Rüsvan
Damlayan musluklar, tutku osurukları ve patlak lastikler ölümden daha hüzün vericidir - Bukowski
Komşumu öldürdüğüm ve tüm kanıtlar benim katil olduğumu gösterdiği halde kimse benden kuşkulanmadı. Ölü adamın karısını saatlerce sorgulayan polis cinayetin işlendiği yan dairede kalan bana tek soru dahi sormadı ve cinayeti işledikten sonra şuan oturmakta olduğum koltuğa taşıdığım yaşlı gövdem bir an bile vicdan azabıyla titremedi.
Her şey gerçek dünyadakinden farklı gelişiyordu.
Sesler ve karanlık uyumlu bir ikili olmuştur benim için. Zaman geçtikçe adeta bir tül gibi nesneleşen karanlığın üzerime örtünüşüyle sokakta belirsiz canlılarca yaratılan seslerin ruhumda oluşturduğu huzur birleştiğinde hayat ve hayata dair tüm renkli duygular etrafımı sarar. Bu paha biçilmezdir, sizin düşleyebildiğiniz tüm cennetsi hayallerinizden daha şatafatlı olduğunu iddia edebilirim. Bir kere karanlık soğuk değildir ve onun kötü bir kokusu yoktur. Hayatın, maddenin ve daha çok çevremizin gerçek yüzünü görmemizi sağladığı için karanlığa duyduğum şükranı ne kadar dillendirsem az gelir. Zaten hayat yalnızca duyuları körelterek dolu dolu yaşanabilir. Gecenin ortasında beliren bir haykırışın, artık yaşamayan komşumun önceleri duyulan öksürük sesleri ve sinirli homurtuları, köşeyi dönen aracın acı fren sesi, yolu adımlayan insanların kargaşa dolu ayak sesleri ve yerkürenin çıkartabileceği tüm sesler evrensel bir anlam taşımaktan ölesiye uzaktı ben karanlığı bir giysi gibi üzerime örttüğümden beri. Ayrıca kaynağından koptuğunda horizonlar çizerek kulak zarıma çarpan o anlamsız dalgaları ben duymuyor aslında görüyorum. Ah hakikat denen o zırva kelime..Ses dalgalarını gözlerimizle duysaydık rahatsız olmaz kulağımız maddenin titreşimlerini beynimize anlamlı bir görüntü olarak sunsaydı asla yanılmazdık değil mi? Ancak hayat canlıyı diri tutmak için ona acıyı vermiş. Popomuzun üzerine otururken bile hissettiğimiz can sıkıcı sızı bizi hayatta tutar. Henüz küçük bir kızken yaşamın düşlerimizin bir kopyası olduğunu bilmezdim ama gözlerimin beni yanılttığını çok önceleri fark ettim. Sayısız frekansa sahip bir radyonun tek ve zayıf kanalına adapte olduğumuzu anladığımda her şey için geç değildi. Benim için hayat yeni başlıyordu. Satranç kareleri üzerinde dilediğince gezinen taşların sahip olduğu hamle özgürlüğünden daha fazla gizem ve seçenek taşıyan hayatı bir ceviz kabuğuna sığdırmam gerekliydi. Bir kez daha; Hayat yalnızca duyuları körelterek yaşanabilirdi. Odamda karanlığın en dibinde ve yalnızlığın uyuşturucu sessizliğinde dolu dolu yaşadım hayatımı. Aklımın köşesinde, odamda oturmakla güneş ışığının kumları parlattığı, masmavi denizin ufka büyülü bir şeffaf sınır çizdiği bir cennet adasında sıcak kumlara yatmak arasında bir fark olmadığı düşüncesi olmasaydı elbette delirirdim ve belki komşumu öldürmeye bile kalkardım. Ha ha! Sadece bir şakaydı.
Kendimi evime, küçük daireme kapattığım uzun yıllar boyunca- dünyayı sadece aklımdaki gözle algılamak zor gelmişti-sadece kitap okudum. Duyduğum seslere, gördüğüm objelere itibar etmemem gerektiğini biliyor ancak alıştığım hayatı, dünyanın zihnime kazınmış aldatıcı görüntüsünü içimden söküp atamıyordum. Öyle ya, ben yaşamı gördüğüm şekilde algılayacak donanımlarla birlikte hayat sahnesine çıkmıştım. (Zincirlerimizi kırmak bazen çok güç oluyor.) Gel gelelim uzun bir süre evrendeki tüm kitapları okudum. Kitaplar bana aklımın merkezinde bulunan keskin gözün kapaklarını açmamda yardımcı oldular. Okumaya karşı bir açlık hissetmiyordum ancak dünyayı yalın bir halde görebileceğim düşüncesine yardımcı olduğunu anladığım için sapkın derecesinde okudum. Odamda elektrik olmadığı için mum ışığında gün boyu okurdum. İlgimin yoğunlaştığı kitaplar dışında hor görülmüş ve bir kenara itilmiş o can sıkıcı kitapları da okudum. Yaşadığımız âlemin gizlice çekilmiş mahrem fotoğrafını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermek isteyen popüler bilimi de, bilim felsefesi içerikli binlerce kitabı da okudum. Gözleri, görüşünü engelleyen dünya yaşamının daha ilerisine, derinliklerine bir anlığına bakmış ve gördüğü gerçekle ilgili ufak bir anı parçasını sayfaları arasına iliştirmiş olduğunu umut ettiğim tüm can sıkıcı yazarların yüzlerce sayfalık romanlarını da okudum. Ayağımı kanepenin bir köşesinden sallandırıp saatlerce sürdürdüğüm okuma vakitlerinde hayata çağıran dışarıdaki sesler, akıp giden yaşamın tüm belirtileri bana okumaktan daha cazip gelmezdi hiç. Yine de çok sevdiğim bilimsel bir kitabın beni heyecanlandıran kelimeleri arasında kaybolmuşken dışarıda iki kişinin konuşmasını ister istemez algılardı beynim. İki kişinin kısa konuşmasından onların tüm yaşayışını, alışkanlıklarını, hayata dair düşüncelerini ve umutlarını kolaylıkla sezinlerken ben, ilgimin okuduğum kitaba olan bağlı kısmı da hayatın insanı içine alan tehlikeli bir yanının olduğunu hatırlatırdı bana. Bu hatırlatmaların hepsinde aklımdan geçen, benim insanların bulunduğu yerlerde yaşamaya adapte olamamış bir deli olduğum ve hayatımın sıkıcılığına yaşayamadığım şeyleri kitaplarda bularak katlandığım düşüncesiydi.
Tüm açıklamalarıma rağmen odamdan dışarı çıkmaktaki isteksizliğim size garip gelebilir. Komşumu öldürmem gibi bu davranışımın da garip olmadığını söyleyeceğim. Adım sizi ilgilendirmez.
Her kadın gibi diğer kadınları çok iyi anlar ve içimde hissederim. Çok önceleri oturduğum koltuğun karşısındaki duvarın ötesinde yaşayan öldürdüğüm komşumun karısını da sadece seslerinden çok iyi anlardım. Bir keresinde, sessizliğin en alçak sesleri belirginleştirdiği bir anda komşum karısını öylesine üzmüştü ki oturduğum karanlığın içinde kadının kırgınlığını yüreğimin derinliklerinde çok canlı bir şekilde hissettim. O yıllar yeni evliydiler. Evli çiftin ilk günlerinde bolca seviştiği, sevgi dolu sözlerin kulağıma kadar geldiği hayatta az rastlanan anların içindeydiler. Koca, maskesini bir anlığına çıkarmış ve anlayamadığım bir sebepten dolayı karısına küfürler etmişti. Küfürlere karşılık işittiğim korkunç sessizliğin tek bir anlamı olduğunu canım acıyarak fark ettim: hayal kırıklığı! Kadın evlendiği adama karşılık vermemişti. Hayır, korktuğu için değildi bu suskunluğu. Kocasına âşık her kadının aynı durumda yaşayacağı bir yıkım, içsel bir kıyametti sadece. Kadının kalbinin merkezindeki yıllarca, sabırla üst üste koyulmuş, hayatın tüm olumlu duygularıyla örülmüş sağlam yapının gürültüyle devrildiğini işitir gibi olmuştum. Ah bu ne büyük bir terk ediliştir, ne acı kahroluştur bilemezsiniz. (siz erkeklere sesleniyorum ) Çok değer verdiği, hayatının sonuna kadar birlikte yaşamayı planladığı birinden aşağılık küfürler işitince bir kadın, yaşaması muhtemel diğer fiziksel ve duygusal hiçbir acıya benzemeyen garip bir acı hisseder.
Tabi sonraları kadının da gür sesi duyulmaya başladı. Kadındaki bu değişim öncekilere oranla daha fazla haksızlık görmesine neden oldu. Aylar geçtikçe kırgınlık yerine öfke sessizliği tüm odamı sarmıştı. Kadının öfkeli sessizliği ben de iğrenç bir duygu uyandırmıştı. Tüm hayat görüşümü etkileyen bu yapış yapış duygudan kurtulmalıydım.
Uzun zaman sonra odamdan çıktığımda aydınlık hayatın ne denli aldatıcı olduğunu bir kez daha görmüştüm. Bir pazar günüydü, kadının pazar günleri kocasını bırakıp alt komşuya gitme alışkanlığı vardı. Kocası evde yalnızdı. İçeri sızmam zor olmadı. Kapıyı asla kilitlemezlerdi. (Gereksiz bir özgüven..) Koca benim gibi perdelerin ardında, karanlığın içinde çırılçıplak oturuyordu. Kıllarla çevrili organı yuvadaki boynu bükük yavru kuşu andırıyordu. ( çıplak birini gören çoğu insanda olduğu gibi benim de gözlerim ister istemez ilk başta, normalde göremeyeceğim yerlere kaymıştı ) Onu bu durumda görünce öldürmekten vazgeçmek istedim ancak elimdeki bıçak kendiliğinden hareket ediyor gibiydi. Kocayı, öldüreceğinden emin olduğum darbelerle yaralamadan önce bir kez daha kararsızlık geçirdim. Adam bana öyle bir ifadeyle bakıyordu ki yüzündeki anlamı çözemediğimi fark ettim. Hayalet mi görmüştü, çok mu şaşırmıştı, korku dolu gözlerle mi bakıyordu? Hayır, hiç biri değildi.
Bıçağım havada kusursuz bir yay çizdi..!
Ağzımızdan tutamadığımız ve muhatabını kedere boğan kelimeler çıkar bazen. (genelde kavga anlarında, belki hiçbir sorun olmadığı halde muhabbet aralarında ve seyrek olarak farkında olmadan bir mutluluk anında) Hemen ardından derin bir pişmanlığın belirtileri yükselmeye başlar ‘ruhum’ dediğimiz o dipsiz kuyudan. Kafamız sert bir yere çarptığında hissettiğimiz acıdan önce beynimizin içinde çakan o yıldırım güzel kafamızın dertte olduğunu hatırlatırken ruhumuzun dipsiz kuyusundan bir hayalet gibi süzülen o hüzünlü duygu da aynı karaktere sahiptir aslında. Çok sevilen bir eşyanın elimizden kayarak kırılacağını belli eden bir kırılganlıkla sert zemine doğru ağır çekimde yol alışı, son anda fark ettiğimiz ancak artık çok geç olduğu için yaptığımızı izlemek zorunda kaldığımız saniyenin çokazdabirbölümü tutarındaki anlarda ayağımızla karınca, kurbağa, böcek ezişimiz, yolun en belirgin noktasındaki bir boka basışımız, cemaat duygusunun yoğun olduğu topluluklarda ilginç bir şekilde tökezleyişimiz ve hepsi, aynı dipsiz kuyudan çıkan ancak farklı kokulara sahip duyguları doğuruyordu. Kocanın boğazına doğru ilerleyen bıçağımın ortaya çıkaracağı sonuçlara karşı içimde aynı renkte bir duygunun belirmesine şaşırmıştım. Hata mı ediyordum?
İlk başta boğazından kan akmadı ancak bir süre sonra her yer kırmızıya bulandı.
Benim gibi hayattan aldığınız zevkler aynı mekân ve zamanda yaşadığınız insanlara uymuyor, genel kabul görmüş toplumsal eğilimlerden ister istemez uzak duruyor ve binlerce insanla birlikte aynı anda şehrin havasını solumak hoşunuza gitmiyorsa çağın gerisinde kalmış biri değil aksine bulunduğunuz basit zamana sıkışmış geleceğin insanısınızdır. Geleceğin insanı her zaman düşsel olarak gelecekte yaşadığı için bedeniyle aynı mekânı paylaştığı insanlara tarihin ibretlik bir olayı, çokça anlatılan menkıbesi, tozlu yankısı gözüyle bakar ancak sözde çağdaş kişi geleceğin insanını asla anlayamaz. Bizim gibiler deli ve anlaşılmaz olarak nitelendirilir. Bu farkı yaratan tabi ki anlayışsızlıktır. Beyninde temelini attığı kendi zamanının düşünce tuğlaları sağlam ve devasa bir yapı oluşturur ana sıkışmış insanlarda. İnançları ve beklentileri geçmişin izleriyle şekillenmiştir. Cemaat olarak geleceğin insanını şaşırtan eylemler sergilerler ancak yaptıklarına asla şaşırmaz, içinde bulundukları yanılgı batağına daha fazla gömülürler.
Geceleri, dışarıdan daha karanlık olan odamın penceresinden hayatı izlerim bazen. Amaçsız adımlarla kaldırımlarda yürüyen köpeklere gösterdiğim ilgiyi soğuk kış gecesinde paltosunun yakasını kaldırmış, elleri ceplerinde bir yerlere yetişen yalnız adamlara da gösteririm. Kadınlara bir ilgi göstermeme gerek kalmaz çünkü gece karanlığında yalnız yürüyen bir kadından daha ilgi çekici olan şey ben pencereden dışarıyı izlerken sadece benim şahit olduğum esrarlı bir cinayet görüntüleri olabilir. Gerçekte sokakta gün boyu hafif trafik kazaları ve dalgın, umursamaz şoförler tarafından ezilen köpekler dışında enteresan bir gelişme olmaz. Dünyanın en sıkıcı eylemidir pencereden bakmak. Benim gibi hayatın kıyısında kalmış insanları uyuşmuş adrenalin salgılayan yerlerinin çalışabileceğini düşünmeye ittiği için duyulan bir ihtiyaçtır sadece. Karşı apartmanda örtülü perdelerin arkasında yaşayan ailelerin akla gelebilecek yaşam davranışlarına duyulan merak pencereden bakmayı anlamlı kılar. Gecenin ilerleyen saatlerinde içerden kışkırtıcı bir kızıl ışığın perdeye yansıdığı dairelerde çiftler heyecanlı bir sevişme macerasıyla tüm âlemi unutmuş olarak yatağı zıplatırlardı ve bu sevişmenin ayrıntılarını pencere önü mahkûmu bir zavallı aklında kurarak dayanılmaz olan yalnızlığın etkisini geçirebilirdi. Gün içinde balkona çıkıp odaların karanlığına karışan ev kadınları, perdenin altından haylaz kellesi gözüken ve nereye ne için baktığı bir yetişkin tarafından asla anlaşılmayan çocuklar, pencerede bir an belirip hüzünle ufka bakan genç kızlar, balkondan aşağıya seslenenler, pencere önü mahkûmlarını hiç fark etmezlerdi. Beni sıradan bir pencere önü mahkûmu sanmayın sakın. Kirli penceremin ardından sokağa, geçen arabalara, adımları birbirine karışan insanlara baktıkça uzak ülkelerde farklı bir gerçekliğe sahip âlemlerin canlılarını görür, kimsenin kimseden beklemeyi dahi tasarlayamayacağı bir tefekkürle yaşamın nabzını kendi vücudumda hissederim.
Az önce yemek yediği için karnı tok televizyona dalmış vatandaşımızın hiç aklına getirmediği ve hayalini bile göremeyeceği canlıların açlık yüzünden maddi mekânda birbirine kurdukları tuzaklar, avdan kaçan avın hissettiği umutsuz korku, annesi tarafından yenilen mahlûkun şaşkınlığı bir bir gözümün önüne gelir. Genç bedeninde herhangi bir aksaklık ve tahribat olmadığı için acının doğaya ve canlılara şekil verdiğini düşünemeyen televizyon başındaki aynı gafil vatandaşımız acı hakkında tek bir fikre sahiptir; acı tanrı denen doğaüstü varlık tarafından ahlaki davranışlarımızı yönlendirmeye ve ödüllendirmeye yarayan aç-kapat düğmesinin daha önceden belirlenmiş ilahi bir sonucudur. Kanal değiştirmek için televizyonun kumandasına her basışında dünyanın bir yerlerinde biri tarafından öldürülen birilerinin hissettiği acının hiç de farkında olmaz. Sürü halindeki vahşi kedilerin yığınla keskin diş ve yırtıcı pençe oluşturarak parçaladığı toynaklı bir avın parçalanırken hissettiği çaresiz korkuyu gölgede bırakan o dehşet acıyı sanıyorum ki sadece ben algılayabiliyorum. Canını dişine takıp kaçan, buna rağmen yakalanan yavru bir ceylanın kemiklerine kadar kendisini yemeyi planlayan avına gösterdiği anne şefkatinin nedeni; koşmaktan oksijensiz kalan vücudunun doğal bir reaksiyonu olduğunu yine sadece ben biliyorum. Acının tamamladığımız evrimin vazgeçilmez bir unsuru olduğunu, acı olmadan hayatın da olamayacağını sadece ben değil tüm biyologlar da biliyor.
2. bölüm gibi bir şey
Otuzlu yaşlarıma kadar annemle aynı evde ancak kendi odamın sessiz yalnızlığında kitaplara gömülür, şehrin seslerini dinleyerek sadece okurdum. Atomun yapısını, hayatı gördüğümüz şekliyle oluşturan gizli kuralları, maddenin işleyişini, tanrının varlığı hakkında yazılmış teorileri büyük bir haz ve heyecanla zihnime kazırdım. Yıllar sonra zihnimin karanlığını aydınlatan depoladığım bilgi yığınları arasından aklıma yatkın olanlarıyla kusursuz bir yaşam teorisi, neden var olduğumuza dair karmaşık bir açıklama oluşturdum. Annem benim gibi yalnız bir kadındı ancak benden farklı olarak yaşadığı mekânı ve hayatı vazgeçilemez gerçeklik olarak kabul ettiği için fazla acı çekti. Günlük ev işleri, çalıştığı restoranda yıkadığı sayısız bulaşıklar, ödemekte zorlandığı faturalar ve koyu bir yalnızlık yüzünden mutsuz oluyor, devamlı hissettiği mutsuzluk yüzünden asabi bir yapıya bürünüyordu. Odamda oturup okuduğum sürece onun hayata kızgınlığının hedefi olmazdım. Yine de uzun periyotlarla (belki ayda bir) kapısını araladığı odamın içine beni ürküten bakışlar atar ve şuna benzer kelimeler kullanırdı;
“ Neden diğer kızlar gibi bir işte çalışmayı denemiyorsun? Belki kendine bir de koca bulursun!”
Bir erkekle normal kızların yaptığı gibi ilişki yaşamadığım için değil, onun yalnızlık okyanusunda boğulmadan ayakta kalmak için verdiği hüzünlü savaşı görmezden geldiğim için bana kızdığını anlardım. Yine de annem hiçbir zaman beni çalışma konusunda zorlamadı. Bunun nedeni az masraflı, berbat görünüşlü, çalışmaya elverişsiz karakterli biri olduğumu bilmesiydi. Bedenimin bir erkek dokunuşuna ihtiyacı vardı. Cinsel bir ilişki yaşama düşüncesi kasıklarımda hoş bir sızıya neden olsa bile itinayla sınırlarını daralttığım kendi dünyamın dışında kalan yerlerde gerçekleşen sayısız birleşmenin kahramanı genç kızlar kadar kendimi çekici bulmuyordum. Zayıf bedenim, ufak göğüslerim, erkeksi kalçalarım ve devamlı şaşkın bakan siyah gözlerim her çirkinde olduğu gibi bende güzel olduğum yanılsaması uyandırmıyor aksine bir erkeğin böyle bir bedene sahip bir kızla yatmasının ancak uzun yıllar mahsur kaldığı yalnızlık adasından kurtuluşunda gördüğü ilk kadın olursa gerçekleşebileceğini çok iyi biliyordum. Her şeye rağmen tanrı insanları çift olarak yaratmıştı ve kendime bir eş bulabileceğim ihtimali konusunda hiç ümitsizliğe kapılmadım. Benden hoşlanacak bir erkeğin kendimi emin hissedeceğim bir olasılıkla benden daha biçare görünüşlü olacağını sezdiğim, hayatıma ruhumu ele geçirebilecek kadar etkileyici biri olmadan kimseyi sokmayı istemediğim için ilişkilerden uzak durdum. Böylece erkekler imgelerimde dişleri üst üste geçmiş, kilolu, itici ve bön yaratıklar olarak yerlerini aldılar.
Kadınsı bir ihtiyaç ve arzuyu tatmine yönelik bir cinsel yakınlaşma yaşamadığım gibi bu konuda çok büyük bir eksiklik de hissetmedim. Annem ise kasıklarındaki sızıyı önemsiyor ve haftada bir sızılarını dindirmesine yardımcı olacak faaliyetlerde bulunuyordu. Annemle imgelerimdeki erkeklere benzeyen adamların birleşmelerinin her defasında inilti ve haz çığlıklarını işitmeme rağmen onlar benim evde olduğumu unuturdu. Aynı annemle yatan bu adamların kısa sürede annemi unutmaları gibi. Okuduğum romanların yazarlarının seslerinin arasına annemin çığlıkları karıştığında romanın bana anlatmak istediği kelimeler gerçek anlamlarını kaybederdi. Böyle anlarda içimde kızgınlık hisseder, su içmek ya da lavaboya uğramak için dışarı çıktığımda annemle adamın sevişmelerini aniden kestiklerini görürdüm. Beni görünce annemin gözlerindeki şehvetten büyümüş gözleri mağlup bir savaşçının utancıyla kısılırdı. Karpuz gibi meydana serilmiş popolar telaşla örtülürken akıllarındaki yaptıklarının çok doğal bir eylem olduğu düşüncesinin gergin vücutlarını yatıştırdığını bilirdim. Ancak benim heyecanlanmama ve bir keşif yapmış mucit kadar mutlu olmama neden olan ise, sık tekrarlanmadığı için annemden uyarı almadığım böyle anlarda, telaşlı toparlanma sonlarında, erkeklerin sevişmelerini bölenin bir kadın olduğu gerçeğiyle gözlerinin bir anda yaptıkları eylemden daha çok şehvetle baktığını fark etmem ve bu şehvetli arayışın benim kadınsılıktan uzak görünüşüm yüzünden yok olmasıydı. Annemin ilişkilerinin özelliğini belirleyen genel hatlar ahlaksız bir kadının bilincinde depoladığı ve topluma yansıtmaya çekineceği motiflerle örülüydü. İlişkilerinin meydana gelmesindeki temel unsur kasık ağrıları olduğu için hayvansı bir yan vardı bunda. Nefes alan her şeyle ilişkiye girebileceğini kanıtlamayı ister gibi restoranda ayarttığı erkek canlılarını, ortalama haftada bir eve çekmesi yalnız olan annem için utanç verici bir şey değil sadece düşünceleriyle, bilinçaltında sakladığı hayallerle baş başa kalması demekti. Onun isteklerine sahip pek çok kadının annemin yaşadığı yalnızlığa uzak olması, toplumla karşı karşıya gelebileceği için isteklerini derinlerde tutmayı öğrenmesine neden olmuştu.
Babam ben daha çok küçükken öldü, dememi beklemeyin. Babam sıradan bir insanın kötü biri diye nitelendireceği benim ise hakkında daha derin analizlerimin bulunduğu bir canlıydı. Onu algılarımızın dışında kalan geniş ve gerçek hayata değil de gerçek sandığımız ve kısıtlı algılarımızla algılıyormuş gibi yaptığımız bu sahteliğe ustalıkla uyum sağladığı için severdim. Hayata uyum sağlama konusunda doğuştan gelen bir yeteneği vardı. O bu yeteneğini yılların tecrübesine sahip bilge bir kişi gibi ancak doğaçlama kullanırken ona karşı bir hayranlık duyardım. Her gün saatlerce başım ağrıyana, gözlerim şişene kadar okuyarak, yıllarca kitabın yazılarını daha iyi görme amacıyla iki büklüm baktığım için sırtımda oluşan kambura, bulanık gören gözlerime rağmen aldırmadan, inatla, yan yana dizilmiş kelimeleri iç sesimle tekrarlayarak edindiğim tüm tecrübeyi sevgili babam hiçbir çaba göstermeden uygulardı. Alınacak ders: Eğer insan doğru kararlar vermek istiyorsa duygularına esir olmaması gerekir. Annemle yaptığı kavgalarda, başına gelen talihsiz olaylarda ve bizi mutsuzluğa, derin bir kedere sürükleyecek tüm olumsuz durumlarda onun istifini bozduğunu hiç görmezdim, sanki kötü durumlar bir ok gibi ilerlerken onun sert tenine çarpıp içine işlemezdi. Gamsız değildi ancak sokak ortasında arabanın çarptığı ve diğer arabaların da üzerinden teker teker geçtiği için pöstekiye dönen o köpeklere acımazdı. Annemin kendisini aldattığını bildiği halde habersiz gibi davranır, alacağı intikamı değil de annemi işine yarayacak en uygun zamanda terk etmenin planlarını kurardı. Onurumuz kırıldığı, utançtan yüzümüzün kızardığı o anlarda babamın öyle bir ifadesi olurdu ki insanı etkileyen tüm duyguların onun kalkanından içeriye giremediğini hayranlıkla fark ederdim. Okula gittiğim yıllarda benimle dalga geçen arkadaşlarımın kahkahalarını körükleyen, onları eğlenceli ve mantıklı bir şaka yaptıklarına inandıran şey benim dalgalar karşısında etkilenmiş, hüzünlü, alık halimdi. Babamda ise kimse iyiden iyiye dalga geçildiği hissini uyandıramazdı. Taşı gediğine oturtan tüm cevaplar, zekice hazırlanmış saldırgan espriler, toplum içinde aşağılamaya yönelik kurulmuş akıllı cümleler; söz konusu babam olunca amacına ulaşamazdı. Başım benimle alay edenler yüzünden sıkıştığı anlarda onun gibi söz geçirmez biri olmaya çalışır ancak ne kadar uğraşsam da dalga yüklü kelimelerin ruhumda ve bunun sonucu olarak davranışlarımda belirgin etkiler yaratmasına engel olamazdım. (annemin aldatışlarına örnek olarak şu olayı anlatabilirim……..;)
Babam kendine daha sadık bir sevgili bulunca annemi terk etti. Babamı her fırsatta aldatan annemin babamın başka bir kadınla kayıplara karışmasına karşılık gösterdiği aşırı duygusal davranışları, onuru kırılmış vefakâr kadın tavırları beni çok şaşırtmıştı. Anemin vicdanını rahatlatması gerektiğini düşündüğüm bu olay da haksızlığa uğramış insan görünümüne bürünmesi aklımda birkaç düşünceyi doğurdu. 1. Annem insancıl bir duyguyla, aldatılmanın onuru kıran tarafını hissetmişti. 2. Aldatsa bile babamın tüm ihtiyaçlarını karşıladığı için haksızlığa uğramıştı 3. Aldatılan kişinin hislerini daha iyi anladığı için gerçekleri kabullenememekle suçluluk duygusu arasında gidip gelmişti. Annemi iyi tanıdığım için hissedeceği hiçbir suçluluk duygusunun onu yapacaklarından alı koymayacağını iyi bilirdim. Genlerinde baskın çıkmış bir karakterin peşinden gitmek dışında yapacak bir şeyi yoktu. Kimileri kötülük ve bağımlılığa aşina doğar.
3. Bölüm
Kitaplar uzun süre en yakınım oldular. Annem dünyadaki görevini tamamlayıp kokainden öldüğünde kitaplara olan ilgimde azalma oldu. İçinde engin okyanusları çağrıştıran bilgi dalgalarını vurgulayan sayfalardaki yazılar, sayfaların kokusu, öğrenme isteği beni kitaplarla bütünleştiren nedenlerdi. Daha önce okumadığım bir kitabı elime aldığımda içimde hissettiğim okuma isteğinin yerini bıktırıcı bir bezginliğin aldığını görünce; yeni ruh halimin annem öldüğü için mi yoksa artık yeterince okuduğum için mi oluştuğunu anlayamadım. Beni okumaya itenin anemin can sıkıcı varlığı olduğu düşüncesi beni dehşete düşürdü. Belki tamamen yalnız kalınca insan okuyamıyordu, belki kitapların bana öğretecek bir şeyi kalmamıştı. Neden her ne olursa olsun, artık okumayacağımı önümde farklı bir hayatın kapılarının açıldığını anlamıştım.
İlk cinayetimi annemin ölümünden bir yıl sonra karlı bir kış günü işledim. Gerçekte bu bir cinayet değildi, bu ismi siz okurlar ve geriye kalan kanun adamları duymak istiyor olabilirsiniz ancak birinin hayatına son vermek her zaman cinayet olarak adlandırılamaz. İnsana verilen değer, doğanın anlamlı bir düzeneğe sahip işleyişi hakkındaki yanılsamalarımız bize birinin yaşam çizgisini yok etmenin yanlış olduğunu düşündürür. Gerçekte yaşamayı çok az kişi hak eder. Aklın almakta zorlandığı, dallara ayrılarak günümüze gelen evrimin insan türünde zirveye taşıdığı akıl, doğal seçilimin etkisini ortadan kaldırdığından bu yana etrafta gereksiz genler dolaşıp durmaktadır. Vahşi yaşamın bir bütünü tamamlayan doğal canlılarının aksine insan dış etkilerin şekillendirdiği canlı olmaktan çıkmış, yaşadığı mekâna şekil veren rahatsız bir varlığa dönüşmüştür. Evrensel bir amaç ve beynimizdeki nöronların belirlediği ahlaki yargılarımızın yuvarlak kafamızın yarıçapından ziyade bir gerçekliği olmadığından ötürü- tüm refahın bireyselliğe çekilebileceği felsefelerin kokuşmuşluğunu da unutmayalım – öldürmek bir sanattır diyebiliriz. Ancak sinirlerimizin hatırlattığı acı hissi, tüm şartlanmalardan sıyrılmış ve öldürmek için gerekli ruhsal donanımları sağlamış birine öldürmenin iğrenç bir eylem olduğunu düşündürebilir. Bir insanın gövdesine bıçak sokmak zordur, kırmızı kan baş döndürür. Anlamlı bir bütün olarak görmeye alıştığımız kol ve bacakların, göz ve kulakların öldürme işlemi sonrasında anlamsız parçalara bölünmesi hayatın garip tarafını tüm yalınlığıyla ortaya serdiği için katilde geri çekilme eğilimi doğurabilir. Nihayetinde herkes katil doğmaz ve normal hayatta kimse mutlulukla cinayet işlemez. Buna rağmen geçirdiği duygusal buhran sonucu (cinnet) aklı karışan kişi doğanın yetirdiği en iyi katildir. Aç bir aslanla kıskanç bir kocanın öldürme girişimi çok ayrı amaçlara hizmet etse de meydana gelen olay tam bir şaheserdir. Bir insanın aklını kaçırdığında işlediği cinayet evrende gözlemleyebileceğimiz tek anlamlı girişimdir. Hayatta pek çok şeyi yüzüne gözüne bulaştıran, başarısızlıkla dolu geçmişini tecrübe alma umuduyla gözden geçiren birey, cinnet anında, elindeki baltayı doğduğu günden beri aynı işi yapıyormuşçasına kurbanının kafasının merkezine saplayabilir. Öldürmenin bilgeliğini tatmış katil kurbanına tek kurşun sıkmaz, şarjörü boşaltır. En yaratıcı cinayetlerin cinnet anında meydana geldiği gerçeği gözden kaçırılacak bir tesadüf değildir. Karıncayı incitmekten çekinen, bedenindeki ufak bir sıyrık yüzünden telaşa kapılan çoğu insan sinirleri zıpladığında elindeki bıçakla enine bir yarık açtığı kurbanının karnından sarkan bağırsakları izlemekten keyif alıyor gibi gözükecektir. Tüm bu saydıklarım öldürmenin gerekliliğini ve doğallığını gösteriyor bize. İlahi ezgiler ve çocuk beynimize monte edilen başka varlıkların yaşamlarını sona erdirmenin çok kötü bir davranış olduğu yönündeki telkinler uzun yıllar benliğimizde egemenliğini sürdürdü çünkü doğadaki düzenin tüketimle oluştuğu gerçeğini insanlar anlayamadılar. Sadece zayıf gövdeleriyle değil, bu anlamsız sanılarıyla da insanlar doğada bir soru işareti gibi durmayı garanti altına aldılar. Görüldüğü gibi yok etmek, sona erdirmek ve nihayetinde öldürmek dünya atmosferiyle sınırlı bir oluşumun varlığını sürdürebilmesi için gerekli çarkların dönüşünü sağlaması bakımından vazgeçilmez bir eyleme dönüşüyor. İnsan için bu vazgeçilmezlikten bahsedebilir miyiz? Kesinlikle hayır! İnsanın tek tük yok olması dünyada bir dalgalanma oluşturmaz. Kitlece bir yok oluş dünyanın doğal evrimine dönmesi bakımından gereklidir. (Aslında insan türü farklı bir gezegenden ziyaretimize gelen varlıkların ilgisini çok çekerdi. Bana kızmazsanız, insanın olağanüstü yapısına rağmen yok olmasını istiyorum. Çünkü dediğim gibi dünya denen sönmüş kara parçasında insan türünün rolü olamaz. Aksine çaldığı bir rolü oynayan bu varlık doğal koşullara doğal olmayan yollardan müdahale edecek kadar küstahtır. Geçmişte yaşamış eşsiz varlık Tazmanya Kaplanı ilelebet yok olmuştur. Tanrısının öfkesini hisseden insanlar akıl denen o çok önemsedikleri morfinin etkisiyle aptalca işler yaptılar. Pek çok tür doğal olmayan yollarla yok olmuş ve sadece zihinlerde bir hayal gibi yaşamaya mahkûm edilmiştir.)
O gün şiddetli bir kar yağıyordu. İçimde bir canlıyı öldüreceğime dair en ufak bir belirti yoktu. Ancak kafatasımızın içinde kümelenmiş et yığını beynimizde meydana gelen mental hareketlenmelerin ne gibi sonuçlara neden olacağını kestiremiyoruz. Gerçekte, olaylar silsilesinin başlangıcında ne gibi sonuçların doğacağını başarıyla tahmin edebilirim ancak o karlı kış gününde hiçbir şey tahmin edilebilir değildi.
Karnaval alanında pek çok insan vardı. Soğuğa ve yağışa aldırmadan gerçekleşen faaliyetlere ilgi gösteriyorlardı. Hantal kabanlarının yaka kısmıyla yüzünü örterek gösterilerin gıdıklayıcı etkisine gülen pek çok kadın gördüm. İçkinin gövdelerini ısıttığı ve uyuşturduğu adamlar vardı. Neden insanları gündelik yaşamdan farklı eylemleri görmek mutlu ederdi? Bunu hiçbir zaman çözemedim ve anlamak İnsanlar neden uyur sorusunu cevaplamak kadar zordu benim için. Yağışlı bir havanın hâkim olduğu o soğuk gecede aklımı bu tür sorularla meşgul etmiyordum ve kısa bir süre sonra iki adet kadın bir tane de adam öldürecektim. Filmlerde olduğu gibi izleyiciye çok yabancı gelen saçma sapan dürtülerle değil kanımdaki tüm akyuvarların taşıdığı en ilkel dürtülerin baskısıyla üç hayatın sonunu getirecektim. Gösterilerin etkisiyle bağrışıp şarkı söyleyen insanların arasından geçtim. Tüm yüzler garip maskelerin arkasından kurnaz bir ifadeyle bakıyor gibiydi. Palyaço kılığına girmiş biriyle yer vermece oynadık. Karmaşa ve gürültünün hafif bir mırıltıya döndüğü yere kadar uzaklaştım. Karşımda kar tanelerin neon ışıklarını büyülü bir havaya soktuğu bir bar vardı. Düşünmeden içeri girdim. Bar fazla kalabalık değildi ancak yine de ben her şeyi hissettim. Kusana kadar içirdikten sonra otel odalarında bir güzel becerilen zor kızların kaçınılmaz yola girdiklerini hissettiren sarhoş kahkahaları duyuluyordu. Gözümün önünde kahkahaların vazgeçilmez imgesi açıkağızlardan gözüken sıralı dişler belirdi. Bulunduğumuz kıtaya oldukça yabancı bir parça çalınıyordu. Kadının biri barın ortasında biçimsiz vücuduyla ayıkken yapmaya cesaret edemeyeceği garip hareketlerle dans ediyordu. Barın en izbe köşesinde tutkuyla öpüşen ve bu hızla giderlerse hemen oracıkta cinsel bir birleşme yaşayacaklarını düşündüren bir çift vardı. Mekânın tüm köşesine ağır bir esrar kokusu sinmişti. Bunlar sosyal bir insan olmanın ritüelleri mi? İnsan bin defa evrilse hep aynı sonuca mı ulaşacaktı? Bu sorgular üzerinde fazla durmadan oturacağım bir masa gözüme kestirdim. Barın arkasından soru dolu gözlerle beni süzen barmene kurallar gereği siparişimi verdim; bir bira! (içkinin karaborsaya çıktığı düşüncesini uyandırabilir bağırarak sipariş vermem ancak bu gibi zayıf insanların birlikteliği sayesinde oluşmuş mekânlarda medeni kuralların gereğinin yerine getirilmesini bekleyecek kadar saf biri olmadım hiçbir zaman) Hayatımda ilk defa alkol alacaktım. Heyecanlı değildim tabiî ki, kendimden iğreniyordum. Kendimi alkol alanlar topluluğunun hayatı kaybeden bir bireyi gibi hissetmesem bile etraftaki gözlerin beni o sınıfa soktuklarını anlayabiliyordum. Yine de kendimi tuttum. Işık oyunlarıyla baş döndürücü şekilde hızla değişen barın içindeki loş aydınlığı daha iğrenç hale getiren kokular karışımının üzerimde yarattığı bezginliğe rağmen kendimi tuttum ve gözlemleye çalıştım.
Barmen; Etkileyici görünmek zorunda olduğu ve etkileyici görünmeye çabaladığı yüzündeki ifadeden anlaşılıyor. Kararlı bakışlar, hiçbir duyguya yenik düşmeyen katı bir surat… Barın arkasındaysan böyle görünmek zorundasındır. Yüzünde yavşakça bir sırıtmayla fıçıdan bira dolduran bir barmen tek silahı olan barın arkasında duran adam niteliğinin verdiği avantajı hunharca harcıyor demektir. Ancak korkarım bir barmenin etkileyici kelimesine yüklediği anlam Genel Kabul Görmüş Etkileyicilik İlkeleri’nden oldukça farklı. Kahretsin ki her dandik romanın bir okuyucusu olduğu gibi her barmenin de altına yatan bir kadın profili mevcut. İçkinin su gibi aktığı bu mekânlarda sosyal dengeyi korumakta usta olan kadınların sarhoşluğun verdiği zafiyetle barmene kolaylıkla vereceklerini kestirebiliyorum. (Bu tahlilimden sonra barmen gözümde sağa sola içki uzatan bir görevliden çok etrafına ağ örüp avını bekleyen sinsi bir örümceğe dönüştü.) Gerçekte kadınlar bar çalışanlarıyla yatarlar. Belki ilk tercihleri bu olmaz ancak yalnızlık uzadıkça, alkol tüketen kişi kılığına bürünmüş tatmine aç çoğu kadın son çare olarak garsonlarla veya bir barmenle yatar. (Annem gibi)
Müşteri; Oturduğu kısım karanlıkta kaldığı için yüz ifadesini göremiyordum. Parmakları arasında tuttuğu sigaranın dumanı yüzüne kadar yükseliyor ve karanlığa karışarak belirsizleşiyordu. Ancak bu müşterinin baktığı yönü kestirebiliyordum. Adamın sağ çaprazında kalan masada sırtı ona dönük şekilde oturan iri kalçalı kadını göz hapsine almıştı. Kadının giydiği dar pantolon kalçalarını şahlandırmış ve ortaya görsel bir şölen çıkmıştı. (Erkekler iri ve geniş kalçalı kadınlardan hoşlanır.) adam gözleri önünde cereyan eden kalça şölenine kendisini öylesine kaptırmıştı ki, benim onun beyninden geçenleri apaçık okuduğumu fark etmeden bir cinsel birleşme yaşıyormuşçasına gözleri odak noktasında, sigarasını hırsla çekiyordu. Öne doğru büktüğü beli sayesinde hatları daha iyi gözlemlenebilen kadının kalçasına bir süre de ben baktım. Dolgundular, hayatım boyunca sahip olmadığım bir kütlesi vardı bu poponun. Ele geçirdiği sandalyeden taşma eğilimi gösteriyordu. Tam ortadaki geniş vadiyi vurgulayan dar pantolon imgelenecek çıplak kalça için en iyi ipuçlarını da cömertçe sunuyordu.
YORUMLAR
Aslında, yayınlandığı gün, sonrasına devam etmesem de yazının giriş bölümünü okuduğumu itiraf etmeliyim. Yoksa yazarın diğer yazılarını neden merak edeyim ki? Sonra diğer yazılarına sardım. Çok az sayıda olan öyküleri berbattı ve bilimi kullandığı bencil yazıları pek kendini beğenmişti ama Defter’de aykırıydı.
Bu gece, diğer yazılarına yazdığım eleştirilere yazdığı yorumları okuduktan sonra, öykünün tamamını okudum. İlk dikkatmi çeken öykünün adıydı. Rüsvan,önce hiç duymadığım bu kelimenin rüsva olduğunu düşündüm, sonra üstünde fazla durmadım. Ama zannediyorum ki ortada bir misnomer vardı.
Yayınlandığı günkü yarısını okuduğum ruh halimle, bugünkü tamamını okuduktan sonraki ruh halim çok farklıydı. Aslında her şey bölük pörçüktü, nasıl mı, anlatayım.
Girişin mükemmelliği, yazarı tanıyıp tanımamaya bağlı olmaksızın herhalükarda olağanüstüydü. İlk gün yani yazarı tanımadan önce okuduğum parça, kullandığı instinkt saptamalarının mükemmelliğiyle sarhoş ediciydi. Fakat bugün, yazarın diğer yazılarını okuduktan sonra, ilk gün okuduğum yere kadar okuduğumda, yani yazarı tanıdıktan sonra nedense bana son atımlık kurşununu harcamış bir öykü denemesi gibi geldi. Kimbilir belki de yazılarına yaptığım eleştirilerime yazdığı keskin eleştirilerden dolayı, sırf yazarı cezalandırmak için içimden gelip bana hakim olan, denetleyemediğim duygulardan dolayı böyle hissetmiştim. Her neyse de böyle hissettim.
Bir yandan da bana hakim olmuş şeytana rağmen okumaya devam etmemi isteyen arzu ne dürüstlüğümden ne şeytanı yenmemden değil, bir zamanlar sürmenaj oluncaya kadar tutkunu olduğum okuma duygumu ateşlediğindendi. Devam ettikçe tekrar tekrar okuduğum, oldukça karmaşık ve hayran bırakıcı üst benliğin yaratıcı alanını mükemmel kullanan analojiler, tespitlerle, niye yalan söyleyeyim, nefessiz kaldım. Ben, zavallı ben, öykünün kahramanına hayatımın bir döneminde rastladığımı iddia eden, tüm redci çırpınışlarıma rağmen benliğimi ikna etmeye çalışan vahşi alt benliğime, buna muktedir olmuş vaziyette kahramana duyduğu cinsel arzuyla, onu sıkıştırdığı bir Ayvansaray barında rastladım.
Allah beni biliyor ya, birbiri ardına beni bombalayan, mükemmel tasvir edilmiş ne anasının boynuzlama vakaları ne de babasının deyyusluklarına takıldım. Nasıl olduğunu düşünmeden düştüğüm izbe barda garsonlara gıcık oldum ama yazarın tariflediği adamın sağ çaprazında kalan masada sırtı ona dönük şekilde oturan iri kalçalı kadını göz hapsine almadım. Üstelik ben de her erkek gibi geniş kalçalı kadınlardan hoşlanırım...Sonra ne mi yaptım? İsmi hiç telafuz edilmemiş, okumaktan kamburlaşmış dar kalçalı, üstelik de katil kahramanın yanına, arzudan cayır cayır yanan ellerimi ardıma saklamaya çalışarak oturdum.
Kendimi, kendime geldiğim, aslında çokca zaman harcadığım bilgisayar başında ,” İlkay, bu neydi, sıçtın ağzımıza” derken buldum. Üstelik olmayan bıyık altımdan, Tommiks’in ağzı yamuk kötü adamları gibi, en az kırk kez okunmuş bu öyküye neden bir tek yorum yapılamamış olduğunu bilmeme gülümsüyordum.
nitemtran tarafından 8/16/2014 12:08:07 AM zamanında düzenlenmiştir.
ilkay m.
nitemtran
Sağlıcakla kal...
Gecemi yedin arkadaş! Bukowski'nin sinir bozucu saçmalamasının dışında yazıdan bir cümle bile okumadım. Çektiğim fotoğrafta yazının gecemi heba eden konuların dışında yeni, farklı bir konu olduğunu hissettim. Bu yazıyı yazdıkların her neyse, cuma gecesi okumaya erteledim.