- 498 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
371 iowa- ardahan öyk. yeniyazım
"And I remember Muscatine—still more pleasantly—for its summer sunsets. I have never seen any, on either side of the ocean, that equaled them. They used the broad smooth river as a canvas, and painted on it every imaginable dream of color, from the mottled daintinesses and delicacies of the opal, all the way up, through cumulative intensities, to blinding purple and crimson conflagrations which were enchanting to the eye, but sharply tried it at the same time. All the Upper Mississippi region has these extraordinary sunsets as a familiar spectacle. It is the true Sunset Land: I am sure no other country can show so good a right to the name. The sunrises are also said to be exceedingly fine. I do not know. ”
-Mark Twain
" Ve hatırlıyorum Muscatine- Hala capcanlı- yaz güneş guruplarını. Okyanus kıyılarında bile ona denk gelebilecek günbatımına rast gelmedim. Tuale sürülmüş hayaletmenin her rengi. Renkler değirmi,değirmi değişiyordu. narince. Bütün yoğunluğuyla. Gözleri kamaştıran mor ve krimson kırmızı alev almış yanıyordu, insanın gözü mest oluyordu. Fakat kızıllık kesiliverdi. Yukarı Missisippi aşağı yukarı bu günbatımıyla çalkalanır. Harbiden bir günbatım yeridir. Gündoğumuna ne buyrulur. oda öyle meşhurdur buralarda."
- Mark Twain
Muscatine Amerika Birleşik Devletlerinin İowa eyaletinde bir kasabadır. Nüfusu: Şehir içi yirmi ikibin civarı. Bizim Ardahan’dan üç- dört bin kadar az.
1833 senesinde kurulmuş.
Missisippi nehrinin kenarında gün doğanda gün batanda opal oluyormuş. Mark Twain’in tasvir etmesi. İlk defa duydum. Opal’de ne? Renklerin değişmesiymiş. Ressamım der idim kendime. Bilmediğimiz şeylere, ömrümüzün sonunda da karşılaşacağız, anladık. Gündüz gördüğün limonu akşam karanlığında sofrada mor görmek... opal bu oluyor. Yorumu size, bize düşer.
"Cümle alemin rivayeti çeşit, çeşit, maksudu tek."
Kura nehri de Missisippi’den aşağı mı? Gün ortası açık; dana dırığı yeşili renktedir otlar. Akşama Değirman köyün, Beberek’in sırtlarında gün batmaya yüz tutunca gözleri kamaşır seyredenin, otlarınsa tonu başlar lacivert’e kaçmaya.
Plato koçor’undan aşağı... Hopa’dan insanlar birbaşlarına el sallıyor.
" Ha uşak ha! "
Ho ho tepin horonu da haçan!
Bülbülanlılar el etmekten yoruldu. Kolları havada, bazen elleri dermansız. Kolları omuzdan fırlayacak. Dirsekten kanatlandırıyorlar eli. Takati kesilince omuzun dirseği bu sefer bilekten, mendilleri tam gaz havaya teliyorlar.
" - Deniz’in neminden çıkın sahilde ne var gelseze baba koçor’un başına köze kebap vurak."
En az’ı bir bölük Bülbülanlı:
" Ha babam ha!..." diye bağırıyorlar.
İşmarlaşıyorlar, yorumluyorlar ve, ve, ve ...
Hopa’dan sabah çıktık. İki defa Hopa’ya göz sürmüştüm. Denizin kıyısında otluğun içine saklamışsın... Gizlenmiş yeşillik , manavda istiflersin hani: Maydanoz, tere, lahana üstüstedir. Uykudayken eveliği burna sürerler şakadan. Ağaçlar, palak iriliğinde yapraklar, başımızı, yüzümüzü, ensemizi daladı. Cincar’ın (ısırgan) dağlaması yanında bu hiç benimsin demedi.
Toprağa dikilmişsin gibi mertek misali ağaçlar her metre kare sahanı garketmiş gök mavi duvarı gözlerimizi boğdu vallaaa!
Bereket versin topoğrafya merdiven çıkar gibi vira tekrar ediyordu. Bodrum kattan çatıya çıkıyoruz. Minibüste harita mühendisi genç izahlı anlattı. Yahu kimse anlamadı ya.
Birinci anlatışında gencin; ikinciyide küfreder edayla anlatınca minibüste hepimiz dahil herkes anladı.
Demeseler birşeycikler yolun çehresine aymıycam. İnsan nasıl basiretsiz olabiliyormuş. Viyadükte gidiyorum gibi geliyordu, bana.
Merdiven çıkıyoruz, ocağı sönenin... Çatıya vermişiz önümüzü tırmanıyoruz. Minibüsün gerisinden haberimiz yok. Baksak göreceğiz rampa aşağısını.
Uçurumun kellesine gelmişize. Suratsız bir nene önümde oturuyordu. Nene başını cama uyku ile yapıştırılmış ilan kağıtları gibi dayamıştı.
Zııııııııırt... Minibüs kadandı (dayandı) kaldı. Uykular ileri geri sallandı. Koltuklara sıra geldiğinde onlar: " Bizim yerimize niye sarsılıyor bu uykular?" dediler.
Şöför Bağırdı: " Ola beni itleştirmeyin herkes inecek!.."
Rahatı kaçan horlamaların hepsi sanki içtimaya çıkmıştı. Bir sıra, eline esnemesini alan inmiş. Şapkasıyla peg’e sıçmaya şapkasını da götüren dayı, koltukta unuttu şapkasını. Gözü kapalı inmiş meğer. Gerindi, kedilerin uzanmalarını biliriz, altı yedi metre enine uzanır kedi kısmısı. Saçları dökük dayı, gerinerek, kavağın başına erdi yani.
Geğirme ses hızıyla geğirseydi baş’a çıkamazdı. Yanında 40 yaşlarında ki Azerbaycanlı bayan kendi sesine kendisi irkildi.
" Pırttt!"
" - Hıııı hı hı!.. Biy ciyarın yansın mamam gızı! Bu ses neydi?"
Muavin gedeye (çocuğa):
- Sen mi saldın ay uşahğ?
- O yan get ya abla.
Ses’in hızı kavağın eteğineçıkamadı bile.
Gerinen adamın kaburgaları lastik miydi? Yolcular aralarında konuşuyorlar.
Lastik patlamış haberimiz yok. Şöför zaman yitirmeden arabanın altına girdi. Gürcü bir gençte yardım ediyordu. Şöför Gürcüye:
" Ola bicon anahtarını ver."
Gürcü de muavine:
- Bico, badara aparati.
Muavin:
- Haa?
Pıssssssssss!...
Yılan gibi kıvrıla sıçradı şamrel. İçinden fışkırttığı son havayı öksürdükçe dalgalar gibi yere vurup zıplıyordu.
Kadının ayağında bitip durunca zıplama. Kadın’ın eli ağzında kurudu. Kıpranamadı. Arkasına geçen yolculardan biri kadın yıkılmasın diye süveye destek verirsin öyle tutundu, tuttu.
Hava nefis.
Kellede kalmışız; varmışız lastiklerimizi yapacağız.
Sağımız yar; bin metrelik uçurum.
Çoruh’tan bize yukarı gelemeyen hışırtılar, kavun kokusunu andıran elvan elvan yeşil kokular havaya uçup karışıyor.
Ne yalan söyleyim derin derin soluyorum." Şükürler olsun!" diyorum.
Vadiye bin metreden bir defa daha bakıyoruz. Vadinin derinliği enine geyikler sıçrarca kaçıyor. Su ses bülbüllerinkiyle çiftleşiyor. "Çik, çik, çik." Tekilleşiyor.
Ben ise avuç içi kadar bir yüzeyde seyrediyorum uçurumun altındaki vadiyi.
Neye benzettim bilir misiniz?
Dünya yüzeyinde dağları, taşları, evleri, odalara girip çıkıyoruz. Uzayda ise misket kadar bir yerküre.
Hangisi gerçek?
Avuç gibi vadi mi, misket gibi yerküre mi?
Odalar, evler gibi mekanlar; vadinin serin, enine kaçan marallı mekanı mıydı?
Koku ses ve enva-i çeşit varlık halleri uğultusuna kendi de hışırtı çıkaran gürültü kulağımızda menziline sitop etti. Tahayyül edemeyenler edemiyordu.
" Vadide cin var" diye tartışıyordu Şadıvanlı adamla, Revaslı. Bilmem neyittiler oralı olmadım pek.
Lastiği şüşüriyorlar. Takana karten (kadar) fısalıyor. Şamreli kontrol ediyor muavin gene fısalıyor.
Minibüsün kapı penceresi açık. Kıvrıldım. Üçlü koltuğa uzandım. Yeşilin nefes nefes’e kalmış kokusu sade bana taraf gelmiyor. Cümle nesnenin içini geçiriyor minibüste.
Baygınlık moduna girmişim. Rakım yükselmiş. Oksijen azalıyor. Meyhur bir vaziyete girmişiz. Bilinç’in basamakları ardına tak açılmış.
Mereğe dolan yel, çıkarken ne katmışsa önünde alır götürür.
Bilinç yelin üfürüğüne takılıp saç tokası gibi savruldu yardan aşağı...
Vadide ağaçların ismini saymakla bitmez. Sıcak ve açık yeşilden, soğuk yeşile, mat’ına, koyu tonuna, parlak yeşil ben yok’um diyecek bir ton yoktu. Hele diyesi çıksaydı.
Yapraklar iri leçek boyunda fındık kıyımı şeklinde vardı. Dallar ve gövdeler ne yana dönsen; kalın kahverengi tonlarının her yeşiminde görürdün.
Çoruh nehriyle koşut bendin başı sıçan kuyruğu kadar gözüküyor. Perspektife uygun görünüşte nesne önde büyük gözükür arka plandaki aynı nesne olmasına rağmen.
Dipte bir cevahir parıldıyor. İşaret parmağının tırnağına benziyor boyca. İyiden iyiye seçtikçe onun mücevher gibi bir şey olması gerektiğine hükmediyor insan.
Gözümüz forma alıştıktan sonra. Opal’i çözüyor göz.
Bu!.. Cevher.
.... Muscatine şehri nehriyle Ardahan’a benzemekle kalmaz. Nüfusu, ovası ile de benzer. Renklerin dönüşmesi akşamları hele ki. Köprüsüyle de benzeşirler. Kura nehrinin üstünde iki blok şekilli demir strüktif köprü aynı Muscatine köprüsü gibidir. Missisippi’yi bağlayan köprü strüktif ama yek blok’tur. Yani yekparedir. Bizim köprü, Hallefendi köprüsü ismiyle maruftur. Muscatine köprüsünün ismiyse: Norbet F. Beckey Bridge
Ne tuhaf?
Tuhaf olmayan ne ki?
" Aklımı kaybetmekten değil aklımı bulmaktan korkuyorum, demiş adam. "
" Önce dokunuyorum, sonra dokunacağımı düşünüyorum" böyle lafta vardır.
Ardahan’ın Muscatine benzerliğini:
Nasıl yazdık?
Güneş ışınları Dünya’ya önce varıp sonra kaynağından çıkıyormuş.
Muscatine ve Ardahan önce yazgısı yazılıyor sonra kaderleri hakikat mi oluyor?
Yahut tersi mi gerçekleşiyor?
Vadideki cevhere yaklaşmak istiyor insanın arzusu.
Çayırlar adamın beline gelir. Aha bele! Belden elini kılıç sıyırır gibi gösterdi. Yanımdaki adamla beraberiz, inat ettik cevhere erişmeğe.
Hışırtılar çel çel (çil çil) ottan haşırdıyor. Çum’a basıyoruz iz oluyor. Cevhere bir ayar hücum etmişiz gözümüzün hizasından bazen yukarı çıkıyor. Biz haral sendeliyoruz o sebeptendir. Dizlerimize elimizi koysakta adımlarımız durmuyor. Mücevher bize gülüşüyor, yetişip alacağız. Fırsant bu fırsant. Ey Tanrım nelere kadirsiniz. İçimizden seviniyoruz. Satar İstanbul’a yerleşiriz. Çol-çocuk rahatlarız. "He mi dayı? " diyorum. Yok, mok demiyor. O benden de aç göz yahu.
Neyse tempo!.. Durana aşk olsun! Hurra, hurra! Deh, deh! Özümüzü araba kayırmış (yapmış) gibi sürüyoruz.
Vardık.
Mücevher’in arasıyla bizim aramız on santim, elimize boş, boşluk doldu. Birşey yoktu!
Cevher henüz oluşmamış. Yani havamızı aldık. Ben ile Posof- Zezezünd’lü dayı.
Zezezünd’lü:
" - O ki yok, daha neye görüniyer ki? "
Gel de buna anlat " Ouantum fiziğini "
"- Güneş ışıkları önce varıyor sonra kaynağından çıkıyormuş."
Bizim şansımız... Artvin’in kelleden Çoruh’a seğirtip mücevher için inmemize sebep: Aynıydı.
Cevher varmış ama olmamıştı... mücevherleşmemişti.
Lastik yapıldı. Yolcular mırlamayı kesti. Doluştuk. Hallefendi’ ye gelmişiz. Ziko Dayıgilin harmanın yanından geçiyoruz.
Varmışız ama gelmemişiz.
"- Ola bu Ouantum fiziği ne ki?"
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.