‘’2001 A Space Odyssey’’
Yönetmen: Stanley Kubrick
‘’İlk insan nasıl insan oldu; ilk insan, insanken nasıl hayvan oldu?’’ sorularının cevabını ağır ağır vermekle başlıyor ‘’2001 A Space Odyssey’’ (1968), ‘’Uzay Yolu Macerası’’. Issız gezegenimizde doğanın bir parçası olan ot gibi yaşayıp gidiyoruz. Kimse ile bir hesabımız, kimseye karşı bir sorumluluğumuz, bir dertlerimiz yok (ara sıra su üzerine çıkan kavgaları saymazsak). Ot yeşerince yiyor, su bulunca içiyoruz. Diğer canlılarla savaşacak ne gücümüz ne zekâmız var. Eşya ile ilgili bir fikrimiz de yok. Günahlarımız ve sevaplarımı da yok tabi ki.
Derken kimin tarafından nasıl yeryüzüne indirildiği belli olmayan bir anıt ile karşılaşıyoruz. (Filmin bu kısmındaki bu anıtın ilahi bir güç tarafından gökten -uzay- indirildiği insanın aklına geliyor.) Korkuyla dokunuyoruz bu yabancı cisme. Bize bir şeyler fısıldar gibi. Eşyanın isimlerini öğretir gibi.
Ot yiyoruz, su içiyoruz, uyuyoruz. Gün batımı bir şeylerin değiştiğini bize fısıldar gibi. Eski insan yok gibi. Evet, biz galiba yabani hayvanların ötesinde bir varlığız. Hayvanlarda olan özelliklerin birçoğu bizde yok. Haliyle avlanamıyor, güçlü kudretli olamıyoruz onlar gibi. Hayır, bizde de bir şeyler olmalı. Bizi daha güçlü kılan bir şey… Suyun kaldırma kuvvetini çözecek kadar kuvvetli değiliz ama kendi çapımızda bir başlangıç yapabiliriz metropollerde boğulacak olan neslimiz için... Ve bencilleşmeye başlayacak olan ruhumuz için.
Hava kararıyor, tekrar sabah oluyor. Hayvan iskeletlerinin olduğu bir vahaya iniyoruz. İri bir kemik alıyoruz elimize. Sıkıca kavrıyoruz. Ah, evet ellerimiz varmış, dört ayaklı değiliz demek ki. Hafifçe diğer kemik parçalarına vuruyoruz bununla… Kemikler havaya sıçradıkça açlığın etkisiyle çeşitli sanrılar görüyoruz. Et yığını olan hayvanlar gözlerimizin önünden geçit töreni yapıyor. Daha sert vuruyoruz kemiklere elimizdeki aletle. O bir kemik değil bir eşya… Daha sert vuruyoruz. Kemikler paramparça oluyor. Bu aletle bizden güçlü kuvvetli hayvanlara sertçe vurduğumuzu hayal ediyoruz. Evet, bizler onlardan daha kuvvetliyiz. Artık bir güzel karnımızı doyurabilir, gökten anıtı yeryüzüne indirene minnettarlık duyabiliriz. Gökteki de kim oluyor? Eşyayı kullanmasını biz kendimiz öğrendik, en güçlü biziz.
Sürümüzle beraber avlanıyoruz ellerimizdeki iri kemik parçaları ile. Yaşasın en güçlü biziz! Üzerimizdeki bitleri temizledikten sonra karnımız doymuş olarak derin uykulara dalabiliriz. Hiçbir varlık bize yaklaşıp zarar veremez. Hiçbir varlık…
Rahatlıkla diğer kabileler ile de savaşabiliriz. Onları pekâlâ yenebiliriz. Ve dediğimizi yapıyoruz. Kendi cinsimizle su üzerine kavga ederken kemik parçasıyla onlardan bir tanesini öldürüyoruz… Hiçbir şey eskisi gibi olamayacak artık, hiçbir şey… (Adem’in çocuklarından birinin, kardeşini öldürme hikayesi aklımıza geliyor filmin bu kısmında.)
Ve uzay yolu macerası başlıyor! Dediğimiz gibi hiçbir şey eskisi gibi değil. En güçlü biziz.
Filmin ilk 20 dakikasından çıkardığımız sonuç bu. Yirminci dakikadan sonra modern insan ve ötesini irdeleyeceğiz klasik müzikler eşliğinde… İki buçuk saatlik filmin son yarım saatinden ise tekrar evren üzerine düşüncelere dalacağız, sonsuz gibi görünen uzay boşluğunda ilerleyen bir astronotla birlikte.
‘’2001 A Space Odyssey’’…
Eşyanın gücü ile yeni bir kavramımız oldu. Eşyaya güç veren güç: Tanrı. Ama onu pek anmıyoruz artık. Her ne kadar eşyanın gücü bizim gücümüzden fazla da olsa, eşyaya güç veren gücün gücü -Tanrı’nın- pek yok gibi. Belki de eşyaya gücü veren biziz. O kadar da mütevazı olmaya gerek yok. Evet, eşyaya güç veren, onu şekillendiren bizleriz… Eşyadan ürettiğimiz bilim belki Tanrı’dır; bizler ilkel iken bize yol gösteren ilahi, sınırların dışında olan güçtü. Şüphesiz kemiği nasıl kullanmamız gerektiğini de o öğretti bize…
Evet, Tanrı yok. Biz ve eşyayı anlamlı kılan bilim var. Bilimi de oluşturan da bizler olduğumuza göre her şey ‘biz’den ibaret. En büyük biziz. Kimseye karşı kendimizi borçlu hissetmeden uzay boşluğunda salınabilir, gezebiliriz! Ne zamana kadar peki? Ta ki eşya bize hükmedene kadar.
‘’2001 Uzay Yolu Macerası’’n sonu böyle olacak sanırım. ‘’Aklın ürünü’’ bize hükmedip yok edene kadar en güçlü biziz. Tanrı elini bu işe bulaştırıp bir mucize ile bize yol gösterme -veya bizi yok etme- fikrinde değil artık. Yeterince zekiyiz, yol göstericiye filan ihtiyacımız yok.
İlkel atalarımız gibi biz de Ay’ın yüzeyinde bir anıt ile karşılaşıyoruz. Tıpkı ilkel dostlarımız gibi anıtın etrafında dönüyor (taş benzeri siyah, dikdörtgen yapı), ürkerek anıta dokunuyoruz. Uzayda rahat bir yaşam alanı oluşturmuşken aniden eşya ile başımız derde giriyor. İnandığımız tüm değerler anlamını yitiriyor. Ve eşya bize hükmetmeye başlıyor.
Bir diyalog:
Dave: ‘’Merhaba Hal, kapıyı açar mısın?’’ (Uzay boşluğundadır.)
Hal: ‘’Üzgünüm Dave açamam, hoşça kal!’’ (Hal bir makinedir. -İnsandan üstün olan robot kurgusu 1968’ten sonra çevrilecek tüm bilim-kurgu filmlerinde ilham kaynağı olacaktır.)
Fazla söze gerek yok. İki buçuk saatlik çılgın adam Stanley Kubrick filminin tamamını izlediğimizde var oluş ve yok oluş serüvenimiz hakkında epey bilgi sahibi olmuş olacağız belki. Film hakkında biraz da bilgi vereyim. Klasik bilim kurgu filmlerine pek benzemeyen, psikolojiyi alt üst eden bir filmdir. Diyaloglar oldukça az. Uzayda olmanın gereği insanlar ve kamera oldukça yavaş hareket ediyor. Ve film çok yavaş ilerliyor. Teknik anlamda 2014 olanaklarını kullanmış gibi bir fikre kapılmamak elde değil. Çünkü her şey harika teknik anlamda.
Filmi yüksek ses ve görüntü kalitesiyle izlemeye çalışın. Ancak o şekilde 1968 yapımı bu filmdeki mükemmeliyetçiliği -şekilsel anlamda- fark edebilesiniz. Bu arada film ile ilgili bir karşılaştırma yapayım: Sovyet Rusya’sının Solaris’ine karşı ABD hükümeti destekli ‘’2001 Uzay Yolu Macerası’’nda yerli yerine oturmayan birçok mevzu var. Ama şekilsel anlamda kesinlikle ‘’Solaris’’ten çok üstün bir filmdir. ‘’Solaris’’in de kendi çapında bir karizması var. Bazı insani değerleri felsefi bir dille vermekte Sovyet filmleri ABD filmlerini geride bıraktığı gibi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.