Deniz Feneri
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Tüm yorgunluklarımı atmak için yine gün batımında deniz kıyısındayım. Turuncu bir gökyüzü, eflatun boyanmış bulutlar, deniz laciverte dönüyor. Tahta iskelenin dibinde otururken gördüm onu yine. Bu bahar akşamında bile üzerinde pardesü, öylece oturuyor kayalıklarda. Bakışları karşı kıyıyı arıyor. Üstü başı kirli. Saçı sakalı birbirine karışmış. Hiç gülerken görmedim onu. Birkaç aydır burada. Artık seyyar tezgahçılar bile alıştı ona. Sanki o manzaranın bir parçası. Yüzü güzel aslında kirli olsa da. 50’li yaşlarda tahminimce. Dizlerini bükmüş, çenesini yaslamış dizlerine öylece oturuyor. Bir iki kişiye sordum. Pek konuşmaz, konuşunca da öyle ortaya kimin dinlediğini umursamadan anlatır dediler. Hayatı anlatırmış, çocuk olmayı, göçmeyi, kuşları, balıkları, güneş yanığını, arı sokmasını. Başka başka konuşmalar. Bir gün yine anlatırken çocuklar gelmiş 8-10 yaşlarında. Dinlemişler biraz, alay edip uzaklaşmışlar. Hiç istifini bozmamış. Yine iskeleye gidip oturmuş, dalıp gitmiş uzaklara. Kendi halindedir dediler. Kimseye zararı yok. Biz de elimizden geldiğince yiyecek bir şeyler veriyoruz, yalnızca teşekkür ediyor başka tek söz etmiyor dediler.
Uzun boylu ama ince yapılı bir adam. Kimi kimsesi yok belli. Yanına gitmek için ayağa kalktım. Benim yaklaştığımı fark edince o da yağa kalktı ve ters yöne doğru yürümeye başladı. Belli yaklaşmamı istemiyordu. Bir iki adım daha atıp geri döndüm. Oturdum onun gibi kayalıklara ve başladım uzaklara bakmaya. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum geri geldi. Başımı çevirmedim ondan tarafa. Hala uzaklarda gözlerim.
- bakma göremezsin. Dedi.
Şaşırdım. Yine hiç çevirmeden başımı:
- neyi görmem gerektiğini bilmeden göremem zaten. Dedim.
O eski yerine oturdu. Sesi titrek ama derindi. Ellerini gördüm. Çok çalışmış ellerini. Yorgun ve ince yapılı. Yüzüne baktım, bana bakıyordu. Bir göz selamı verdim. Yavaşça çevirdi yine başını uzaklara. Gözleri o kadar anlaşılmaz bakıyordu ki. Uzun yüzü, ağarmış sakalları ve saçları yaşını ele veriyordu.
- görmek istediğin nedir ki? Diye sordu.
Göz temasından kaçındığı belliydi. Ben de yüzümü çevirdim baktığı tarafa. Konuştuk bir süre. Anlamsız sorular ve felsefi cevaplar gibi havada kaldı hepsi. Hava iyice karardı. İzin istedim. Cevap bile alamadım. Kalktım ve yürümeye başladım. Yolun diğer tarafına geçince dönüp baktığımda hala aynı yere bakıyordu. Hiç kıpırdamadan hem de.
Oradan her geçtiğimde görüyordum onu. Yerini bile değiştirmiyordu. Aylar sonra bir gün, yine akşamüzeri kayalıklara gittim ve yakınına oturdum. Beni tanımı olacak ki kalkıp uzaklaşmadı bu sefer. Yine uzaklara bakıyordu.
- merhaba. Dedim.
İstifini bozmadı. Selam almak pek ona göre değildi anlaşılan. Ben de yüzümü baktığı yöne çevirip düşüncelere dalmak üzereydim ki sesiyle irkildim.
- şu denizi görüyor musun? Ben ona bakıyorum işte. Onu görüyorum. Onda deniz kızlarını, yosunları, balıkları, ölümü, yaşamı görüyorum. Dalgalarda kaybolan gemileri, ıssız koyların sessizliğini görüyorum. Deniz fenerlerinin ışığını, yunusların danslarını, mavinin tadını görüyorum.
Anlatıyordu. Buna benzer pek çok şeyi daha. Bölmemek için sustum dinledim. Ağlar gibi oluyordu bazen. Uzun uzun konuştu. Durakladığı bir anda sordum;
- nedir bunları size düşündüren? Denizi hem sevip hem de nefret ediyor gibisiniz?
- öyleyim. Seviyor ve nefret ediyorum. Uzaklaşmak isteyip de kopamadığım sevgilim benim o. Benden aldıklarıyla verdikleri beni bağlayan ona.
Anlatmak istiyordu yüreğinde taşıdıklarını. Belki daha önce kimse sormamıştı ya da dinlememişti. Yorgun yüzü gerildi birden. Yüzüme baktı:
- ben beyefendi, bir deniz feneri çalışanıydım. Yıllar önce. Bir gece yine feneri yakıp kontrollerimi yaptıktan sonra yakındaki köye erzak almaya gittim. Hava bozacak gibiydi. Eşim öldüğünden beri kızımı hiç yalnız bırakmamıştım. Ama gelmek istemedi. Aceleyle geri dönecektim. Yolda hava patladı. Fırtınaya dönmek üzereydi. Alacaklarımı alıp geri döndüm. Lojmanın kapısı açıktı ve rüzgardan çarpıyordu. İçeri baktım seslendim kızım yoktu. Telaşlandım. Binanın çevresini koşarak dolaştım. Yağmur iyice şiddetlenmişti. Şimşekler çakıyor, ancak o ışıkta etrafımı görebiliyordum. Derken beyaz bir gölge gördüm az ötede. Ona doğru koşmaya başladım. Kayalık tepenin kenarına geldiğimde kızımın hırkasını gördüm. Fenerin ışığında bir tuhaflık vardı. Başımı çevirip baktığımda kesik kesik yandığını farkettim. Bu ancak güç kesildiğinde olurdu. Bataryalar enerjiyi tam sağlayamadığında. Anlamaya başlıyordum. Ben dışarıdayken güç kesilmiş, kızım da ona daha önce öğrettiğim gibi yedek bataryaları devreye sokmak istemişti. Ama sorun bunu yapabilmesi için fenerin altındaki kayalık yamacın hemen bitimindeki jeneratör odasına gitmeliydi. Anlaşılan öyle de yapmıştı. O tarafa doğru koştum. Kapısı hala açıktı. Yerler ıslanmıştı. Belli ki yağmurda ıslanan birisi buraya girmişti. Her şeyi doğru yapmıştı. Yedek gücü devreye almış, görevini tamamlamıştı. Fakat kendisi yoktu. Saatlerce o fırtınada onu aradım. Gün aydınlanırken rüzgar dindi. Yağmur hafifledi. Cisimler seçilmeye başladığında sesim kısılmış, yüreğimdeki korku iyice artmıştı. Yamacın kenarında öylece durdum. Aşağıya baktığımda gördüğüm kızımın bedeniydi. Öylece yatıyordu suyun kıyıyla birleştiği yerde. Koşarak aşağıya indim. Kızacaktım ona ben gelmeden kendi başına iş yaptığı için. Ama kızamadım. Cansız bedeni dalgaların hareketiyle salınıyordu. Kucakladım yukarı çıkarttım. En değerli hazinem kollarımda yatıyordu. Yüzü o kadar temiz, o kadar masumdu ki. İsyan ettim. Denizlere ve yağmurlara. Ölmek istedim. Benden aldıklarını ben de onlardan almak istedim. Yıllar geçtikçe yüreğim soğur sanmıştım ama olmadı. Kinimin büyüdüğü yerde sevgim de başka bir şeye dönüştü. Bir bağımlılık gibi. Yıllardır yürüyerek denizleri dolaşıyorum. Benim kızım bir deniz kızı artık. Bir gün onu bulacağım denizi arıyorum. Burada çok kalacak değilim. Kışa kalmaz giderim.
Ellerim titremeye başlamıştı hikayesini duydukça. Akıl almaz acısını anlamaya çalıştım. Boğazım düğümlendi. Ona baktım, yine uzaklara bakıp ağlıyordu. Yerinden kalktı. Elini denize uzattı ve bir çocuğun başını okşar gibi okşadı suyu. Elini dudaklarına götürdü. Öptü.
Sonbaharda birkaç kez daha gördüm orada. Yanına gitmek istedim. Ama diyecek bir söz bulamadım. Kış geliyordu artık. Yapraklar terk ediyordu ağaçları. Bir ekim akşamı yine indim sahile. Yoktu. Gitmişti. Tezgahçılara sordum. İki gündür görmemişlerdi. Anladım ki gitmişti. 3 ay sonra bir gazetede küçük bir haber okudum. 50 yaşlarında bir adam cesedi bulunmuştu. Kayalık bir yamacın denizle birleştiği yerde. Üzerinden ne bir kimlik ne de tanınmasına yardım edecek bir belge çıkmamış. Son cümlede şunu yazıyordu; “yalnızca deniz feneri şeklinde bir gümüş kolye ve pardesüsünün cebinde bir kız çocuğu ayakkabısının sol teki.”
YORUMLAR
Hüzünlü bir hikaye.
İnsanın içini burkuyor.
Ama,
hayatımızın gerçeklerinden bir kesit işte.
Sevginin ve acının mahzunca resmedilişi.
Güzeldi cümleler.
Hoş bir sunumdu.
Sitra
mutlu sonlar, zorlanmış sonlardır. oldurulmuş. çarpıtılmış. her hikaye biter. hikayelerin ortak tek noktası budur. nasıl bittiği değildir önemli olan. ve daha saçma bir gerçek; mutlu biten hikayeler hatırlanmaz. her unutamadığımız sevgili, her iz bırakan olay bir hikayenin tamamlanmamış sonudur aslında. mutluluk nasıl bir şey? elde edilen zafer mi? bu zaferin sarhoşluğu mu? ulaşılan denge mi? eldekilerin toplam memnuniyeti mi? ardı ardına sorular. herkes mutlu, herkes mutsuz. hikayelerini dinlemek gerek.