Bir Deneme: Türk’ün Uygarlık Süreci-2
Yazı Kültürü, Toplumsal Bellek ve Bilinç
Felsefe terimleri ile anlatmak istersek, diyebiliriz ki, her nesnenin bir varoluşu ve bir de özü vardır. Öz, bir nesnenin özelliklerinin değişmez bir bütünüdür; varoluşu ise evrenin içinde gerçek olarak bulunuşudur. "Varoluş, özden önce gelir" ve her bir kimseye bir öz kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir; "insan ne ise o değildir, ne olmuşsa o’dur." Bunu şu şekilde de söyleyebiliriz: İnsan kendini kendi inşa eder; daha önce kazandığı bazı belirlenimlerin el verdiği ölçüde kendine biçim verir, kendini oluşturur. Yani, bizi insan türüne bağlayan, evrensel ya da türsel özümüzü yaratamayız; ancak, bize özgü olan, başka hiç kimsede bulunmayan bireysel özümüzü seçebiliriz. Bizim doğuştan ve özgül özümüz -"hayvan"-ve- “insan” – biz olmadan belirlenmiştir; biz insanız, ama hangi insan olacağız’? " Bu kısaca şu anlama geliyor; önce insan vardır, şu ya da bu olması daha sonra gelir"( J.P.Sarte).
İnsanın şu ya da bu olması, yani nasıl bir insan olacağı yani “kişiliği “ ve “ kimliği” içinde yetiştiği toplum tarafından belirlenir. Çünkü, doğumdan ölüme kadar diğer insanlarla etkileşim içinde olmamızın kişiliğimizi, benimsediğimiz değerleri ve davranış biçimlerimizi etkileyeceği kesindir. İçinde doğduğumuz ve olgunluğa eriştiğimiz toplumun kültürel ortamı davranışlarımızı o kadar çok fazla etkiler ki, kendimizi toplumun bizler için önceden hazırlamış olduğu bir kalıba döküldüğünü kesin olarak söyleyebiliriz. İnsan doğduğunda kimliği yoktur, kimliği zaman içinde- toplumun kendisi için önceden hazırlamış olduğu kalıpta-oluşur. Örneğin her ikisi de aynı etnik kökten gelmelerine karşın, Sünni İslam kültürünün hakim olduğu bir toplumda doğup büyüyen bir Türk’ün kişiliği/kimliği, Kızılbaş-Alevi öğretisinin yaşatıldığı bir toplumda doğup büyüyen Türk’e göre çok farklı olacaktır. Oysa, etnik özellikleri aynı olan bu insanlar eğer başka bir dinin-kültürün çatısı altında bu karşıt kutuplara bölünmeyip de kendilerine ait inançlarını bir “din” olarak kurumsallaştırıp yaşatabilselerdi her iki grubun bireylerinin kişilikleri birbirine cepheden karşı değil, aynı olacaktı. Bunlara benzer bir çok örnek verilebilir. Özetle, insan diğer insanların içinde “insan” olur; tek başına insan, “insan “ değildir; herhangi bir canlıdır.
Bazı olgular fizik olarak var olmadıkları halde kolektif bir algılama ile var sayılmaktadırlar. Bu şekilde var edilen zihinsel varlıklar bir evren oluşturur ve bu evrene doğal evrenden farklı olarak "sosyal evren" denir. Örneğin, bir Şamanist’in sosyal evrenindeki düşünsel varlıklar ile bir Yahudi’nin veya bir Müslüman’ın ya da bir Hıristiyan’ın düşünsel varlıkları ve bir anlamda zihinsel gerçekleri farklı olacaklardır. Hukuk, adalet, devlet, din, demokrasi, dürüstlük, disiplin, sadakat, özgürlük, zarafet, güzellik, sanat, estetik, sistem, olasılık, kütle, enerji, vb bu şekilde sayısız çoğaltılabilecek kolektif düşüncedeki varlıklardır. Yukarıda da değinildiği gibi, bu değerler, onları üreten toplumun kişilik ve kimlik belirleyicileridir. Dolayısıyla, toplumun yeni doğan bir üyesinin kimliği ve kişiliğini -zaman içinde- bu değerler biçimlendirecektir. Bu bağlamada, bir Afrika yerlisi hanımın zarafeti algılayışı ile bir Fransız’ın algılayışı arasında, veya bir Türk’ün sadakati algılayışı ile bir Yahudi’nin algılayışı birbirinden çok farklı olabilir. Bir Türk’ün cinsel tercihi yaşıtları olan karşı cinse yönelirken, bir İbrani’nin cinsel eğilimleri hemcinslerine veya çocuk yaştakilere olabilir. (Türkiye’de günümüzde ekranlarda izlediğimiz homoseksüellerin hemen hepsinin İbrani kökten olması bir tesadüf olarak yorumlanamaz). Bir Kızılderili’nin özgürlük anlayışı ile bir üniversite hocasının özgürlük anlayışları faklıdır. Bir Yahudi’nin dünyayı değerlendirişi ile bir Türkmen’in değerlendirişi birbirinden çok farklıdır. Bu nedenle zihinsel varlıklar, onları kolektif bilinçleri ile var eden sosyal gurupların onları nasıl algıladığına aşırı bağlıdırlar.
Bir toplum içindeki bireyler arasındaki cinsel, etnik, dinsel, mesleksel, statüsel farklılıklar aynı olguların farklı olarak algılamalarına yol açmaktadır. Örneğin, belirli bir davranışa erkekler kayıtsız kalabilirken kadınlar üzülebilir veya bunun tersi gözlenebilir. Askerler için disiplinsizlik olan bir olgu sanatçılara göre yaratıcılık olabilir. Bir Yahudi üzerinde yaşadığımız dünyayı gerçek kabul eder ve kendisi için cennete çevirmeye çalışırken, Türk kökenli sofu bir Müslüman bu dünyayı ’fani: geçici’, hatta yalan olarak görür ve dinin tanımladığı ve sadece düşüncede var olan dünyayı gerçek kabul edebilir.
Kültür
Zaman kesintisiz süreklilik içinde ilerleyen bir oluşumdur. Bize böyle gözüken oluşuma ve ilerleme olgularının tamamına tarih adı verilir. Her insan toplumunun tarihi farklı bir süreç izlemiştir, bu süreçte kültür olarak adlandırabileceğimiz, son derece yavaş, yüzlerce, binlerce yıl süren deneyler sonucu gelişen, güdülerimiz ve inançlarımıza biçim veren ve daha yüksek düzeyler oluşturan; aile, hukuk, özel mülkiyet, insanlar arasında iş bölümü gibi, kesin ve buna bağlı olarak ta kısıtlayıcı ve yasaklayıcı biçimlerde ortaya çıkan, son derece seçici ve dışlayıcı da olabilen istemlerden yaşam biçimleri gelişmiştir.
Kültür, Latince kökenli cultura sözcüğünün Türkçe’ye uyarlanmasıdır ve toprağın işlenmesi anlamındadır. Günümüzde ise, bir toplulukta süregelen gelenek, yaşayış, düşünce, sanat varlıklarının tümünü ifade eden bir sözcüktür. Yani, o topluluğun ürettiği sanat, felsefe ve bilimin etkileşimlerinden ortaya çıkan bir bütünselliktir, birikimdir; insanın“sosyal evren”idir Başka bir söylemle, bir toplumun kültürünü, o toplumun yaşadığı ekonomik, siyasal, sosyal ortam oluşturur. Zaten insan ilişkileri de, ekonomik temele göre şekillenen siyasal ve sosyal ilişkilerdir. Bu durum aynı zamanda bir ulus topluluğunun tinsel özellik, duyuş, düşünüş birliğini de ifade etmektedir.
Kısacası, kültür davranışlarımızı oluşturur; bizi biz yapar: kimliğimizi belirler, kişiliğimizi oluşturur. Zamanla, doğadaki “her şey değişir” yasası gereğince, birey, giderek toplum bunların bir kısmını ya da tamamını reddedip yenilerini oluşturmaya çalışır. Yani, kültür süreci, bir çeşit oluşma -yıkma- yeniden yapma sürecidir. Toplumsal ilişkilerin doğuşu, biçimlenişi toplumun yaşadığı bu süreçten soyutlanarak düşünülemez. Yani, “insan” kültürel bir varlıktır.
Özetle, “insan önce var olur, sonra kendisini yapılandırır. Bu yapılanmanın içeriği kişinin yaşadığı toplumun sosyal evreni tarafından belirlenir. Bunu şu şekilde de söyleyebiliriz: insan varlığı, ancak kültür ve toplum temeli ve çerçevesinde mümkündür. O halde, kültür ve toplum insan varlığının temel yapısını, yani “öz”ünü oluşturur.
Tarih, kültür ve bellek, anılar ve anımsama yolları gibi konular insanların zihinlerinde oluşturdukları birbirleriyle ilişkili kavramlardır; yukarıda değinildiği gibi, insanın “sosyal evreni”dir. Zihinde var olanları insanlar bir takım olay ve ilişkilerden soyutlayarak elde ederler, duyu organları ile kavranamazlar. Bir topluluk sadece geçmişini yaşatarak yaşar. Çünkü ortak değerleri paylaşan bir toplum, yani ulus imgesi, zamanın derinliklerine ulaşan bir süreklilik imgesine ihtiyaç duyar. Böylece toplumlar kendilerini tanımlama, kimliğini açıklama olanağını elde ederler. Geçmiş doğal olarak bulunmaz, içinde bulunulan zamanın bağlamından ve anlam ihtiyacından doğan sosyal bir yapıdır; kültürel bir varlıktır. Geçmişin hatırlanması ve yeniden kurulması ise kültürel belleğin , yani bellek olarak kültürün evrensel işlevlerinden birdir. O halde, tarih, kültür ve bellek çok yakın ilişkili ve toplumların ortak düşüncelerinde var olan (soyut ) kavramlardır.
Bilinç
“Bilinç”, “farkında olmak”tır; düşünsel bir eylemdir, toplumsal bir üründür. Düşünmek, bir konunun bütün yönlerini incelemek, ona ilişkin bilgilerini yoğunlaştırmak için dikkatini o konu üzerinde toplamak ve ona yönelmek isteğiyle yapıları zihinsel eylemdir. Diyalektik materyalist felsefeye göre bilinç; insanın düşüncesi, duygusu, iradesi, karakteri, heyecanı, anlağı, kanısı, sezişi vb. gibi bütün anlıksal süreçlerinin toplamıdır. Nesnel gerçekliğin insandaki yansıtıcısıdır. Maddesel olanı insan beyninin bir özelliğidir. Önce maddesel doğa vardı. Doğasal evrim insana ve bilinç’e kadar gelişti. Bilinç elbette doğasal, eşdeyişle maddi bir üründür ama maddeyle ayrılaştırılamayacağı kadar aynılaştırılamaz da. Bilinç, toplumsal bir üründür. Bilinç olgusu, insanların yaşama biçimlerinin ürünüdür. Öyleyse pek açıktır ki bilinç, insanların yaşama biçimlerini yansıtır. Ama bilinç sadece yansıtmakla yetinen basit bir ayna değil, belirmesiyle birlikte diyalektiğe girmiş etken bir güçtür. "Bir sarayda, bir kulübedekinden başka türlü düşünülür". Ama saray koşullarından doğan saray düşüncesi de saray koşullarını etkiler ve değiştirir. İnsan, olaylardan oluşan bilinciyle o olaylara egemen olabilir.
İnsanların yaşama biçimleri onların düşüncelerini belirler. insan, bilimsel olarak bunun bilincine vardıktan sonradır ki, bilinç’li etkenliğiyle yaşama biçimlerini değiştirmeye başlamıştır. Hiçbir şeyi değiştiremeyen hayvansal çabayla her şeyi değiştirebilen insansal çaba arasındaki tek fark, insansal çabanın bilinçli oluşudur. Engels şöyle der: "Bilinçli amaç, istenmiş bir erek olmaksızın hiçbir şey meydana gelmez".
Özetle, bilinç, insanın, kendisini çevreleyen şeyleri farketmesini, algılamasını ve algıladıktan sonra kavramasını gerçekleştirdiği gibi istemesini ve istediğini yapmasını da gerçekleştirir. Başka bir ifadeyle, bilinçli insan, önce bilir, sonar da “bildiğine inanır”. Bu eylem sırasında tasarımlar oluşturulur, bunlar birbirleriyle bağlantılanarak yeni zihinsel çıkarımlar yapılır. Tüm bu çabaların ürünü olarak düşünceler oluşur. Sağlıklı düşünebilmek için, sağlıklı bir beyin yapısına ve üzerlerinde yeni kavramlar oluşturabilmek için de sağlıklı ön bilgilere gereksinin vardır. Beyin, organ yapısı olarak sağlıklı olsa da, eksik ya da gerçeklerden uzak ön bilgilerle yüklenmiş ise, üretilecek düşünce ve kavramların gerçeklere uygun olmaları beklenemez. Düşünce eyleminin oluşabilmesi için düşünülen konuyu ilgilendiren kavramların, bilgi ya da deneyim olarak, beyinde yer etmiş olması gerekir. Eğer önbilgiler sağlıksız ve gerçekleri yansıtmıyor ya da kısıtlamalarla yönlendirilmişse bunlara dayanılarak oluşturulacak düşünme eyleminin ürünleri de gerçeklere uymayacaktır.
Bilinç toplumsal olduğuna göre, aynı zamanda tarihseldir de. Tarih bilinci ise, bugünü geçmişin sonucu geleceğin de bugünün bir devamı sayan bilinçtir. Böyle bir bakıştan yoksun ele alınan tarih, aslında tarih olmayıp, salt çeşitli efsanelerden, hikayelerden, massallardan oluşmuş bir geçmiş torbasıdır. Böyle bir torbanın yardımıyla herhangi bir kültürel çözümlemeye ulaşabilmek ise olanaksızdır. Bir insanın, diline, dinine, soyuna tarihine, yer altı-yer üstü hazinelerine, kentlerine, doğasına, denizlerine, göllerine, eski sanatlarına, neyi var neyi yoksa tümüne sahip çıkabilmesi için bilinçlenmesi birinci koşuldur. Kısacası, bilinç, bellekle ilişkili bir sosyal oluşumdur.
Sonuç olarak, "Bir sarayda, bir kulübedekinden başka türlü düşünülür” veya göçebe çadırında uygarlıktan uzak yaşayanların (Türk Karabudun) bilinci, binlerce yıldan beri Yunan-Helen-Roma uygarlığının inşa ettiği görkemli kentlerde ,“tefecilik/bezirganlık” yapanların bilinci ile aynı değildir; bu iki göçebe halk aynı toplumu oluşturduklarında çadırdan gelenler uşak, kentlerden gelen göçebeler ise “Beyaz Efendi” (kripto Yahudiler) olacaklardır; Bugün Türkiye’deki durum budur. Bu olgunun konumuzla ilgisi, bunun böyle olduğunu “Karabudun”un kendiliğinden fark edememesi; Yahudi asıllıların –içeriden-verdikleri bilgilerle fark edebilmesidir. Yani, Türkiye’de kendilerini Sünni, ya da Alevi olarak ifade eden Orta Asya kökenli Türklerin ( Karabudun’un) geçmişte ve şimdi, bütün sorunlarının kaynağı olan “ana sorun”u farkında olamamaktır, yani “bilinçsiz” oluşudur. Karabudun’un bilinçsizliği hala sürmektedir. O halde kişisel bilinç, toplumların yaşam biçimleriyle, dolayısıyla toplumun belleği ile ilintili/ilişkili, onun tarafından belirlenen bir kavramdır.
Bellek-Hatırlama
Bellek, yaşananları, öğrenilen konuları, bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücüdür; dağarcık, akıl, hafıza, zihin de eş anlamlı sözcüklerdir. Bellek, insanın diğer insanlarla ilişkileri sürecinde (sosyalizasyon süreci) oluşur, mutlak bir yalnızlık içinde büyüyen bir bireyin belleği olamaz. Yani, yukarıda da birkaç kez vurgulandığı gibi, insan tek başına "insan" değildir, başka insanların arasında "insan" olur. Oysa, günlük konuşma dilinde bellek denilince insanın aklına genellikle bir iç olgu gelir ve bunun mekanı insanın beynidir, yani belleğin beyin fizyolojisi ile, noroloji ve psikolojisiyle ilgili olduğu düşünülür.
Oysa, bellek ve bilinç sadece kişinin fizyolojisi ve psikolojisi ile açıklanamaz, insanın günlük yaşamında başkalarını taklit etme geleneğine bağlı olarak alışkanlıklar ve kurallar edinmesine, günlük yaşamında kullandığı yatak, masa, iskemle, elbise, yemek-içmek malzemesi, at arabası, otomobil, uçak, gecekondu, apartman dairesi, bahçe-bostan, çadır ve günlük yaşamında gördüğü, kullandığı, ilgilendiği daha birçok eşyayla olan ilişkisi; konfor, şöhret olma, güzellik, vb fantastik hayalleri; dil yeteneği ve başkaları ile anlaşma yeteneği; anıtlar, tapınaklar, dinsel ritüeller, idoller, vb bir amaca yönelik semboller gibi yaşanılan ortamdaki tüm kültürel değerlere bağımlı olarak gelişir. Özetle, sadece bireylerin nörolojik yapıları nedeniyle bir belleğe sahip olabilecekleri gerçeği, bu bireysel belleklerin sosyal "çevre"ye bağımlı oldukları gerçeğini değiştirmez. Başka bir söylemle, belleğin neler içerdiğini, bu içeriklerin organize edilişini ve ne kadar süre ile muhafaza edileceğini, insanın kapasitesi ve yönelimlerinden çok, dış koşullar, yani toplumsal ve kültürel çevrenin koşulları belirler. Kısacası, bellek kültürden soyutlanarak bireyselleştirilemez, tam tersine büyük ölçüde grup içindir; anlamlı olarak kabul edilen şeylerle özdeştir. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: Bellek, her zaman bir bireye aittir ama bu bellek toplumsal olarak belirlenir.
Bireysel bellek, belli bir kişide onun iletişim sürecine katılımı sayesinde gelişir. Bu olgu, kişinin aileden dini ve ulusal topluluklara kadar çeşitli sosyal gruplara dahil oluşunun bir sonucudur. Bellek canlıdır ve sürekli iletişim içinde varlılığını sürdürür. Bu alışveriş duraksama veya alışveriş içinde olunan gerçekliğin çerçevesi değişir ya da kaybolursa unutma ortaya çıkar. Bu yüzden, "toplumsal bellek" mecazi bir ifade değildir, onu taşıyanlarla birlikte vardır. En kişisel anılar bile sadece sosyal grupların iletişimi ve etkileşimi üzerine kurulur. Sadece başkalarından öğrendiklerimizi hatırlamayız, aynı zamanda onların anlattıklarını, anlamlı diye vurguladıklarını ve yaptıklarını da hatırlarız. Örneğin, camilerde imamların, cemlerde dedelerin söyledikleriyle birlikte, belki de onlardan daha çok, onları söylerken takındıkları tavırları, yüz mimiklerini, bazı sözcüklere özel vurgularını da hatırlar, düşüncemizde yaşatırız. Örneğin, Ülkücüler tarafından 19 Aralık 1979’da gerçekleştirilen Kahramanmaraş Alevi katliamının hazırlık döneminde bir imam Cuma vaazında şöyle konuşmuştu:
“ Oruç tutmak namaz kılmakla hacı olunmaz, bir Alevi öldüren beş sefer Hac’a gitmiş gibi sevap kazanır; bütün din kardeşlerimiz hükümete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır; çevremizde bulunana Alevileri ve CHP’li Sünni imansızları temizleyeceğiz”.(Sosyalizim Ansiklopedisi, 2336, cilt yedi).
Yeri geldiğinde de uygulamaya çalışırız. Örneğin, 28 Mart 2004’de yapılan yerel seçimlere hazırlanan İskenderun Belediye Başkanı ve ANAP adayı olan Mete Aslan için "Mete Aslan’ın uğruna can verecek ülkücüler" imzalı, "Değerli Ülküdaşım" diye başlayan bildirilerde şöyle deniliyor:
“Kardeşlerim, etrafınıza şunu empoze ediniz. Bir Müslüman’ın Alevi’ye nikah kıydırması mümkün mü ? Alevi başkanın kıydığı nikah geçerli olur mu? Bunun için gün bugündür. Bölünmeyelim, daha aydınlık ve milliyetçi bir İskenderun için Mete Başkan’ın etrafında kenetlenelim...( Cumhuriyet Gazetesi; 26.03.2004). Bu aday seçimi kazanmıştır.
Cemlerde kim ve nerede/nereli olduğunu, bize ne gibi kötülükler yaptığını bilmediğimiz “Yezit” adında birine/birilerine kin duyar, lanetler yağdırırız. Aynı şekilde bize herhangi bir kötülüğü dokunmamış olan ve bizim gibi Türkçe konuşan, yoksul ve yoksun bir grup insanı camilerde Kızılbaş-kafir olarak damgalayarak lanetler yağdırır, onları öldürmeyi dini bir görev biliriz. Eğer, 1978 Maraş, 1992 Sivas-Madımak’ta olduğu gibi, tanımadığımız birileri dahi olsalar bizi yönlendiren/yönetenlerin arkasından giderek onarı büyük bir kin duyarak öldürür yakarız.
“Bunun en bariz ispatını, Kahramanmaraş-Yozgat gibi olaylardan sonra, emniyet tutanaklarına geçmiş MHP il ve ilçe başkanları yanında,ileri gelen Alevi cemaat önderlerinin verdiği beyanlarda yer almaktadır. MHP Kahramanmaraş il teşkilat başkanı beyanı, ’Partiye gelen, şık siyah takım elbise giyimli bir şahıs Ankara’dan geldiğini söyledi, bir müddet sonra İlimizdeki Alevilerin camileri yakacaklarına dair kendilerinde istihbarat bilgilerinin olduğunu, bunlara karşılık vermek üzere MHP teşkilatının da halkı silahlandırmasını ister.Konuşmalar sırasında niçin Türkçecinin biraz bozuk olduğunu sorduğumda,istihbarat görevlisi olarak senelerce yurt dışında kaldığını, ayrıca gönderdiği evraklarda resmi kaşelerinde olması aklına bir şüphe getirmediğini’ beyan eder.Yine o dönemler sonrasında Emniyet kayıtlarına geçmiş Alevi ileri gelenlerin beyanında da, ’Bize gelen ki Ankara’dan geldiğini söyleyen biri,masa üstüne açtığı resimlerde ilimizdeki hemşerilerimizin Kasalar içinde silahlarla görülen fotoğraflarda silahlandıklarını, ildeki Alevi vatandaşlarını öldüreceklerini,bunlara karşılık vermek için hazırlıklı olmamızı söyleyip ayrıldılar’ beyanı kayıtları geçmiştir.” ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...])
Görüldüğü gibi, aynı etnisitenin birbirine cepheden düşman iki farklı inanç grubunun toplumsal belleklerinde tarihi süreçte yerleşmiş/yerleştirilmiş birbirlerine karşı kinleri, tanımadıkları bilmedikleri birilerinin –sonunda tüm Türklerin yıkımına yol açacak amaca uygun- yalan yanlış sözleriyle kolayca alevlenerek saldırıya geçirilebiliyor. Oysa, iki grubun da inanç sitemlerinin temel öğeleri İbrani-Arap kültürden alınmışlardır, özünde Türk diline, dinine, kültürüne yabancı öğelerdir, ama artık o değerleri kendimizin değerleri olarak görürüz. Çünkü, her şeyden önce, başkaları tarafından sosyal açıdan belirlenmiş anlamlar bağlamında algılarız. Çünkü, bilinç (farkında olmak) olmadan hatırlamak mümkün değildir. Bu bağlamda, birey açısından bellek kişinin çeşitli grup belleklerine katılımı sonucu oluşan çok katmanlı bir yığışımdır, grup açısından ise bu bir dağılım sonucudur; içinde-yani üyeleri arasında- dağıttığı bir bilgidir. Özetle, toplumlara ait bir bellek yoktur, ama toplumlar üyelerinin belleğini belirler.
Her sosyal düşünce aynı zamanda o toplumun belleğidir. Toplumsal bellek, grubu (toplumu), ‘içinden’ bakıp, geçmişin görüntüsünü tüm kademelerinde hatırlanabilir biçimde yansıtmayı hedefler ve derin değişimleri reddeder. Toplumun kolektif belleği sadece benzerliği ve sürekliliği hedefler. Her ortak bellek zaman ve mekanla sınırlı bir gruba aittir. Toplumsal bellek hem geriye hem ileriye iki yönlü işler; sadece geçmişi kurgulamakla kalmaz, aynı zamanda şimdi ve geleceğin deneyimlerini de organize eder.
Bellek, hatıraların saklanıldığı/korunduğu yerdir. Hatıralar (anılar) ise kaçınılmaz olarak içine girdiğimiz çeşitli grupların düşüncesinden algıladıklarımızdır. Bu nedenle, algılar bireysel, anılar toplumsaldır. Başka bir söylemle, bellek ve hatırlamanın öznesi her zaman tek tek bireylerdir, ama onların anılarını kurgulayan çerçeveye bağımlıdırlar. Bu bağlamada, anılar gerek birey için, gerekse grup için birbirini destekleyen ve belirleyen unsurlardan oluşan sistemlerdir. Bu nedenle, bireysel olanı, çeşitli grupların ortak belleğinin mekanı olarak toplumsal bellekle kurulan benzersiz ilişki ve bu ilişkinin her birinin kendine özgüllüğüdür.
Eğer, kolektif bellek yoksa hatırlama da olmaz. Düşünce ne kadar soyut bir eylem ise, hatırlama o kadar somuttur. Düşünceler belleğin bir parçası olmadan önce bir algılama aşaması yaşanır. Bu işlem, kavram ile görüntünün, ayrılması imkansız bir biçimde birbirinin içinde erimesi ile geçekleşir. Bir gerçeğin bir grubun belleğinde yer etmesi için gerçek belli bir kişi, yer ya da olay biçiminde yaşanması gerekir. Ama öte yandan, bir olayın bir grubun belleğinde kalabilmesi için de anlamlı bir gerçekle zenginleşmesi gerekir. "Her kişilik ve her tarihi olay bu belleğe girişiyle bir ders, bir kavram, bir sembol aktarır; toplumun düşünceler sisteminin bir unsuru haline gelir" Kavramlar ve deneyimler arasındaki bu iletişimden (ilişkiden) "hatırlama figürleri" olarak adlandırılan olgu doğar. Bu figürler zaman ve mekana bağlılık, bir gruba bağlılık ve kendine özgü bir süreç olarak yeniden kurulabilme özelliğidir. İçselleştirilmiş geçmiş anlamında hatırlama, tarihi değil mitsel döneme aittir, çünkü sadece mitsel dönemi oluşma dönemidir, tarihi dönem ise varolanın devamından başka bir şey değildir.
Hatırlama içselleştirilmiş geçmiş öykü biçiminde ortaya çıkar. Kökene ait bu hikayelere “mit “denir. Mitl’er efsanelerin ana damarını oluşturan öykülerdir. Sadece anlamlı geçmiş hatırlanır, sadece hatırlanan geçmiş anlam kazanır. Hatırlamanın, Zamana ve mekana bağlılık, gruba bağlılık ve tarihin yeniden kurulması gibi üç temel figürü vardır.
Zamana ve Mekana Bağlılık:
Hatırlama figürleri belli bir mekanda somutlaştırılmak ve belli bir zamanda güncelleştirilmek isterler, yani coğrafi ya da tarihi anlamda olmasa da her zaman somut bir mekana ve zamana dayanırlar. Ortak belleğin bireylere somut bir dayanak noktası vermesi, ayrışma noktaları yaratır. Hatırlanan içerikler ya çok eski zamanlarda yaşananları veya olağanüstü olaylarla bağlantıları ile ya da hatırlamanın periyodik ritmi sayesinde zamansallık kazanırlar. Örneğin bayramlar, -ait oldukları gruba göre ister dini açıdan, kutlansınlar, ister burjuva ya da köylü geleneklerin gereği olarak isterse de askeri bir takvime bağlı olarak kutlansınlar -ortak yaşanan bir zamanı yansıtırlar. Hatıralar aynı şekilde yaşanan bir mekana dayanırlar. Aile için ev, kırsal kesimde yaşayanlar için köy ve vadi, kentsoylular için kentler ve bir coğrafyada yaşayanlar için o coğrafi bölge mekansal hatırlama çerçevesini oluşturur. Bu bağ, özellikle uzakta iken "vatan" duygusunu veren çerçevedir. Mekana, ben’in çevresindeki, ona ait oları şeyler dünyası, onun "maddi çevresi", benliğinin taşıyıcısı ve destekleyicisi olarak ona ait olan şeyler de dahildir. Yahudileri, 2000 yıldan daha fazla bir süreçte vatanlarından uzakta ve çok farklı, birbirinden çok uzak ülkelerde -toplu öldürülmeleri, kovulmaları, aşağılanmalarına karşın -bir arada tutan ve nihayet 1948’de eski vatanda yeniden bir devlet olarak ortaya çıkaran temel iç dinamik “mekana bağlılık” tır.
Gruba Bağlılık:
Toplumsal bellek, onu taşıyanlarla birlikte vardır ve gelişigüzel devredilemez. Sürece katılanların grup üyeliğinin ispatıdır. Bunun anlamı, toplumsal belleğin sadece gerçek ve yaşayan bir grupla ilişkilendirilebileceğidir. Toplumsal belleğin zaman ve mekan kavramları, söz konusu grubun duygusal ve değerlerle yüklü yaşam bağlamı içindeki iletişim biçimleri ile oluşur. Bunlar toplumsal belleğin içinde, grubun öz imgesi ve hedefleri için anlamlı ve duygu dolu bir vatan ve yaşam öyküsü olarak ortaya çıkar. Kendini ortak anıları olan bir toplum olarak kuran sosyal grup, geçmişini özellikle iki noktada korur: kendine özgülüğü ve sürekliliği. Kendisi hakkında yarattığı bu imge, farklılıkları dışarıya karşı vurgulanırken içeri donuk olarak önemsiz gösterme çabasını içerir. Üstelik "kimlik bilinci zaman içinde gelişir" ve böylece olaylar, bir şeylere karşılık gelme, benzerlik, süreklilik temelinde seçilerek korunur.
Tarihin yeniden kurulması: Toplumsal belleğin gruba özgüllüğü ile yakından ilişkili bir başka önemli özelliği yeniden kurulabilmesidir. Bununla kastedilen, hiçbir belleğin geçmişi olduğu gibi korumasının mümkün olmadığı, aksine ondan geriye ancak "grubun her dönemde kendi bağlamına özgü olarak yeniden kurabildiği biçiminin kalacağıdır. Hatırlamanın saf gerçekliği yoktur. Kısacası bellek yeniden kurma işlemine dayanır. Geçmiş, bellekte olduğu gibi kalmaz. İlerleyen şimdiki zamanın değişken ilişkileri çerçevesinde sürekli olarak yeniden örgütlenir. Yeni olan da, sadece yeniden kurulan geçmiş biçiminde ortaya çıkabilir. Gelenekler yalnızca geleneklerle ve geçmiş yalnızca geçmişle değiştirilebilir. Bu şu demektir: Toplum yeni fikirleri alıp, geçmişin yerine koymaz, sadece geçmişi o zamana kadar etkili olmuş başka gruplardan farklı biçimlerde devralır. Bu bağlamda, aynı zamanda toplumun belleği olmayan hiçbir sosyal düşünce yoktur.
Türk, uyan!
Dr. Sadık Top (Gacceygaripoğlu)
cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır sendpm.gif
www.sivaslilar.net/forum/showthread.php?t=31213
YORUMLAR
Varoluşçuluk felsefesine dayandırılmış ilginç bir yazı... sanırım evvelden de, bir yerlerde, başka bir yazar imzasıyla okumuştum, tabii ki sizin değişik nickler kullanarak başka yerlere üye olmanız kuvvetle muhtemel...Saygıyla
kemnur tarafından 8/18/2014 11:49:31 PM zamanında düzenlenmiştir.
bohun
Zaman ayırıp okumaya değer gördüğpünüz için teşekkür ederim
Bohun ( Cebe, Muhali, Borohul)