Celcius'ta bulunan el yazması
"Kharikles tanrıçaya doğru yürüdü ve onu ıslak dudaklarıyla öpmeye başladı. Uzun süre sarıldı ve kendinden geçti. Tanrıça ile adeta bütünleşmişti..."
Pseudo Lukianas (MS 2. yüzyıl)
...
Bugün büyük gün. Praksiteles aylardır uğraştığı eserini bugün limana bakan agorada halka takdim edecek. Herkes büyük bir merak içinde. Agora’da tam bir festival havası var. Meyveler, lezzetli Kos şarapları, insanı cezbeden Pan flütleri ile sazların sesleri ve defne yaprakları ile arzı endam eden güzeller insanın başını döndürüyordu. Şehrin ününü duyup gelen tüccarlar, gezginler, bilginler de kendilerini bu hayal dahi edemedikleri güzellikteki şehrin büyüsüne kaptırmışlardı.
...
Praksiteles yanında çıraklarıyla beraber üç kişinin güçlükle çektiği dört tekerlekli ve üstü örtülü bir platformu meydana doğru getirdi Liman yolu, sahile inen merdivenler, binaların üstü ve agora hıncahınç insanla doluydu. Tüm kalabalık birden sessizleşip olanları izlemeye başladı. Praksiteles çıraklarıyla küçük bir gösteri takdim etti ve özel bir balkonda oturmakta olan şehrin yöneticisi, asilleri, komutanları ve din adamlarına iki büklüm eğilerek reverans yaptı. Yönetici eliyle işaret ederek Praksiteles’i selamladı. Ardından çıraklar platformun dört tarafına geçerek örtünün iplerini tuttular ve Praksiteles’in işaretiyle örtüyü açtılar. Manzara karşısında halkın kimi şaşkınlıkla, kimi hayranlıkla tepki verdiler. Yönetici de dahil herkes dikkatlice görmek için öne doğru eğilmişlerdi. Askerler gülüşüyor, rahipler ise homurdanıyordu.
Platformun üzerinde duran şey, kaidesiyle birlikte iki metreyi bulan, gerçek boyutlarda saf mermerden pürüzsüzce yontulmuş, tam tepedeki güneşin de etkisiyle göz kamaştıran bir Afrodit heykeliydi. Ancak bu heykel bu güne kadar yapılanlardan farklı olarak çırılçıplaktı. O güne kadar hiç bir tanrı heykeli çıplak yapılmamıştı. Her ne kadar dişi heykellerin tek göğsü açık olsa da bu bereketin sembolü olduğu için normal karşılanıyordu. Ama bu düpedüz farklıydı. Knidos, Praksiteles sayesinde yine bir ilke imza atıyordu. Hakkında çok dedikodu, çok safsata çıksa da yönetici onun tepedeki tapınağın terasına konmasını emretti. Böylelikle şehrin her yerinden hatta uzaktan geçen gemilerden bile farkedilebilecekti.
...
Heykelin ünü kısa sürede Knidos’u aştı. Uzak diyarlardan duyup gelenler, gemilerle şehre yaklaşırken ister ay ışığı olsun, ister güneş ışığı, Afrodit’in her halükarda bir deniz feneri gibi parlayarak göz aldığını söylüyorlardı. Öyle ki hemen dibimizde Rodos limanındaki dev Helios’un heykelini bile gölgede bırakır hale gelmişti. Tabi bu da şehrin zenginleşmesine, ticaretin artmasına neden oldu.
Knidos gerek ekonomik olsun, gerek askeri açıdan olsun altın çağını yaşıyordu. Halk refah içerisinde her türlü zevki, her türlü günahı tatma yarışındaydı. Heykel de tabi bunlardan nasibini alıyordu. İnsanlar heykeli görmeye geldiklerinde adeta büyüleniyorlar ve heykele gerçek bir kadınmışçasına davranıyorlardı. Sarılanlar, öpenler, hatta o kadar fahişenin bolluğunda heykelle cinsel ihtiyacını gidermeye çalışanlar vardı. İnsanlar sapıklıkta sınır tanımıyorlardı. Bu iş bir süre sonra ritüel haline geldi. Böyle bir akıbeti Praksiteles bile tahmin edemezdi. Zaten bir süre sonra bu sapkınlık ona bile çok geldi ve önce Kos’a ardından Korint’e göçtü.
...
Günlerden bir gün şehrin ipek ticaretini elinde bulunduran zengin bir tüccarın oğlu hasta oldu. İlk başta derisinde kahverengi benekler oluşmaya başladı, hastalığın ikinci haftasında genç iyice ateşlenmişti ve delirmiş gibiydi. Gözlerinin içi kıpkırmızıydı ve tıpkı kuduz gibi ağzı köpürüyordu. Şehirdeki tüm hekimler genci incelemişse de bir teşhis koyamadılar. Daha sonra Kos’un ünlü hekimleri geldi. Onlar da bu işin tıpla açıklanamayacağını söylediler. Artık tek açıklama kalmıştı, genç habis ruhların saldırısına uğramıştı. Gencin ailesi ve akrabaları, Helios’a dualar ettiler, adaklar adadılar, paralar dağıttılar ama fayda etmedi. Daha sonra doğudan ve Mısır’dan büyücüler getirdiler, onların da büyüleri nafileydi. Gençten tamamen umudu kesmişlerdi, çünkü artık ağzından köpük yerine kan geliyor ve bir canavar gibi etrafındakilere saldırıyordu. Haftalar sonra genç bağlı olduğu yatağında can çekişerek öldü.
Herkes rahat bir nefes almıştı. Salgın bir hastalık olabileceğini düşündüklerinden kimse gence ve ailesine yaklaşmamıştı. Ama artık tehlike geçmişti. İnsanlar normal hayatlarına döndüler. Ancak şehirden bir kaç gençte ve Suriyeli bir tüccarda da aynı hastalığın baş göstermesiyle korku tüm şehre yangın gibi yayıldı. Sonra üç kişide daha, sonra on kişi, yirmi kişi derken, hastaların sayısı çığ gibi büyüdü. Güvenlik güçleri bir süre sonra hastaların önünü alamaz oldu. Artık ticaret durma noktasına gelmiş, sosyal hayat bitmişti. Herkes şehirden kaçmaya çalışıyordu ancak askerler giriş çıkışları kapatmışlar, şehri adeta açık hava hapishanesine dönüştürmüşlerdi. Zaten şehrin coğrafik yapısından dolayı karadan tek girişi ve limanı vardı. Şehrin yönetici ve ruhban sınıfı evlerinden çıkmıyor, akıbetleri bilinmiyordu. Artık hastaları bağlamak imkansız hale gelmişti ve etrafta başıboş olarak dolaşıyorlar, gördükleri insana saldırıyorlar, ya öldürüyor yahut ciddi şekilde yaralıyorlardı. Yaşananlar tam bir felaketti.
Ben, ailem ve bizim gibi birkaç yahudi aile dışında tüm şehir hastalanmıştı. Herkes tanrıların bir cezası olduğunu söylese de ben ve ailem bu şehrin tanrılarına inanmıyorduk. Ancak hastalığa karşı da bir açıklama bulamıyorduk. Bir süre sonra bizim hastalanmadığımızı farkedenler, hastalığa sebep olarak bizi görmeye başladılar ve bunun bir komplo olduğunu, müsebbibinin de bizim gibiler olduğunu iddia ettiler. Artık iş tehlikeli bir boyuta ulaşmıştı ve acilen buradan kaçmalıydık. Tüm giriş çıkışlar tutulduğundan, bizim gibi hasta olmayan ailelerle gizli bir kaçış planı yaptık. En tahmin etmedikleri yerden kaçacaktık. Yani bir amfitiyatro gibi yamaca yükselen şehrin tepesindeki tapınağın, Afrodit’in bulunduğu kayalıklardan. Başta çok imkansız gibi görünse de, ucuna kemikten yapılmış, çengel bağlanmış halatlarla tırmanabileceğimizi gördük.
Kaçacağımız gece ortalık tam bir savaş alanıydı. Artık hastalanmayan kimse kalmamış gibiydi, sokaklar can çekişen, birbirine saldıran, kan kusan ve kafasını duvarlara vuran insanlarla doluydu. Bize saldıran insanları çoğu kez kendimizden uzaklaştırmak için yaralamak zorunda kalıyorduk. Tepeye ulaşmamız saatlerimizi aldı. Tapınağın yanından geçerken Afrodit’in eski güzelliğinden eser kalmadığını gördüm. Kirlenmiş ve kararmıştı. Bakışları hüzünlü ve kasvetliydi. Bu görüntü beni ürküttü. Büyük güçlüklerle tırmandığımız tepeyi aştığımızda gün doğuyordu.
...
Sanırım burada yaşananlar Tevrat’ta bazı şehirlerin başına gelen felaketlerden biriydi ve ne kadar dindar olmasak da Tanrı bizleri bu felaketten korumuştu. Daha sonraları şehirden çok az kişinin sağ kurtulduğunu ve uzun süre yerleşilmediğini duyduk. Bu olaydan sonra biraz daha dini bütün bir insan olmaya karar verdim. Bu sapkın insanların arasından bizi alnımızın akıyla kurtardığın için sana binlerce şükür Tanrım.
Knidos’lu Jakop.
...
( Bu metin 1890 yılında Efes’teki Celcius Kütüphanesinin harabelerinde bulunmuştur. Otto van Bendorf liderliğindeki arkeoloji ekibi tarafından İbraniceden çevirisi yapılan metnin orijinali halen Berlin Ulusal Müzesinde saklanmaktadır. 1999 metni ve çeviriyi inceleyen bir bilim ekibi, anlatılanlardan yola çıkarak Knidos antik kantinde bir araştırma yaptılar ve bahsi geçen Afrodit heykelini yerinde bulamadılar. Bu olaydan beş yıl sonra İstanbul’da tarihi yarımadadaki bir kazıda ortaya çıkan ilk çıplak Afrodit heykeli üzerinde yapılan araştırma sonucu, tarihi metinde bahsedilen hastalığa heykelin üzerinde üreyen bir tür mantarın sebep olduğu anlaşıldı. Büyük ihtimalle Yahudiler heykele hiç dokunmadıkları için hasta olmadan kurtulmuşlardı. İlk hasta olanlarsa heykele dokunmakla kalmayan insanlardı .)
YORUMLAR
Her öykünüz farklı bir boyut. Samimiyetle kutluyorum. Kültür birikiminiz de ayrıca hayranlık uyandırıcı. Tebrikler .
grafspee
Yazıyı nerden tutsam elimde kalır !? Hayır,hayır böyle demek istemedim aslında demek istediğim içinde ne kadar subliminal mesaj gizli olduğuydu :) Sapkınlıkları nedeniyle felakete uğrayıp yok olan kavimleremi uğramadık, kutsal kitaplara sağır ve dilsiz kalanların akıbetlerinemi tanık olmadık,kadim zamanların bilim sanat öncüsü olmuş milletlerin arka bahçelerindeki hayatlarının trajedisiyle kimlere hayran oluyoruzu mu sorgulamadık,kadim zaman illetlerinden cüzzam ile günümüz fantastik dünyasındaki zombileremi uzanmadık ve daha bir çok detay ince ince işlenmiş sonunda gereken mesaj verilmiş,eline sağlık Fatih kalemin her geçen gün daha bir parlıyor.
Çok farklı bir yazıydı...
O özgün çizgiyi kaybetmediniz.
Nedendir bilmiyorum okuyunca Metin Kaçan'ın yazdığı bir yazı geldi aklıma. Alakasız galiba ama o geldi :)
Bir de üniversitede bir hocam vardı uygarlık tarihini öyle bir anlatırdı ki dinlememek mümkün değildi. Kulakları çınlasın hazır anmışken.
Ellerinize sağlık,
Sevgiyle kalın.
grafspee
Sihirli Kalem
Hep yazın lütfen.
grafspee
Agora'nın kapılarını arşınlayan ayaklar, bir şeyin ezberini yasamakla bozdular... Şehre bir tanrı girdi. Agora şehri tanrının gözlerini üzerlerinde , ilk kurbanından sonra fark etti. Tanrı bu şehri mi çok sevdi, yoksa kendini mi agoraya sevdirdi ?
Mutlak bir haz duygusu ,insanı mutlaka köleleştirecek. Haz bitince tanrının gözleri fark edilir.
Işte tam o sırada hikaye başlar....Çünkü insanoğlu göç yollarına düşmüştür.
İnsan kendine yenilince, çoğrafya bile aklanmamıza yetmiyor. Göç kurtuluş sanılıyor. Ne kadar çok tanrı, o kadar temizlik. Tanrıları rutin hayatımıza, bir insan gibi dahil edersek; belki kirlenme daha da güçleşecek.
Agorada kim bilir kimler ,hangi suçlarından ötürü öldü. Afrodit bundan dolayı hala suçlu ve hala tanrı !
Oysa
Tanrı bütün her şeyin suçlusu ! (değil mi ) ?
Saygılar, Sevgiler Değerli Dostuma.
grafspee
Ben de son paragraftaki gibi düşünmüştüm okurken, yâni heykelden kaynaklandığını düşünmüştüm yalnızca. Bâzı insanlar iyi şeyler hayâl ederek yaptıklarının sonradan insanları facia eşiğine sürüklediklerini gördüklerinde neden böyle göç ederler anlamam.. Ve pişman da olurlar. Sonra da kıyamet dedikleri şey nasıl oluyor neye benziyor acaba, demek gülünç durmuyor mu deyi düşünürüm..
Yine güzel bir öyküydü. Barbarların çirkinliklerini okumak beni bâzen.. Sinirlerim yıpranıyor. Yine de iyi bir yazım diliydi, üzerinde durmamı engelledi..
Her hikâyenizin bekleyen okurları olduğunu unutmayınız lütfen..
Teşekkürler.
grafspee
iyilikten maraz doğar lafı belki bu durumları da anlatıyordur.
teşekkür ediyorum katkınız için, beğenmenize sevindim.