MASUMİYET MÜZESİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Masumiyet Müzesi Orhan Pamuk’un okuduğum ilk romanıdır. Bilmiyorum nasıl oldu? Önyargılarım vardı merkeziyetçi kesim gibi. Onlar Ermeni yanlısı olmakla suçluyorlardı, ben ise aristokratlıkla. Eserlerini okumama sebebim Ermeni meselesi konusundaki duruşu filan değildi. Daha içsel ve derin mevzulardan kaynaklanıyordu. Yeni Hayat’ta denildiği gibi ‘’Bir kitap okudum hayatım değişti’’ demeyeceğim. Öyle bir şey olmadı.
700 sayfalık Masumiyet Müzesi romanını okudum aşka bakış açım farklılaştı diyebilirim. Zaman zaman benim yazdığım romandaki Ali karakterini Kemal’e benzettim. Kendimi Kemal’e ve Orhan Pamuk’a daha yakın hissediyordum.
Bilirsiniz edebiyatçı diğer bir edebiyatçıyı kıskanırmış. Çoğunlukla kendisi ile onu kıyasladığı için. Bilmiyorum, ben Orhan Pamuk’u böyle mükemmel bir eser yazdığı için kıskanmadım. Orhan Pamuk gözümde sempatik biri olup çıktı.
Orhan Pamuk’tan önce takip ettiğim Elif Şafak gittikçe popülerleşti. Ve nihayetinde kendisi ile aramda bir bağ kalmadı. Artık Orhan Pamuk bana daha yakın duruyordu. Televizyonlara pek çıkmıyor, konuşmakta zorluk çekiyordu çoğu zaman. İçimden gerçek edebiyatçı bu olmalı dedim kendime.
Romanı bitirdikten sonra müzesinin açılmasını sabırsızlıkla bekledim. Romanda Kemal’in dediği gibi müzede sevgilimle öpüşecektim. Görevliler müdahale etmeyecekti. Eski İstanbul’un kokusunu arayacaktım.
Belki Füsun’un iç çamaşırlarına bakıp gülümseyecektik. Gerçekten fotoğrafının müzede olup olmadığını katalogdan kontrol edecek, eğer varsa fotoğrafın fotoğrafını çekecektik. Füsun’un içtiği Samsun sigarasının izmaritlerinin nasıl söndürüldüklerini, üstünde ruj lekesi gerçekten var mı diye kontrol edecektim. Ve benim de takıntılarım var mı diye içsel bir yolculuğa çıkacaktım.
1950 ile 1960’ların İstanbul sosyetesi, siyah beyaz resimler, 56 model Chevrolet, Ayva rendesi, teki kayıp olan Füsun’un küpesi, kapı kolları… Aklıma şimdi gelmeyen birçok şey orada beni bekliyor olacaktı. Yanımda getirdiğim romanın son sayfasındaki bileti girişteki görevliye mühürletip girecektik içeri…
Kaç yıl oldu nasip olmadı ama…
Birazda roman hakkında olumsuz eleştiriler yapayım. Roman güzel bir girişle başlıyor. ‘’Arka bahçede top oynayan çocukların birbirlerine söyledikleri şeyi yaptığımızı düşünüp birbirimize bakıp gülümsedik!’’ Roman biraz ilerleyince İstanbul sosyetesinden boktan bir bakış açısıyla bahsetmiş, uzun övücü cümleler kurulmuştur.
Füsun’un fakir bir öğretmen çocuğu olmasından bahsetmesi (o kadar da fakir bir aile değil oysa, babası öğretmen emeklisi), uzaktan akraba olduğu için henüz çocukken evlerine sık sık gelmesi, varlıklı ailenin oyuncakları ile oynaması (bu da aşağılayıcı bir durum, zavallı kız oyuncak bulduğu için ne kadar mutluydu), Kemal’in babasının da karı manyağı olması, eşini aldatması (övücü bir hava ile anlatmış), Yeşilçam pornocularının bayağı duruşları (Orhan Pamuk sanırım Yeşilçam pornocuları hakkında fikirleri film senaryosu yazdığı dönemde belirginleşmiş olmalı), Füsun’un dik memelerini porno hikayelerindeki gibi anlatması, şehvetle ağzına alıp kendinden geçmesi falan filan.
Klasik bir İstanbul yazarı havası var. Bu da hiç hoşuma gitmiyor. Feminist arkadaşların sinir krizi geçirmelerine sebep olacak anlatımların ünlü yazarımızın bir şeyleri henüz aşamadığının göstergesi değil mi?
‘’Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyormuşum!’’ klişesi de kahkaha atmama sebep oldu. Zaten her zaman öyle olur! Dik memeli Füsun da ölmeliydi ki her şey yerli yerine otursun…
Her şeye rağmen sade bir dille anlatılan hoş bir roman. Ama daha iyi olabilirdi her açıdan…
YORUMLAR
Orhan Pamuk'un öğretmen emeklisi Füsun'un babasına fakir demesi gayet normal, çünkü kendileri fakirlik nedir bilmeyen bir ailede yetiştikleri için onlara göre öğretmenler dahil bütün memurlar fakirdir.
Gerçek fakiri görse küçük dilini yutacak belki de.
Neden böyle bir yorum yaptım, kendisinin çocukluğunu tanıyan bir arkadaşımın anlatılarına dayanarak.
Romana gelince, okumadım. Zaten sizin anlatılarınıza dayanırsak okunacak bir tarafı da yok gibi.
Tebrikler, saygılar...
Ülkesine ihanet eden bir adamın yazdığı satırlar altın da olsa gözümde hiç kıymeti yoktur.Emeğe saygılar.....
ccelayir
Beğenerek okuduğum Orhan Pamuk romanıdır.Bütün ön yargılardan arınıp eseri bir bütün olarak değerlendirmek gerek. Güzeldi,
saygıyla.
ccelayir
bundan beş altı yıl önceydi
çok yakın bir arkadaşımın liseye giden kızının performans ödevi için okuması gereken bir kitap olarak karşıma çıktı ilk kez...
hicran teyze bu çok ağır bir kitap ve hiç ilerlemiyor ama şu tarihe yetiştirmem gerek okumalı ve özetini çıkarmalıyım diye sızlanıyordu arkadaşımın kızı...
kitabı elime aldım önce kapak resmine baktım sonra arka kapak yazısını okudum ...
dedim ver bana ben okuyup özetini çıkarayım sana...
kızın gözleri parladı sahi mi beni nasıl bir yükten kurtardın bilemezsin hicran teyzecim diyerek koştu boynuma sarıldı...
dedim bir şartım var ama
nedir diye sordu
kitap bende kalacak ha çıkardığım özeti okuduktan sonra kitabı sen de okumak istersen alır okur ama bana geri iade edersin ...
tamam dedi el çırparak...
neyse kitabı okudum... hakkında bir kaç kişiden daha olumsuz eleştiriler duyduğum bu kitap benim için gerçekten çok çok özel bir kitaptır... hiç sıkılmadan hatta bazı bölümlerini defalarca okudum... arada kapak fotoğrafına dalıp dalıp ve hatta o fotoğraftan içeriye sızıp hem de... kitaplığımın baş köşesinde durur hala en masum haliyle... etkisinden uzun süre kurtulamadığım bir kitaptı... bilet sayfadaki yerinde hala...
belki bir gün keser kullanırım kim bilir :)
tebrik ve teşekkürlerimle çok beğenerek okudum yazınızı...
saygılar...
ccelayir
Sanırım eski tutucu hava kalmadı hiçbir alanda. Öğrencilere sadece klasik eserlerin okunması yönünde bir telkin yok.
Sanırım bir yerde öğretmenlerin bu kısmı öğrencilerine okumaması, tarzında bir uyarı var. O da bana saçma gelmişti. Öğrenci uyarıyı okuyunca daha çok meraklanacaktı.
Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum."
Anlar en güzel ve en çabuk kaybedilen zaman aralarındaki noktalar gibidir.
Masum bir aşk,masum insanların arasında evire çevire bir hal alınca,doğal olarak ilk kez yaşanmışlık hissi, tutkulara vesile olurmuş.Okurların ilgisini çekmek için mutlaka iki duygu arasında tahterevalli benzer ,inişli çıkışlı duygu akışı olmalı.Eğer bu Olmazsa, hayat seyri rutin,aşk benzerli olurmuş.Pamuk bunu becerince de, elli sekiz dile 'Masumiyet Müzesi' küfür duyabildi.Sanırım bu küfürlerin çokluğu,bu romanın öncekilerin önünde olduğunu gösteriyor.(Öncekilerden kastım Türk Romanları)
Yazınızı okuduğumda aklıma Şemsettin Sami'nin / Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat adlı Türk Edebiyatın ilk Romanı geldi. 1873'te yayınlandı.Aşk her dönemde anlatılırken benzerlik konuda karşımıza çıkıyor.
İstanbullu genç bir adam.
Fitnat: Genç bir kız; üvey babası Hacı Mustafa'nın evinde yaşamaktadır.
Ali Bey: Orta yaşlı bir İstanbul beyefendisi.
Saliha Hanım: Talat'ın annesi. Çok genç yaşta çocukluk aşkı Rıfat Bey'le evlenmiştir.
Hacı Mustafa (Hacıbaba): Fitnat'ın üvey babası. Tütüncüdür, sert bir tabiatı vardır.
Şerife :Kadın: Fitnat Hanım’ın dikiş, nakış hocasıdır.
Roman, her ne kadar ,geriden gelenlere mendil sallasa da,bilindik aşk hikayelerini bize hatırlattığını söylese de; kalem sahibi, anlattığı duyguyu bir şekilde farklı entrikalarla aşar. Bence de aşmış
Aşk hep tekil.Anlatan tekil.Okuyun çoğul olunca,mutlaka sevende,sevmeyende,heyecan duyanda,duymayanda olacaktır.
'Masumiyet Müzesi' okuyucular için,aşk için halen masumiyetini koruyor.
Bakış açın güzel,değerlendirmen de çok güzeldi.Tekrar okumak için bir neden benim için.
Tebrikler Dostum.
Saygılar
ccelayir
Bende de şu özellik var: Eser hakkında hoşuma giden bir eleştiri okuduğumda esere tekrar dönmek istiyorum. :)
ccelayir
ay/elâ
Çoğunluk anlıyorsa ben anlayamıyorum,
aksayan tarafım ben
Masumiyet müzesi, eğer İstanbul'da geçmeseydi bende hiç iz bırakır mıydı, pek emin değilim. Çünkü biliyorum ki; Masumiyet müzesin'de Kemal'in Füsun'a duyduğu sıradışı, deli aşk ancak İstanbul'da yaşanabilirdi.
Güzel yazınızı okuduğumda, ben gibi bir İstanbul sevdalısı dostuma kitapla ilgili yazdıklarım aklıma geldi.
Kitabı bitirdiğim gece yarısı kalbimde hissettiğim derin elemden ancak İstanbul tutkumla kurtulabildim. Kafamı alabildiğine, tıpkı işlediği büyük günahtan kurtulmaya çalışan bir dinadamı gibi yastığa gömdüm ve Çukurcuma yokuşundan Beyoğluna doğru, kederinden omuzları düşmüş Kemal'in ardından yürüdüm. İlk öpüştüklerinde Kemal'in, Füsun'un ağzının pudra şekeri tadının, çiğnediği Zambo çikletten geldiğini zannetmesine ortak oldum. Zambonun pudralı tadını, en az Çukurcuma'nın yorucu yokuşundan sonra Beyoğlu'na çıkışın tadı kadar biliyordum. Pek çok Kemal, pek çok Füsun gördüğümden emin, içimi İstanbul'lu olmanın hüzünlü mutluluğu kapladı.
Kaleminize sağlık...