- 642 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
'bitmeyen roman'
dedi ki: ’gece boyunca birçok atın burnundan soluyarak camdan bana baktıklarını gördüm.’
’geçer’ dedim. oysa kıçımdan donup, en kısa tüyler dahi diklenmeye başlamıştı. korktuğumu hissettirmemeye çalışıyordum. bir nehir geçiyordu taş köprünün altından. çan sesi en uzak şehirden gelen sapan taşının peynir tenekesine çarpıp çıkardığı sesi andırıyordu. yemek yapalım dedik. kırmızı biber ve patlıcan aldık. birkaç parça kalın odun üzerine çalı çırpı topladık. etrafına taşları dizdikten sonra, kömürlükteki demir sacı çıkardık. ateşi seyretmekten ikimizde haz alıyorduk. ’birkaç delik at, daha iyi közlenir’ dedi. elime aldığım ince bir dal parçasıyla patlıcanları ve kırmızı biberleri birkaç yerinden deştim. ateş demir sacı ısıttıkça, ikisinden su fışkırıyordu. doğum yapmayı bekleyen anneye ait hayal gücüydü o. sarımsak almak için eve giderken onu seyrediyordum. çıplak ayaklarının otlara bastığı an çıkan ses, ruhunun çatlaklarından çıkıyor gibiydi. bir gitmekten bahsediyordu o ses. korkuyordum.
Yağmuru bekliyordu herkes. Şehrin tüketecek pek bir suyu kalmamıştı. Günaşırı Belediye tarafından yapılan anonslarda suların kesilmeyeceği söylense de, bazen canları sıkılıyor ve suları kesiyorlardı. Suları kesmek nasıl bir deyimse artık! Hayal ettiğim kadarıyla çok güçlü bir adam, o büyük vanayı çeviriyor ve barajda birikmiş suyun şehre gitmesi engelleniyor. O çok güçlü adam olmak istemişimdir hep. Başım kadar kollarında kasları olan o adam, o vanayı çevirirken acaba ne düşünüyor:’ ...susuz kalacaklar ama ben de işimi yapıyorum. Bunun için eğitildim. Bu büyük vanayı benden başkası çeviremez.’ Yağmur yağınca o adamın da kös kös oturup, denizi seyrettiğini düşünüyorum. Burada çoğu bunu yapıyor; denizi seyrediyor. Yağmur yağınca daha güzel rengi suyun. Su bazen yeşil, bazen de mavi aksediyor ruhunu dışarıya. Tenindeki ıslaklık lavların harareti geçtikten sonraki hali gibi, asla bir başka elementle var olmak istemiyor. Anlıyorum. Yalnız kalmayı seçiyorlar. Yağmur yağınca işte, herkes onu seyrediyor. Kendi fikrimin zerre kadar önemi yok. Merak ettiğim başkaları ona baktığında ne düşündükleri! Çoğu sıkıntıdan patlıyor. Bunu nefes alırken yüzlerini şişirmelerinden anlıyorum. Tabi her nefes alışta yüzlerini şişirmiyorlar. Bir iki kez bunu tekrarlıyor. Özellikle denize bakan insan tek değilse, bu harekete en az iki kez şahit oluyorum. Sanki sahip oldukları dertleri o yüz şişirme haliyle denize boşaltmak istiyorlar. Tahmin edebiliyorum. Daha kötü bir günde öleceğim ama istiyorum ki birileri hâlâ bu işi devam ettirsin. Evet, evet bir başkasının hüznüne ortak olmak da denebilir buna. Elde avuçta yalnızca kirli bir peçete, bitmeye yüz tutmuş usulca yanan bir sigara, birkaç bardak çay için bozukluklar… Dahası ince bir şiir kitabı, içinde ezberlenecek mısralar… Yatıştırıcı, krem rengi satırlar, bir defasında başkasını anlatabilme hatasına daha düşmeden, yalnızca bir şeye dair olmamak kaydıyla… Şairini hazmedemiyorum. İlla ki sevmeliyim diyor. Pekâlâ, kan gövdeyi götürmeden ya da götürürken; bir başka ayrıntısıyla kan ve gövde ayrı yerlerdeyken, anlatabilirsin neye benzediğini. Çoğu zaman bir yerlerim uyuşuyor. Aylak yaşamaya başladığımdan beri her şey o kadar basit geliyor ki, heyecanlanmıyorum. Nice gökyüzü var ki, bakmadan geçiyor ve tekrar gece oluyor. İçimde çürüyen et parçacıkların sesini dinlemeye çabalıyorum. İçi sır dolu sandık gibiler. Aklımda türlü cinayetler pişiren ruhumun bedenimden bu kadar ayrı takılmasına hiç izin vermemeliydim. Bir kere olan oldu ve tanımlayamadığım bir şeyleri yatıştırmak adına onun cesediyle sevişiyorum. Eğer birisi duyarsa, birinin haberi olursa, sahilde denizi seyreden insanları uzun yıllar göremeyeceğim. Neymiş efendim ‘beni hapse tıkabilirlermiş.’ O söyledi. Nefes almıyor. Bazen aldığını sanıyorum. Buzluktan buz çıkarıp defalarca emdiğim yerlerinin üzerinden geçiyorum. Koktuğu zamanda iyi geliyor vücuduna. Gece ondan uzaklaşmak istemesem de balkona çıkıyorum birbirine bağıran köpeklerin seslerini dinliyorum. Aslında yaşadığım saatler, dışarı çıkmak istediğinin aklıma dayandığı anlar da gece geç vakitlerde başlıyor. İhtiyacım olan ne varsa gece alıyorum. Bu aralar beni rahatsız eden, uyuduğum anlara denk gelen Belediye anonsları. Suları kesebilirlermiş. Tekrar ediyorlar. Tekrar ettikleri her an rüyamda o güçlü erkeği görüyorum. Beni bu cinayetten kurtarabileceğini söylüyor. Nasıl diye merak edip soruyorum. Her defasında bana büyük bir testere veriyor. Dişleri o kadar büyük ki, bir kez ileri geri hareketle üzerinden geçtiği şeyi kesebileceği hissi uyandırıyor. Uyanıyorum. Terliyorum. Ona bakıyorum. Bembeyaz. Her gün daha beyaz teni. Günaşırı banyoya taşıyıp, baştan aşağı vücudunu yıkıyorum. Saçlarını tarıyorum. Komik geliyor ama onu öldürdüğüm andan beri saçları uzamaya devam ediyor. Teşekkür ediyor. Güzel kokmasını sağladığım için onu yıkadıktan sonra bana teşekkür ediyor. Gözleri kapalı teşekkür eden insanlara bayılıyorum. Sahi o hala bir insan mı? Ceset oluşu, bir ölünün insan gibi konuşamaması onu insanlıktan çıkarabilir mi? Uyuduğum zaman benim de ondan farkım olmuyor ki! Bazen o kadar soğuk oluyor ki, onu ısıtabilmek için defalarca elektrikli battaniyeyi çalıştırıyorum. Vücuduna renk geliyor. Kanı tekrardan çözülüp, damarlarında hareket ediyor. Bana böyle gelmesi pek muhtemel. Saçlarını örüyorum ara sıra. Yaşarken giymek istemeyeceği öyle güzel elbiseler aldım ki ona, her gün birini giydiriyorum. Çok yakışıyor. Her birinde ayrı zarafet. Geçen gün çok önceden defalarca izlediğim nostaljik filmleri izlemeye başladım. Onu da yanıma alıyorum. Ses çıkarmadan film sonuna kadar benimle beraber izliyor. Eskisi gibi yastık kullanmıyorum. Onun dizi üzerine başımı koyuyorum ya da omzuna yaslanıyorum. Sigara koyuyorum dudaklarının arasına. Düşürüyor, tutamıyor çoğu zaman. Dişlerine doğru sigarayı iteklediğim zaman da, sigaranın çok bir kısmı dışarıda kalıyor. Komik görünüyor. Çürük olduğu için penseyle çektiğim bir dişinin olmaması estetik açıdan dişlerini kötü gösteriyor. Oraya pamuk koyduğum zaman da iğrenç oluyor. Bir ara sakız denemiştim. Balmumunu diş gibi yapıp, beyaza boyayıp o boşluğa yapıştırma fikri de aklıma gelmişti. Yine de doğal kalması estetik duygumu daha az kötümserleştiriyor. Bir dişi olmasa da, orada yapay bir şeyin durmasından ziyade, boş oluşu daha az rahatsız ediyor. Geçen gün komşu irmik helvası getirdiğinde helvadan birazını ağzına koydum. Birkaç saniye sonra helvanın yumuşadığını fark ettiğimde korkuyla göz kapaklarını kaldırdım. Gözleri ölü ifadelerle bakarken, hüzünle gözkapaklarını kapatıp, dikkatle ağzını inceledim. Ağzından ıslak helvayı çıkarıp baktığımda, o ıslaklığım sarımtırak renkte sinüs boşluğunda birikmiş sıvılardan kaynaklandığını fark ettim. Ameliyatla zor bela alınan o sıvılar, ölü birinde ne de rahat bir şekilde akıyordu. Aklıma gelen ilk şey onu ısıtmak için kullandığım elektrikli battaniyeydi. Battaniyeyi o kadar çok kullanıyordum ki, donmuş sıvılar çözülüyor, rahatça akabiliyor. Aslında bu pratiği genele dökebilirsem, ameliyatsız bir şekilde insanların sinüzitten kurtulmalarına çare olabilirim.
…
Yine sabah oldu. Sabah olur, olması da gerekir ama roman yazma aşamasında, daha ilk haftaların o stresli dönemlerini bile adamakıllı yaşamamışken, aklımdaki romana rüyada yön vermem pek hoşuma gitti. Pencereden ışık geliyor. Oysa perdeyi kornişin izin verdiği haddeye kadar çekmiştim. Bir araya gelen güneş ışınları arı sürüsünü andırıyor. Arılar, kraliçe arıyı ortalarına alıp başka bir yere göç ederken bir arada kara bulut gibi uçarlar. Kraliçe arıyı koruma içgüdüsünden dolayı çevrede normalde tehlike olabilecek nesnelere dahi iğnelerini sokma ihtiyacı duymazlar. Güneş ışığı sarımtırak bir bulut gibi. Öğlene doğru bitecek bu işkence. Güneşi sevsem de ışınlarını sevmiyorum. Tehlikeli objeler hala aynı yerinde olmalı, biraz da güneş görmüş, biraz da ilgisizlikten ötürü canları sıkılmış ve farklı bir yerde de değiller. Gitmeliler bir an önce ama sonra gitmemeleri için sebepsiz bir yığın kümeleniyor. Bu tür ışıklar oldu olası tehlikelidirler. Çöpçülerin gelişinden anlaşılacağı üzere sokak kokuyor. Komşuların hepsi aynı tenekeye çöplerini atıyorlar ama biri hariç. Onu bir kez gördüm. Basma bir etek, beyaz bir kısa kollu penye, saçları Nil gibi yayılmış. Tanrım böyle bir güzelliği bu sokakta önceden neden hiç görmedim ki? Bu soruyu sorarken, onu bir daha görmediğim için aslında aklım sıra diyorum ki:’ Ne olursun, bir kez daha onu bana göster!’ Eğer O’ndan cevap alabiliyor olsaydık ve bana bu sorum karşısında şöyle deseydi:’ Başka isteğiniz küçük bey?’ Nasıl da kırıcı bir cevap! Pis insan, pasaklı, biçare. Güzellik, zeka ve sevgi yoksunu. Hepsinden öte doğrular saklandığı zaman ortaya çıkmak gibi pis huyları var. Pis insanların da çok doğrusu olur. Pis olmak maddesel bir kavram mıydı yoksa manen pis olan birinin muhakeme gücü kalabiliyor muydu? Soğuk bir şeyler içince hep aynı şey başıma geliyor. Tek yol, insan gebermek istiyorsa binlerce lanetlemeyle farklı versiyonlar üretmemeli hayat adına. Yaratılan korku basit ve anlamsız olmalı. Kısıtlamalıyım kendimi. Böylece bu saçma yorumlardan da vazgeçebilirim. Belki sabah erkenden uyanır, sahile inerim mayomla. Soğuk suya girerim. Sabahları yosun olmuyor diyorlar. Saati kurarım. Ara sıra çamurumsu tuzlu suyu yutarken, dünyanın anlamını kavrayamayacağımı da bilsem de yine de sonuna geldiğimde tam olarak, tamamıyla asıl doğrunun asla bir sonla bağdaşmayacağının da altını kanımla çizerim. Gökyüzüne kaldırılmış yüzümün pörsümüş bir et yığınına dönüştüğü aynı saatlerde yolun uzun olup olmayacağını da düşünmüyorum. Neler olmuş, olacak, olmalı… Bunlar basit sorular sadece. Sorular mı gerçekten de? Ne kadar çok karşılaştırıyorum kendimle. Duraklama bir ilkbahar güncesine ait. Aslında kışın sonu denmeli. İşte tamam anlatıyorum. Kısa boylu, ela gözlü, şirin bir kızdı. Başını omzuma yasladığından nefesinin hırıltıları rahatsız etmişti. İnanılmaz bir hırıltıydı. Hastaydı. Belki farenjit, daha doğrusu bronşit. Başkaları gibi sigara da içmiyordu ama nefesinin hırıltısından korkmuştum. Umut tükenmişti. Ona ‘bir daha görüşmeyelim’ cümlesini hangi muhabbetimiz arasına koyacağımı düşünmeye başlamıştım. Bir cami tuvaletine girmiştim. O beni bekliyordu. Ayağa kalkarken sifonu kırmıştım. Tuvaletten koşar adımlarla onun yanına koşarken, ‘ne oldu’ demişti merakla. Film tadında ‘soru sorma, yolda anlatırım’ diyerek, gecenin siyah perdesi altında koşmaya başladık. Koştuk. Durmadan koştuk. Neyse ki düz bir yola gelmiştik. Aralıklarla umut devam ediyordu. Hayır, daha fazla anlatamayacağım. Kumarbaz romanını okumaya başlamıştım. O bana beddua ediyordu:’ Kimi seversen sev, mutlu olmayasın!’ Oysa ben sadece bir roman yazıyordum ve bir aralık pencereden dışarı baktığımda onunla karşılaştık. Bir süre beraber zaman geçirdik, o kadar! O son bedduayı etmeyecekti. Roman artık hiç bitmeyecek gibi geliyor. Hayır. Aralıklarla umut devam ediyor. Her ne kadar eskisi kadar renkli olmasa bile. Bu duraklama bitecek. Neler oldu, neler bitti bende soracağım kendime. Önce cesedi testereyle birkaç parçaya bölüp, o parçalara ağır taşlar bağlamalı. Sonra kayıkla açılmalı. Deniz elbet onun gibi güzel bir cesedi misafir edecek. Belki, roman bitecek.