- 994 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
'sürtük bir gece'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Problemin çözümü eğer erdemse, erdemle kırbaçlanan ne olmalı? İyilikle aptallığın arasındaki farkın, sevgiyle nefrette ki farktan ayrı olabileceğini kim söyleyebilir ki? Sanılan üzere erdem insanı her defasında gayyalara düşürebiliyorsa, bu yaratıcının gazabından başka bir şey değildir ve insan dürüst olmalıdır,diyebilmelidir ki;’ Evet, ben suçluyum, günahkarım...’ Çünkü bir mabedi yıkan, günahlar ve aptallıkla kuşanmış erdemlerdir.
Onu tanıdığımda, soğuk bir geceydi ve dişlerim istemsiz olarak birbirine sürtüp duruyordu. Önce aklımdan sürtük geçmişti, evet dişlerimin yarattığı çağrışım hoşuma da gitmişti ama gecenin bir vakti tek başına sersem bir halde sigara içip, yalpalayarak yürümesi ona sürtük demem konusunda bir şeylerin beni zorladığını hissediyordum. Hayır, hayır tabi ki kimse zorlamadı. O sürtük gibiydi. Özetle ve kısaca onun sürtük olabileceğine kanaat getirdikten sonra, onu takip etmeye başlamıştım. Sanatoryum hastanesinin girişine bakan sırtı ve gölgesi, ağır çekimde yürüyüşünü perdeleyen birkaç gencin araya girmesiyle dağılmış ve görüntü gençlerin arasında kaybolmuştu. Bir anda gençlerden kısa boylu olanının onu iteklediğini görünce, yapmam gereken şeyin yardım mı yoksa bulunduğum caddeden ve de ortamdan sıvışmak mı olduğuna karar vermeye çalışmıştım. Kısa boylu çocuk ‘puşt’ kelimesinden pek de hoşnut kalmamış, karşısında ıhlamur ağacının karanlık gölgesine benzeyen kıza ‘or..pu’ demeye başlamıştı. İteklenmeler sonucu ıhlamur ağacı koyu gri bir duvarın önünde devrilmişti. Kısa boylu genç küfürler savurarak yıkılmış ağacın gövdesinden arkadaşlarının zoruyla uzaklaştırılırken, adımlarımın neden bu kadar ağır çekimde ilerlediğine anlam veremiyordum. Anadolu lisesinin arka tarafında, ilçenin büyük bir kısmına yukarıdan bakan tepe deki evden çıkıp, dolaşma fikri ilk başta çok hoşuma gitse de, böyle bir olayla karşılaşınca o anlık zevk birikiminin ve de hayal dünyasının gerçeklerle çarpışması sonucu ortaya kederden başka bir şey çıkmaması canımı tekrardan sıkmıştı. Zaten canı sıkılan bir insan sokaklarda, caddelerde boş boş gezebilir ama belki de benim en büyük hatam matematik de üstlü sayıları çok iyi öğrenmiş olmamdı. Aşina bir can sıkıntısının küpünü ezberimde tutabiliyordum ama belirsiz, ani bir şekilde insanın karşısına çıkan can sıkıntısıyla da boy ölçüşebiliyor ve az bir uğraşla, ister negatif yönde olsun, isterse de pozitif, sonuç ne kadar büyük de olsa bulabiliyordum.
Ağlıyor muydu, yoksa daha kötüsü canı yanmıştı da belli etmemek adına kendini sıkıp, acıların mırıldanışı sırasında güç mü topluyordu? Onu korkutmuştum. Bir anda karşısında beni görünce eliyle gardını alan boksör gibi yüzünü kapatıp, öfkeyle dolu hırıldamaların ardından ‘gidin buradan, şerefsizler, hepinizin a… korum ben’ diye çıkışınca, ‘pardon, yanlış anladınız, az önce bağrışmaları duydum, koşarak yanınıza geldiğimde gitmişlerdi’ diyebildim. Kötü, pis bir yalancıyım biliyorum ama kesinlikle bu yalanlarımın kimseye en ufak zararı dokunmaz. Kendimi ona anlatmamın hiçbir faydası dokunmayacağı gibi, onu daha çok çileden çıkarıp, ona yapacağım en ufak yardımı bile en baştaki söylemimden dolayı kaybedebilirdim. İyiliğin, erdemin sembolize edildiği bir Fransız romanında geçen son derece kibarca düzenlenmiş birkaç cümleyi önceden ilham niyetin yutmuş olmam beni zarar vermeyecek biri olarak gösterebilirdi. Tabi karşımda bulunan kızın iyi niyetli olması ancak benim zararsızlığıma inanç olarak gösterebilir ve de beni kurtuluş vesilesi kılabilirdi.
-Lütfen, yardımcı olmama izin verin. Az önce yetişmiş olsaydım, size zarar vermelerine engel olmak için elimden geleni yapardım ama maalesef yetişemedim.
Çantasının tozlarını siliyordu. İki tane harita metot defteri de yanında, kaldırımda duruyordu. Her ne kadar masum gibi dursa da, sözlerim çalıntı gibi durduğu için ruhuma pek oturmamış ve onun karşısında gecenin karanlığında, sokak lambasının kudretsiz ışığı altında, gerçeğimle beraber sırıtmıştım. İnanmadığını hissedebiliyordum ama bu inançsızlığın denemem ve ona yardım için çaba göstermem karşısında savunacak bir argümanı yoktu. Yalnızca daha kötü sözlerle uzaklaşıp, tüm bu kâbustan kurtulmak adına evine koşabilirdi. ‘Lütfen, size yalnızca yardım etmek istiyorum’ derken bile inandırıcı olabilmiş miydim, yoksa hırsızlığımı belli etmemek adına teatral bir gösteri mi sunuyordum? Gözlerinde bir tür şaşma, öfkenin boşalacağı kabın ağırlığını tartma ve sonra da bu kâbustan uyanma halleri vardı. Her ne kadar vücudu ona yumuşaklık ve şiddetten uzaklık imkânı tanısa da, o daha çok şiddetten yana tavrıyla, ruhunun derinliklerinde kara bir zindan oluşturmuş bakışlarını önce harita metot defterlerine, sırayla çantasına, ayakkabılarına, ayakkabıma, sokak lambasına, duvara, caddeden geçen taksiye ve uzaktan görünen polis arabasının lambalarına bırakmıştı. Bırakmıştı çünkü bakmıyor daha çok gerçeğin dehşetinden tiksiniyor ve savrulduğu yolun ötesinde dimdik ayakta durabileceği bir mekân hayal ediyordu. Öncelikle belirtilesi şekilde tatlı bir yüz, hafif çıkık ve estetik yaptırmışçasına dolgun dudaklar, belirgin göz bebekleri, dar omuz aralığına karşın uzun ve narin boyuna has güzellikte bir boyun, güleceği zaman ortaya çıkacağına Tanrı kadar inanılmış iki küçük gamze ve de saçlarının alınla birleştiği kıyıda tatlı bir karmaşanın var olduğu bir kızın acı çekerek öfkelendiği, bencilleşip, hırçınlaştığı zaman da onu rahatlatacak, ona yardım edebilecek sözler arıyordum. Ayağa kalkmaya çalıştığı an da, yanına yaklaşıp, kolundan tutacağım an eliyle kolumu ittirmesi, aslında ona yardım edemeyeceğimi gösteriyordu. Hiçbir şey konuşmuyordu ama elleri, yüzü konuşmasa da ne demek istediğini ifade edebiliyorlardı. İki üç adım geri çekilip, ayağa kalkmasını bekliyordum. Duvara bir eliyle yaslanıp ayağa doğrulduğu an, o narin sesiyle ‘ah’ nidası, ruhumda rant sağlama amacıyla büyümekte olan duygularıma indirilmiş bir balyoz olurken, birkaç defa daha ahları duyunca, acı çektiğini ve bunun bir sebebi olduğunu yürümeye çalıştığında bu ahların artmasıyla anladım. Ayak bileği burkulmuştu. Bir eliyle yine duvara yaslanmış, yürüyemeye çalıştıkça acı çekeceğini bildiğinden belki o an bir mucizeyle beraber tüm acılarından kurtulmak adına dua ediyordu. ‘Lütfen’ dedim, ‘izin verin yardım edeyim.’ Yardım etmeye çalışırken dahi ondan izin almaya çalışmam onun ruhunu alt üst etmiş, böyle bir ricayı beklemediğini defalarca kanıtlayan bakışlarıyla, acı çektiğini de saklamaksızın başını ‘sen bilirsin’ dercesine öne eğmişti. Beni mutlu eden ve ona yardım etmem için bu olanağı bana veren Tanrı’ma bir taraftan şükrederken, diğer taraftan yanımdaki kızın acı çekmesinin bana prim vermesi karşısındaysa kendimden tiksiniyordum. Gözüme çarpan bank, onunla geçirebileceğimiz dakikaları uzatabilme adına bir sığınak olacaktı. ‘Şuradaki banka doğru yürümeye çalış lütfen. Kolundan tutacağım. Çantanı, defterleri ben getiririm birazdan.’ Çantası, iki defteri o ayağa kalkmaya çalışırken elinden düşmüştü ve bileğindeki acıdan dolayı tekrar onları yerden alamamıştı.
Banka onu oturtup, yerdeki çantasını, defterlerini almaya giderken, bu yardım oyununu çok uzattığımı düşündüm. Yalnızca biraz hava alıp, arkadaşımın evine geri dönecektim. Tabi, açık bir dükkândan alacağım sigara da işin güzel ve dumanlı tarafı olacaktı ama karşıma bu kız çıkmış ve o istemese de ona yardım etmem gerekliliği ayağının burkulmasıyla kesinleşmişti. Ama bu kesinlik sürdürülebilir miydi? Taksi tutabilir, onu evine kadar götürmesi için de adamla konuşurdum. Bu en iyi yardım olabilirdi. Parası var mıydı? Yoksa da ben verirdim. Benim param var mıydı? Yoksa da bankamatikten çekerdim. Çünkü bu iki günlük Ankara seyahatim için parasız yola çıkmış olamazdım. Yanına tekrar geri döndüğümde banka çantasını ve defterleri koydum. Hırçınlığı geçse de, elleri titriyordu. Burnu dolmuş gibiydi. Önce kâğıt bir mendil çıkarıp, burnunu temizlemeye çalıştı. Rahatlayamamış, daha da hırçınlaşmıştı. Sonra onlu ıslak mendil paketine baktı. Bir tek ıslak mendili kalmıştı, onunla ellerinin dış kısmını sildikten sonra, çantasını biraz daha kurcaladıktan sonra, yemek yediği bir büfeden ya da restorandan aldığı ıslak mendili de açıp, burnunu ve öfkeyle yanaklarını silip, avuçlarında buruşturup tekrar çantasının içine koydu. Tebessüm mü ediyordum, sırıtıyor muydum, tam olarak ne yaptığımı bilemeden aklıma o an gelen fikirle gözlerimin feri yerine gelmiş ve o benimle konuşmak istemese de, ben tekrar konuşmak için parmaklarımı avuç içimde dolandırmaya başlamıştım.
-Beni burada bekleyin. Burkulmanıza iyi gelecek bir şey getireceğim. Lütfen ayağa kalkmaya çalışmayınız.
Herhalde bir çağrı merkezinde çok rahat bir şekilde çalışabilirdim. Öyle düşünüyorum çünkü ben böyle nazik, kibarca konuşan biri değildim. Hiçbir şey dememiş, sanki gözleriyle baktığı gözlerimin içinde çok daha uzak bir yerler varmış gibi bakmaya devam ediyordu. Koşarak yanından uzaklaşırken, ona yardım etmek için aklıma gelen tek şeyi yapmalıydım. Nöbetçi eczaneyi gördüğüm tarafa doğru koşmaya devam ediyordum. Nihayet yanıp sönen büyük e harfinin olduğu yere gelmiştim. İçeri girmeden soluklanmak için dışarıda biraz bekledim. Koşmaya pek alışık olmadığım için biraz koştuğumda ciğerlerim yırtılırcasına öksürmeye başlıyordum. Aynısı eczanede olabilirdi. Oysa hasta olan ben değildim. İçeri girdiğimde başında beyaz bir örtü olan eczane kalfasına almak istediğim iki kremin ismini aceleyle söyledikten sonra, eczanenin işletme ruhsatının kimin üzerine olduğunu merak ettiğimden, saatin de asılı olduğu duvarda dikdörtgen bir levha içerisinde 1980’lerden kalma bir bayan resminin asılı olduğunu fark ettim. Bu merak huyumdan vazgeçememiş olmam bir yana, thermo-rheumon ve lasonil kremlerinin yeterli olmayacağını düşünüp, bir de ağrı kesici ve bandaj aldıktan sonra tekrar koşarak geri döndüm. Onun bankta otururken, bir taksici durdurup, taksici yardımıyla arabaya binip gidebileceğini hayal etmiş olmanın kırıklığı bir tarafa, uzaktan bankta oturan ıhlamur ağacını gördüğüm an rahatlamıştım. Yanına yaklaştığımda beni fark etmişti ve elimde sallanan küçük poşet dikkatini çekmişti. Tanrıya bir kez daha şükrediyordum çünkü pantolon giymişti. Eğer pantolonun içinde külotlu çorap varsa ona yine yardım edemeyecektim belki ama içimde var olan duygular yalnızca yardım etmek üzerine kenetlendiğine yaratıcı da fark etmiş ve böylece tüm aksilikler bir bir önümden çekiliyordu. Karşısında çömelmiş ve ‘lütfen, krem aldım, yardım etmeme izin ver, ağrını dindirir bunlar’ diyerek gözlerine baktığımda, on dakika önce öfkeden pek de eser kalmadığını görmüştüm. ‘Hangi ayağın’ diye sorduğumda sağ ayağını işaret edince, sağ ayakkabısının bağcıklarını çözmeye başladım. Aslında eğer gece olmasaydı, belki tüm bunlar olmayacak, o evine rahatça evine gidecek ve ben dişlerimin soğuk havadan dolayı çıkardığı sürtük kelimesinin ağırlığından da arkadaşımın evine geri döndüğünde uzaklaşmış olacaktım. Ayağını sağa sola oynatmadan çorabını da çıkarıp, pantolonun paçasını bir kez yukarı katladıktan sonra, ayağını düz bir şekilde banka uzatmasını rica ettim. Sol ayağı yerdeyken, sağ bacağı bankın üzerinde ve sağ ayağı bankın dışına doğru olmak üzere pozisyon alınca, muayeneye başlamak için küçük ecza poşetini açtım. Eldivenim olsaydı eğer işler daha basit olacaktı fakat saçmalamadan sadece yapacağım işe odaklanmalıydım. Yapacağım iş basitti: Önce kremin birinden biraz bileğine sürecektim. Onu iyice deriye yedirdikten sonra bu sefer ikinci kremi ilki gibi uygulayacaktım. Ayrıca bunları yaparken de, refleksoloji yapmak için çok müsait bir ayağının olduğunu gördüğümden dolayı gülümsemiştim. Tanrıya şükür bana bakmıyor, ayak bileğine bakıyordu. Kremleri iyice deriye yedirdikten sonra bandajı da çok sıkmayacak şekilde sarıp, tekrar çorabını ve ayakkabısını giydirdikten sonra pantolonun paçasını kendisini indirip bana ‘doktor muyum’ diye sordu. ‘Hayır’ dedim gülümseyerek, ‘ne doktorum ne de sağlık çalışanı. Yalnızca bu tür konularda tecrübem var.’ Gülümsedi. Acıyla karışık gülümsemesinden ben de memnun kalmıştım. Dahası vardı ve aldığım ağrı kesiciyi ona gösterdim. ‘Az daha bekle lütfen, su alayım, bu hapı da iç ağrılarını dindirir’ diyerek yanından tekrar uzaklaştım. Bu sefer açık bir büfe arıyordum ve çok uzaklaşmadan o aradığım büfeyi buldum. Suyu da alıp yanına geri döndüğümde, ‘üşüdüm, kalkmama yardımcı olur musun’ dedi. ‘Elbette’ diyerek ayağa kalkmasına yardımcı oldum. Yürümeye çalışıyordu. Sekiyordu ama krem işe yaramış gibi daha az acı çekiyordu. ‘Çok teşekkür ederim’ dedi. Bu yaptıklarım için ondan beklediğim bir söz değildi ama insanlar arasında gelenek, modern bir hitap ve minnet sunma şekliydi. Evi uzakta mıydı merak ediyordum. Sormalıydım ama soramıyordum. ‘Böyle eve kadar yürüyemem’ dediği an, bir taksi bulmanın şart olduğu an gelmişti. İşin garibi, en lazım olduğunda ortalıkta hiç taksi yoktu. Tabi kafa sonradan bastığı için, hastanenin taksisi durağı olabileceğine emin bir şekilde hastanenin önüne doğru tekrar koştum. Ona ‘az bekle, bulup getireyim hemen’ dediğimde, ‘sağ ol’ diyerek gülümsüyordu. Taksi durağının yanında bankamatikler vardı. ‘Oh be’ derken, çektiğim paranın gidebileceğini bilerek sırada duran taksilerden ilkine atladım.
Onu taksiye bindirdikten sonra, ben de ön koltuğa, şoförün yanına geçtim. Taksici nereye gideceğimizi sorduğunda verecek cevabım yoktu. Arkaya, ona doğru baktığımda bir adres söylüyordu. Sokak numarası, mahalle ismi hiçbir şey önemli değildi. Ölümcül bir hastalıktı benimkisi. Her şeyin biteceği yer, o adresti. O adrese kadar her şey aslında güzeldi. Taksici muhabbet açmak istiyor, ikimizi merak ediyordu, farkındaydım ama pencereden dışarı bakmaktan başka hiçbir gayretim yoktu. Arada gözüme taksimetre takılıyordu. Çektiğim paranın yarısına yakın bitmek üzereydi ki, arkadan o narin ses ‘sağ da durabiliriz şoför bey’ dedi. Çantasını karıştırıp, cüzdanını ortaya çıkarınca, para vermemesi için şoföre, cüzdanını elinden aldım. Şaşırıp kalmıştı. Şoför de şaşkındı. Şoföre az beklemesini söyledikten sonra, dışarı çıkıp arka kapıyı açtım. Dışarı çıkmasına yardımcı olurken, cüzdanını ona verdim. ‘…ama hayır’ derken, ‘lütfen’ dedim. Apartman kapısının önüne kadar geldiğimizde, artık filmin sonuna geldiğimizi fark ettim. Yardım hikâyesi bir nevi kendi sonunu hazırlamış ve onu evine kadar sağ salim getirmiş olmanın gururu ayrılığı hissetmekle beraber kırılmıştı. Bir şey demesine gerek yoktu. Ona hiçbir soru sormamalıydım. ‘Yukarı kadar çıkabilir misin’ diye de sormayacaktım. Çünkü yalnızca ayağı burkulmuştu ve o ilk acıdan sonra her sekerek yürümesi sonucu tatlı bir acı duyumsayacaktı. Ona hiçbir şey sormayacaktım. Hiçbir şey söylememek de belki en iyisi olurdu ama ‘kendine iyi bak’ çok şık duruyordu. Yakışıklı bir çocuktu ve ona ‘kendine iyi bak’ dedikten sonra gözlerindeki naif gülümsemenin dudaklarına ‘istersen’ kelimesini düşürmesine imkân tanımadan, taksiye doğru yürüdüm. Hiçbir şey diyememişti. Duyduğu ses taksinin ön sağ kapısının kapanma sesiydi. Onun orada ona baktığını bilmek, ‘işte kaderin en kederli ve acı dolu anından ibaret yaşıyoruz’ ibaresiyle gönlüme yeniden, daha çeşitli ve güzel acılar dokuyordu.
Unuttuğum bir şey vardı. Sigara almamıştım. Taksiciye beni kızı aldığı bankın önünde bırakmasını söyledim. Büfe hala açıktı. Sigaraları dönemlik hırsızlar çalmadığı sürece sigara alabilecektim. Aldım. Onun oturduğu banka oturdum. Gözlerimi kapatıp, sigaramı içerken, bir an gözlerimi açıp, bankın sol tarafında yere bakındım. Kırk beş dakika olmuş muydu bilmiyorum ama onun burada burnunu sildiği kâğıt mendil sol tarafımda, yerde duruyordu. Hatırlayabildiğim kadarıyla sadece ıslak mendilleri kullandıktan sonra buruşturup, çantasına geri koymuştu ama kâğıt mendil bir anda yok olmuştu. Oysa yok olmamış, onu yere atmıştı. Elime alıp, içine bastırdığında yumuşaklığı hissedebiliyordum. Gençlerle olan itişmesi ve çektiği acılar ağlamaklı olup, burnundaki hava boşluklarını doldurmuştu. Kâğıt mendilin içini açıp baktığımda, kurumuş, sarımtırak sümüksü sıvıyla karşılaştığımda, yapacağım son yardımı düşündüm. Çakmağın gazı buna hazırdı. Ankara soğuktu. Mendil hızla yanarken, günahlarımız ve kirlerimiz için bizi andıracak şeyin ateş olduğunu bilmenin erdemiyle, kırbaçlanan acılarıma ‘deh’ deyip, arkadaşımın evine geri döndüm. Uyuyacak çok şey vardı.