımız görüşmede diyorlar. Siz de çıkıp, “biz Türkiye Cumhuriyeti ile veya devletin partileriyle Müslüman cemaati olarak” diyebiliyor musunuz? Elbette hayır. Kendi kedinize oturdunuz. Dünyalık çıkarlarınızı önünüze koydunuz. İçinde yaşadığınız devleti çıkarlarınız doğrultusunda desteklediniz. Sonra bu durumumuz Hudeybiye anlaşması gibidir dediniz. Devletin bundan haberi yok. Veya; partileri gözden geçirdiniz. Çıkarlarınıza göre bir partiye oy verdiniz. Durumumuz Hudeybiye anlaşması gibidir dediniz. Partilerin bundan haberi yok. Böyle yapmakla, hem Allah’a, hem resule, hem de Allah’ın dinine hakaret ettiklerinin farkında değiller.
3. Hudeybiye anlaşmasının şartları bellidir. Bu gün Hudeybiye anlaşmasını kendilerine delil göstererek, İslam esaslarına göre yönetilmeyen düzenlerde yaşayan Müslümanlar. Bazı partilere oy veren Müslümanlar. Ne devletle, ne de partilerle herhangi bir anlaşma yapmış değillerdir. Anlaşma şartları yoktur. Devletlerin ve partilerin kuralları vardır. Müslümanlar onlara uyarlar. Biz anlaştık derler. Kendi kendilerine… Böyle bir saçmalık olabilir mi? Kardeşim, devlete uy beni ilgilendirmez. Partilere oy ver beni ilgilendirmez. Ama yaptığın şeyi resulün Hudeybiye anlaşmasına göre yaptım deme. Bu nezaketsizliği gösterip, resule hakaret etme. Ey Müslümanlar dikkat edin. Ülke içindeki azınlıklar. Yani Hıristiyan Cemaatler. Musevi cemaatler… Lozan anlaşmasındaki azınlık şartlarıyla ülkemizde yaşamaktadırlar. Senin Türkiye Cumhuriyeti ile Müslüman cemaat olarak hiçbir anlaşman yok. Sen bu ülkenin vatandaşısın. Ülkenin vatandaşı olarak, uyduğun devlete, oy verdiğin devletin partilerine, içine sinmediği için biz Hudeybiye anlaşması gibi anlaşmalıyız diyemezsin. Böyle bir mantıksızlığı yapamazsın. Bunu dediğin gün, İslam’ı anlamadığını vurgulamış olurken, Hudeybiye anlaşmasını yapan resule de ihanet etmiş olursun.
Müslüman’ım diyenler çaresizlikten değil, genelde çıkarlarına hınzırlıklarından dolayı, Allah’ın ayetlerini, resulün yaşamını kendilerine delil gösteriyorlar. Tevil ederek, olmayacak şekilde yorumlayarak. Çıkarlarına resulü, Müslümanların yaşamlarını kendilerini delil gösteriyorlar. Müslüman’ım diyenler bu durumdan kurtulamadıkları zaman, Allah’ı, resulü, Allah’ın dini İslam’ı anlayamazlar. Yaptıkları şey, anlamak istediklerini de göstermiyor. Aksine, biz bildiğimizi okuruz. Sıkışınca da, Allah, resul, İslam dinlemeyiz. İstediğimiz gibi çıkarlarımız doğrultusunda, Allah’ı da, resul’ü de, İslam’ı da tevil ederiz diyorlar. Allah Müslümanları böyle bir inançtan, böyle bir mantıktan, böyle bir yaklaşımdan korusun. Başka diyecek sözümüz yok.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.