- 809 Okunma
- 4 Yorum
- 2 Beğeni
Sahipsiz Sırlar
Meslek hayatımın yedinci yılında yani bundan onsekiz yıl önce tayinimin Antalya da bir ilçeye çıktığını öğrenince eşim ve ben çok sevinmiş ve böyle bir yerde bulunacağımız için müthiş bir heyecan duymuştuk. Ne de olsa ikimiz de görev yerimin Doğu Anadolu’da bir yer olacağına kesin gözüyle bakarken Antalya’ya bağlı bir ilçede emniyet müdürlüğü görevine atanmak piyangoda büyük ikramiye yakalamak kadar şansımızın doruklara vardığı bir durumdu. Öylesine sevinmiştik ki hatta eşim, tayin haberinin ocak ayında gelmiş olmasına rağmen bulunduğumuz yerdeki dükkânlarda yeni mayo ve havlular araştırmaya başlamıştı. Her yıl hayallerini kurduğumuz ama üç kuruşluk gelirimizle bir türlü çıkamadığımız bir aylık Antalya tatili artık oniki ay boyunca bizimdi. Açıkçası ilk öğrendiğimde ben de eşim gibi hayallere kapılmıştım. Aksini bile düşünmüyorduk. Birkaç gün sonra benim ilkokulda kalma atlasımda yeni görev yerimi bulmaya çalıştım. Haritaya göre eğer dağların yeri hala değişmediyse bizim ilçe Torosların Anadolu’ya bakan taraflarında kurulmuş bir yerdi. Denize bir hayli uzaktı. Ben zaten tayinimin Doğu’ya değilde bu ilçeye çıktığı zaman tuhaf bir durumun olduğunu sezmiştim. Çünkü henüz şark hizmetimi yapmamıştım. Benimle birlikte göreve başlayanların çoğu, alışılagelmiş şark hizmetlerine başlayacaklardı. İşte bu tuhaf tayin işlemi yaşamımı olumlu yönde değiştiren olayların başlangıcıydı. Günler geçip de yeni görev yerime vardığımda ilçenin nüfusunun azlığını, diğer yerlerle karayolu bağlantısının zayıflığını, kültürel ve sanatsal etkinliklerin yetersizliğini gördükçe buranın şark hizmetini aratmayacağını fark ettim. Antalya’nın bir ilçesiydi fakat Antalya’nın merkezine dağlar tepeler aşıp beş saatte ancak ulaşılabiliyordu. İnsanları o kadar uysal, birbiriyle iyi anlaşabilen birbirini tanıyan kişilerdi ki kötüler aralarında barınamıyordu. Öyle ki emniyet teşkilatımız için söylenecek tek bir söz vardı: Sinek avlıyorduk. Günlerin monoton bir şekilde geçtiği bu ilçede bizim gibi uzaklardan gelmiş ve buraya yerleşmiş son derece kültürlü çağdaş bir yazar vardı. Adı Ziya Yılmaz’dı. Bu adı tanıyordum. Bir iki tane romanı, birkaç hikaye kitabı, gazetelerde yayımlanmış siyasi makaleleri, tiyatro eleştirileri ve benim de okuduğum felsefe içerikli bir kitabı vardı. Bir solukta okunan, düşünce bakımından zengin ve tutarlı, anlatmak istediğini belli bir okur kitlesini hedeflemeden anlatan bir tarzı vardı. Onunla ilk kez belediye tiyatrosunun ara sıra sahnelediği oyunlardan birisini izlemeye gittiğim akşam karşılaştım. Ziya Yılmaz oyunun yazarı ve yönetmeniydi. Bir yazarın bu ilçeye taşındığı duyulduğu zamandan beri belediye tiyatrosuna yardımlarda bulunmuş, çeşitli oyunlar yazmış ve yönetmişti. Tüm edebi yarışmalarda da jüri heyetlerinde aranan isim olmuştu. Burada el üstünde tutulan, hatırı sayılır kişilerdendi. Belediye başkanı ondan övgüyle söz ediyor adeta o olmadan önce köy hayatı yaşadıklarını şimdi hiç değilse yılda birkaç kez bu tür oyunlarla sanatın büyülü havasını duyumsadıklarını söylüyordu. O akşamki gösterimin ardından yanımda oturan belediye başkanı beni Ziya Yılmaz ile tanıştırdı. Orta boylu, saçları ağarmaya başlamış ama dinç ve sağlıklı bir görünümü vardı. Oyun için tebrik ettiğimde çok mütevazı davranmış, yüzünün kızaracağını anlayıp başını önüne eğmişti. Ben de O’nu bu halden kurtarmak için konuyu değiştirmiştim. Oldukça sıcak, konuşanın sözlerini kesmemeye özen gösteren, dikkatle dinleyen, karşısındakine sayı duyduğunu hissettiren, hitap tarzı oturaklı, konuyu fazla dallandırıp budaklandırmadan anlatan, ağırbaşlı, ciddi bir kişilikti. Sonraki günlerde birçok kez onunla birlikte sohbet ettik. Hatta makam odamda beni ziyarete geldiği bile oluyordu. Artık eşlerimiz de birbirlerini tanıyor bazen akşam yemeklerini beraber yiyorduk. Onunla konuşmalarımızda bana hep yeni yazacağı hikâye, roman veya oyunlardan bahseder, onlar hakkında eleştirilerimi öğrenmek isterdi. Bu doğrultuda yazdıklarını bana okutur “Beni elinden geldiği kadar eleştir, buna ihtiyacım var, sen ve senin gibiler burada azsınız, sizlerden eserlerim hakkında olabildiğince görüş edinmeliyim” derdi. Ben de bu küçük yerdeki görevimin pek yoğun olmamasını fırsat bilip onun eserlerine katkıda bulunmak için elimden geleni yapardım. Yaptıklarım benim de hoşuma giderdi. Sanat öylesine büyüleyicidir ki içine girdikçe yeni yeni dünyaların, hislerin ve onların ruhunuza yaşattığı hazların verdiği sevinç ve coşku sizi çevrenize, işinize ve en önemlisi kendinize daha çok bağlar. Ziya Yılmaz’a yardım ederken biraz da olsun sanatın bir ucundan tutmakla memuriyet nerdeyse ikinci işim olmuş, yaşamın güzel ve zevkli bir uğraş olduğunu duyumsamıştım.
Günlerim Ziya Yılmaz sayesinde sıra dışı bir ivmeyle yol alıyor, ilk zamanlar küçük ve sıkıcı bulduğum bu ilçeyi artık daha çok seviyordum. İlk geldiğim zaman büyük bir köy görünümündeki ilçenin kendisini bana bu kadar çok sevdireceğini hiç aklıma getirmemiştim. Her ne kadar dışarıdan gelenler için görünüşte pek ilgi çekmese bile bir sanatçı için değişik duyguların özünün kavranabilmesi bakımından ideal bir yerdi. Bizim Ziya Yılmaz’ın neden burada yaşamayı seçmiş olduğunu yavaş yavaş anlayabiliyordum. Nedendir bilinmez ama orada yalnız yaşayan insanların yalnızlığı kendilerine arkadaş edinebildiklerini, kendileriyle daha barışık bir şekilde yaşadıklarını gördüm. Sanki hepsi birer sanatçıydı ve o büyük köyü duygularıyla, anılarıyla kendileri inşa etmişlerdi. Kuşkusuz bu sanatçıların üstadı bizim Ziya Yılmaz’dı. Onunla beraber sokakta yürürken gelip geçenlerin Ona bakışlarını, konuştukları konulardaki seviyeyi fark etmemek imkânsızdı. Neyse üstat Ziya Yılmaz’ın ben oradayken çıkardığı üç kitabı da sanat çevrelerinde başarıyla adından söz ettirdi. Zaten bu üç kitap yayımlanmış son kitapları oldu. Bir gün çalışma odasında ölü olarak bulundu. Onu en son ölümünden on beş gün önce görmüştüm. Anlaşılan yine önemli bir konu üzerinde çalışıyor odasından bile çıkmıyordu. Daha evvel birçok kez odasında kapanıp günlerce çıkmadığını biliyordum. Böyle zamanlarda eşi bile onu rahatsız etmemeye çalışır, mümkün olduğu kadar eve misafir de kabul etmezdi. Dostum Ziya odasına kapandı mı anlardık ki O rahatsız edilmemeli. Ona yapılacak en büyük yardım O kendine gelinceye kadar onunla konuşmamaktı. Bu tür anlarda bazen gece geç saatlerde dışarıda dolaşmaya çıktığını eşinden duymuştum. Dolaşmaya çıkar ve sabaha karşı eve dönermiş. Hatta bir keresinde Antalya yolu boyunca epeyi bir mesafe yürümüş, yolda yorgun düşmüş, tesadüfen oradan geçen bir polis otosuna kendisini evine bırakmasını rica ettiğini bana o otodaki meslektaşlarımdan birisi bildirmişti.
Öldüğü zaman da çalışma odasına kapandığı dönemlerden biriydi. O gün eşi bizim evdeydi. Akşam eve dönüp de sanatçı dostuma yemeğini vermek için odasına girdiğinde onun gövdesi masaya dayanmış, başı önüne eğilmiş cansız duran bedeniyle karşılaşmış. Telefonu açtığımda karşı taraftaki korku, telaş ve hıçkırıklar içindeki sesin Nevin Hanım’ın olduğunu anladım. Ne olduğunu bana güç de olsa anlattıktan sonra apar topar onların evine vardık. Odaya ilk girdiğimde çok sevdiğim bir dostumun ölmüş olmasının üzüntüsünü o telaşlı halimle ancak kavrayabildim. Nevin Hanım’ın ağlaması durmaksızın devam ediyordu. Ardından korkuyla karışık bir heyecan duyumsadım. Dostumun ölmemiş olabileceğini bile aklıma getirdim. Masanın bulunduğu yere baktım ve çok sevdiğim dostumun, üstat Ziya’nın cansız bedeni oracıkta duruyordu. Üzerime büyük bir yorgunluk çöktü. İlk anda öne doğru adım bile atamadım. Gözlerimi onun cansız, o anda trajik bir duruşu olan bedenine odaklamış sadece bakıyordum. Biraz sonra gözlerimi masaya doğru kaydırdım. İkinci bir şoku da orada geçirdim. Çünkü benim geçen sene ona hediye ettiğim Emniyet Teşkilatına ait tabanca masanın sol tarafında, dağınık haldeki kağıt ve kitapların üstündeydi. Tabancayı bakışlarımla o kadar büyütmüşüm ki onun baskısı beynime bir ağrı olarak saplandı kaldı. İntihar etmesi ve özellikle de benim hediyem olan tabancayla intihar etmesi kendimi adam öldürmüşüm gibi suçlu hissetmeme sebep oldu. Yüreğim daralmaya, etraftaki sesler zihnimde karışmaya başladı. Yavaş yavaş masaya ilerledim. Sağa baktım, sola baktım ama yerde veya onun üstünde tek bir damla kan görmedim. Demek ki intihar etmemişti. Normal bir ölümdü. Az önceki suçluluğun yerini(e) tuhaf bir ferahlık aldı(çöktü). Odaya girdiğim anda kaybolan bilincim yerine gelmişti. Kendimi toparladım. Eşime Nevin Hanım’ı başka bir odaya götürmesini söyledim. Nevin Hanım gerçekten bitkin bir haldeydi. Onlar odadan çıktıktan sonra dostumun nabzını kontrol etim, kulağımı kalbine dayadım. Ses yoktu. Vücudu soğuktu. Derideki ölü lekeleri hafifçe belirginleşmeye başlamıştı. Gözlerde yumuşama ve bulanıklık fark edilir haldeydi. Kasları gevşemiş ve eklemlerde de katılaşma başlamıştı. Demek ki öleli fazla olmamıştı. En fazla altı saat önce ölmüş olabilirdi. Akademi de öğrendiğim bu bilgileri bir gün onun üzerinde de tatbik edeceğim hiç aklıma gelmezdi doğrusu. Birkaç dakika sonra doktor geldi. Herhalde Nevin Hanım bizi aradıktan sonra doktoru da bir ümit vardır diye aramıştı. Doktor muayene ettikten sonra kalp krizinden öldüğünü açıkladı. Peki o tabanca, her zaman masasının çekmecesinde olduğu halde o gün neden masanın üstündeydi. Cenaze işlemlerini tamamladık, rahmetliyi toprağa verdik, yaklaşık bir ay sonra Nevin Hanım bana rahmetlinin günlüğünü getirdi. Ben de hemen okudum. Yazılanlarda, kendi ruh yapısını anlatan, benim aklımdaki birçok soruya ışık tutan kısımlar vardı. Rahmetlinin ölmeden birkaç ay önce yazmaya başladığı bir durum her şeyi açıklıyordu. Yazdıklarının önemli bir bölümü şöyleydi:
16 Kasım: Kimsin sen. Üç dört gündür seni görüyorum. Buralarda o yanındaki küçük çocukla daha yeni peydah oldunuz. Bana bazen öyle tanıdık birisi gibi?? geliyorsun ki sanki beni tanıyormuşsun da arayıp beni bulmuşsun gibi?? bir his var içimde. Güzelliğini o mütevazı yürüyüşün ve hareketlerin yok ediyor farkında değilsin. Sende ayrı bir hava var. Bugüne kadar hikâyelerime gerçek hayattan birçok insanı kahraman olarak seçtim ama senin gibi farklısına ilk kez rastladım. Seni buraya, karşımızdaki eve gönderen güç herhalde seni bir hikâyeme kahraman etmem için gönderdi. Geçen gün sen evden elinde çocuğunla çıkınca hemen ben de dışarı fırladım. Burada seni takip ettiğimden kim şüphelenir ki. Başladım peşinden yürümeye. Bir ara arkanı döndün ve beni gördün. Vücudunun ürperdiğini, heyecanlanıp paniğe kapıldığını hissettim. Sonra birkaç adım daha yürüyüp önüne ilk çıkan üç katlı bir apartmanın içine girdin. Eminim ki beni atlatmak için oraya girdin. Çünkü az ilerideki tanıdığım bir dükkânın içinden senin girdiğin apartmanı gözlemeye başladım. Birkaç dakika sonra apartmanın kapısı açıldı. Dışarı çıktın, etrafına bakındın, beni atlattığını düşünüp yoluna devam ettin. Daha fazla ürkütmemek için seni daha fazla takip etmedim…
22 Kasım: Tek katlı evimin bahçesinde biraz temizlik yaparken senin evinin kapısı açıldı. Beni gördün. Dünkü gibi tekrar içeri girmedin. Kapıyı yavaşça kilitledikten ve kapının kilitlenip kilitlenmediğini kontrol etmek için kapıyı ittikten sonra çocuğunun kolundan tuttun ve tek katlı evinin pencerelerinden içeriye bakarak evin arka tarafına dolandın. Pencereden içeriye neden baktın? Bir şey mi gizliyorsun, onu mu kontrol ettin bilmiyorum fakat seni takip etmemem için evin arkasına geçip oradan azıcık yürüyüp normal yola girdiğinden adım gibi eminim…
12 Aralık: İki gündür yoksun.
13 Aralık: Bu sabah bahçeden senin evine bakarken perdenin kımıldadığını gördüm. Demek görünmediğin üç gün boyunca evdeydin. Pes doğrusu akşam ışığı bile yakmadın.
19 Aralık: Bugün dışarıda seninle ilk kez göz göze geldik. Küçümseyici bir bakış fırlattıktan sonra sinirli sinirli çocuğunu çekiştirerek çektin gittin. Kusura bakma seni iyice çözmem gerek. Bu gidişle sen bana dünyanın en güzel hikâyesini yazdıracaksın. Seni biraz rahatsız edeceğim fakat bunu yapmam gerekiyor. Bir de ayrı bir konu var. Ben sanki seni uzun yıllar önce görmüş gibiyim. Sen de beni biliyorsun. Benden rahatsız oluyormuşsun gibi tavırların var. Fakat bana ne bir söz söylüyorsun ne de rahatsızlık verdiğim için beni polise şikâyet ediyorsun. Benden rahatsızsın. Bunu belli ediyorsun ama neden çoğu kez ben bu bahçedeyken sen de dışarı çıkıp evin arkasını dolanıp gidiyorsun. Ben bahçe de 24 saat kalmıyorum ki. Benim içeri girmemi bekleyebilirsin. Yoksa işlerin çok mu acil? Tam saatinde varman gereken bir yere mi gidiyorsun? Ben senden çok şüpheleniyorum haberin olsun!
9 Ocak: On iki gündür çalışma odama kapandım. Yeni kitabımla uğraşıyorum. Perdem senin evini görebileceğim kadar açık. Dün seni yine dışarı çıkarken gördüm. Hatta beni günlerdir görmedin; özlemiş olacaksın ki evime doğru baktın. Gün boyunca senin o masum kaçamak bakışına güldüm durdum.
12 Ocak: Senin bu gizemli halin yeni hikâyem için seni seçmeme neden oldu. Aradan kaç ay geçti ama hala seni çözemedim. Bu işin en zevkli yanı bu işte. Tanımak, öğrenmek için aylarca çırpınır durursun. Ama seninle ilgili bir arpa boyu yol alabilmiş değilim. Ama bütün kabahat eşimde. Neden karşı komşumuza ziyarete gitmez ki. Ondan bugüne kadar seninle ilgili daha hiçbir şey duymadım. O seni hiç fark etmedi galiba. Tabi fark etmez. Sen de bu gizem olduktan sonra. Aslında bu gizemli, uzak yanın karşı konulmaz bir çekicilik katıyor sana. Dünyada biricik eşim, Nevinciğim olmasa herhalde sana âşık olurdum. Ya da ne bileyim belki de biraz zayıf düşünüyorum. Neyse eşim senin hakkında bir şey söylemediği için ben de ona seninle ilgili bir şey demedim. Aslında eşime senin hakkında danışmadan kendi kafamı kurcalamam daha yararlı. Seninle ilgili aklıma neler gelmiyor ki. Hatta senin bir ajan olduğunu da düşündüm. Çünkü siyasi yazılarımda devletin beni izlemesini gerektirecek; rahatsız edici düşünceler öne sürdüğümü biliyorum. O yüzden sen bir ajan olabilirmisin? Çocuklu bir ajan! Gülsem mi ağlasam mı? Devlet bu. Ajanına çocuk ajan tahsis etmiş olabilir. Ben bilmezmiyim onların nasıl düşündüklerini. Ama sonra senin bir ajan olamıyacak kadar beceriksiz hareket ettiğinin farkına vardım.
15 Ocak: Sen ne merhametsiz kadınsın. Çocuğunun yüzüne bir kez olsun gülmüyorsun. O çocuk da zavallı senden korkusundan bir şey de isteyemiyor. Peki, sen ve çocuk iki kişisiniz ama bu çocuğun babası nerde. Yoksa sen boşandın da buraya mı taşındın. Doğrudur senin bu yaşam tarzına ve hareketlerine kim dayanır. Sen kocanın yüzüne karşı da bir kez gülmemişsindir. Belki de ben yanılıyorum. Kocan seni terk etti, onun üzüntüsü ve ızdırabından bu hallere düştün. Herhalde o yüzden bana nefretle bakıyorsun. İlahi sen, çok komiksin doğrusu! Sen şimdi onun intikamını da benden almaya kalkarsın. Kimbilir, belki beni öldürürsün. Beni öldüreceksen eğer; n’olur seninle ilgili hikayemi yazdıktan sonra öldür. Bak eğer yazmadan beni öldürürsen sana çok kırılırım, haberin olsun…
22 Ocak: Bu akşam odamın ışıklarını söndürdüm, perdeyi araladım, yine senin evini izliyorum. Bunca zamandır seni izliyorum. İlk kez bugün evinde senden başka biri var. Perdeye yaklaştığın zaman seni her zamanki gibi bağladığın saçlarından tanıyorum. Öteki de yanına yaklaştı. Senden biraz uzun. Ara sıra senin kollarından ve omzundan tutuyor. Sen onu itiyorsun. Sanırım o bir erkek. Senin kocan mı yoksa. Demek sana geri döndü. Görebildiğim ve anlayabildiğin kadarıyla aranızda şiddetli bir tartışma geçiyor…
23 Ocak: Gece boyunca sizi izledim. Sabaha karşı uyuyakalmışım. Öğleden sonra yine odamın aynı yerinden seni çocuğunla beraber elinde siyah, büyük, sağlam bir torbayla çıkarken gördüm. Çok tedirgin ve ürkeksin. Ara sıra torbaya bir göz atıyorsun. Torbayı saklamak ister gibi bir halin var. Yine evin arkasından gidiyorsun.
24 Ocak: Akşam saat onbir gibi yine elinde aynı tür bir torba var. Gecenin karanlığı sana cesaret veriyor ki dünkü tedirgin ve ürkek halin yok. Olmayan bir şey daha var. Çocuk yanında değil. Uyuyor herhalde. Kapıyı sıkıca kilitledin.
27 Ocak: Dün bahçemdeyken seni yine torbayla çıkarken gördüm. Allah aşkına nedir günlerdir bu torbalar. Sen gidince senin evine doğru gidiyorum. Geri dönersin diye de endişeliyim. Korka korka evinin kapısına geldim. Kapıyı kilitlerken torbayı koyduğun yere baktım. Hafif bir kırmızılık var. Ayakkabıyla basılmış ve etrafa ayak izleriyle birlikte bulaşmış. İrkildim. Ürperdim. Gördüğüm şey ben de evime dönüp saklanma gereksinimi uyandırdı, ama içimden bir ses evinin penceresinden içeri bakmamı söyledi. Öyle yaptım. Beyaz tül perdelerden göründüğü kadarıyla evinde normal eşyalar var. Hepsi de yerli yerinde. Dağınıklık yok.
28 Ocak: Birkaç gün önce evde tartıştığın adamı öldürdün. Mutlaka böyle oldu. Öldürdün. Cesedini parçaladın ve günlerdir parçalanmış cesedi o torbalarla bir yere götürüp yok ediyorsun değil mi? Senin hakkında düşündüklerim yavaş yavaş gerçek olmaya başladı. Herhalde sırada ben varım. Onu öldürürken seni görmediğimi biliyorsun dimi. Ben hiçbir şey görmedim. Fakat bunu sana nasıl anlatacağım. Sen benim hergün evini gözlediğimi biliyorsun. İyi öldür beni. Napalım. Seni yeterince rahatsız ettim zaten…
12 Şubat: Artık dışarı çıktığın günlerde evine geç dönüyorsun. Dün akşam odamın ışığını kapattım. Senin evini gözlerken yolun, benim evime yakın tarafından doğru evime baka baka sen geldin. Bahçe kapısında durup güzelce benim evimi süzdün. Yan odada gördüğün ışığa epeyi bir baktıktan sonra benim odamı gözledin. Bahçeye girmek ister gibi bir halin vardı. Elini duvara yasladın. Yaklaşık iki dakika süren bu bakışın ani bir geri dönüş hareketiyle son buldu. Hızlıca evine gittin. Işıklarını hiç yakmadın. Hakkımda tuhaf şeyler düşündüğünü seziyorum.
13 Şubat: Gece saat onikiye doğru sen yine dışarıdan geliyorsun. Benim evime bakacağını biliyorum. O yüzden bu sefer daha yakından izlemen için bahçe kapısını açık bıraktım. Kapıda durdun. İçeri girip girmemekte tereddüt ettin. Yoldan geçen biri olup olmadığını kontrol ettin. Usulca, gözlerini pencereme dikerek içeri girdin. Odam karanlık. Perdeyi seni rahatça görebilmek için hafifçe aralamıştım. Oraya yaklaştın. Belki o aralıktan içeri bakacaksın. Sen bakmaya başlamadan evvel camları dışarıdan içeriye süzülen ışıkta parlayabilir düşüncesiyle gözlüğümü çıkardım. Öyle vahşice içeriye baktın ki aslanın önünden kaçan bir ceylan gibi heyecandan ve korkudan nefes nefese kaldım. Birkaç saniyelik bakışın bana o kadar uzun geldi ki kalbim küt küt atmaya, göğsümü zorlamaya başladı. Bu vahşice bakışın hemen ardından hemen eve döndün.
19 Şubat: Artık iyice yüzsüzleştin. Biliyorum beni öldürmek istiyorsun. Fakat sen beni öldürmeden, senin bana baktığın zamanlarda sıkıntımdan ve korkumdan kendiliğimden öleceğim nerdeyse. Yani elini biraz çabuk tut. Artık eşimin evde olmadığı günleri takip edip ara sıra gündüzleri de bahçeme girip odamı gözlüyorsun. O anlarda ben genellikle masamda oluyorum. Örneğin bugün eşim evde yoktu. Birkaç gündür odamdan çıkmıyorum. Önemli bir konu üzerinde çalışıyorum. Saat üç gibi bir şeyler yazarken düşünmek için kafamı kaldırdım. Pencereye baktım. Tüm vücudum dehşet verici bir korkuyla irkildi. Ne zamandır beni izliyordun bilmiyorum ama benim seni fark ettiğimi görünce hemen kaçtın. Ben o perdeyi gece senin evini izledikten sonra nasıl oldu da kapatmayı unuttum. Her zaman seni izlediğim o perde aralığından bugün sen beni izlemiştin. Sen bana iyice korku vermeye başladın. O yüzden dostum Cemal’in bana hediyesi olan tabancayı masamın alt çekmecesinden çıkardım. Artık masamın üstünde duruyor. Ne olur ne olmaz. Sen tehlikeli bir dişisin.
23 Şubat: Masada çalışıyorum. Ara sıra pencereye bakıyorum. Bugün eşim evde değil. Her an penceremin önüne damlayabilirsin. Sıkıntıdan patladım. En sonunda geldin. Yine aynı yerde durdun. Bu kez akıllılık edip perdeyi kapatmıştım. Ah, zavallım benim, içeriyi görmekte zorlanıyorsun. Elindeki siyah deri kol çantanı pencerenin önüne koydun. Odanın içinde bakmadık yer bırakmadın. Perdeden doğru düzgün bir şey görebiliyormusun bilmiyorum ama bakarken ara sıra pencerenin önüne koyduğun çantana göz atman beni şüphelendirdi. Ne olabilirdi ki onun içinde. Bana bir şey mi bırakacaksın yoksa. Yahut da bir tabanca mı var onun içinde. Beni öldüreceksin bu kesin. Ya da çantada camı açmaya yarayan bir alet mi var? Tabanca olması daha yüksek bir ihtimal. Kalbim sürekli çarpıyor. O kadar şiddetli çarpıyor ki göğsüm sıkışıyor ve bu da yetmiyor öyle güçlü bir kalp çarpıntısı ki başım bile sallanıyor. Çantaya dördüncü kez baktığın anda sağ elimi tabancamın üzerine koydum. Hadi bakalım kim daha iyi nişancı. Sana şunu söyleyeyim, askerde ben hiç isabetli bir atış yapmamıştım. Senin torbalarla dışarı taşıdığın cesede bakılırsa sen daha soğukkanlısın. İlk atışta olmasa bile ikincide kesinlikle alnımdan vurursun beni. Belki de sen beni vurana kadar zayıflayan kalbim öldürür beni. Sen kurbanlarını hep böyle yavaş yavaş acı çektirerek mi öldürürsün. Günlerce penceremden baktın. Çantanı hiç oraya koymamıştın. Bugün bir basamak daha ilerledin ve çantayı oraya yerleştirdin. İçine baktın. Sanırım tabancayı nasıl daha kolay çıkarabileceğini kavramaya çalışıyorsun. Birkaç gün sonra da benim korkularıma sonsuza dek son vereceksin. Beni kesinlikle öldürmeyi düşünüyorsun. Çantada başka ne olabilir. Camın önüne bana hediye mi bırakacaksın? Elbette böyle bir şey değil. Öldüreceksin biliyorum. Bir an önce yap bunu. Artık kalbim, sen pencerenin önündeyken hep göğsümü sıkıştırıyor.
25 Şubat: İki gündür pencerenin önüne koyduğun çantana bakmakla kalmıyorsun üstelik elini çantanın içine atıp öylece bekliyorsun… Yahu senin çocuğun nerde? Yoksa ona da mı kıydın? Belki de cinayetlerine ayak bağı olduğunu düşünüp onu da öldürmüşsündür. Hem onun cesedini ortadan kaldırmak daha kolay olur. Ya da ne bileyim anaokuluna mı verdin yoksa. Tanıdığım bir yer var, oraya verseydin keşke.
Yazar dostum Ziya’nın tuttuğu bu günlük bana her şeyi açıklıyordu. Tahminlerime göre öldüğü gün olan 27 Şubat günü o kadını yine görmüş ve kadın çantadan bir şey çıkarırken bunu tabanca sanmış ve kalbine artık yenik düşmüştü. Çok yazık doğrusu. Ölüm anı muhtemelen böyle gerçekleşti. Fakat bu olayda bir tuhaflık sezmiştim. Rahmetlinin bahsettiğine göre bu kadın karşılarındaki evde oturuyordu. Karşı evde oturanın kim olduğunu araştırdım. Nevin Hanım’ın söylediğine ve çevreden edindiğim bilgilere göre karşıdaki evde öyle bir kadın oturmuyordu. Ev sahibi Almanya da çalışan bir işçiydi. Her yıl yaz aylarında ailesiyle beraber tatile gelirler ve bir ay kadar kalıp dönerlermiş. Akrabalarından hiçbirisi de kışın bu evde kalmazmış. Bu aile yaz tatiline geldiğinde onlarla görüştüm. Evin anahtarı sadece kendilerinde olduğu gibi kimseye de o kış kalması için anahtarı vermemişler. Anlaşılan rahmetlinin anlattığı gibi bir kadın ve çocuk yoktu. En önce bunu hikâyeleri için kendi geliştirdiği bir teknik olduğunu düşündüm. Fakat eski günlükleriyle beraber okuduğum bu son günlüğü İzmir’deki bir psikolog arkadaşıma gönderdiğimde rahmetlinin çok tehlikeli bir ruh hastalığının olduğu ve bu hastalık neticesinde bu tür olayları ve şüpheleri zihninde yaratabileceği gerçeğini öğrenmek, onun hakkındaki üzüntümü bir kat daha arttırdı. İşin en ilginç tarafı bu kadını kimse bilmiyordu. Rahmetli ise onu bir yerden tanıdığını yazmıştı. Evet o kadını tanıyordu. Rahmetlinin zihninde yarattığı bu kadın ondokuz-yirmibir yaşları arasında, o zamanki günlüğünde sıkça sözettiği birisiydi. O yıllarda kadının çocuğu yine vardı. Üstelik o dönem kadın daha sevimli, cana yakın, insancıl biriydi. Onu ilk romanının kahramanı olarak tasarlamıştı. Ama bir türlü bu romanı yazamamıştı. Eski günlüğünde romanın nasıl başlayıp sona ereceğini de yazmıştı. Söylediğine göre yazmak istediği bu roman, kadının komşusu tarafından bir şüphe neticesinde öldürülmesiyle son bulacaktı.
Neden olduğunu anlayamadım ama gençlik yıllarında günlüğünde sıkça söz ettiği o kadınla ilgili yazdıkları birden bire kesilmiş ve daha sonra ondan hiç bahsetmemiş.
YORUMLAR
Teşekkür ederim, zaman ayırıp okuduğunuz ve güzel yorumlarınız için. Bu tür konularda yazmayı çok seviyorum. Biraz olsun yazım beğenildiyse ne mutlu bana...
sessizliq.iyidir tarafından 9/11/2014 4:44:05 PM zamanında düzenlenmiştir.
sessizliq.iyidir tarafından 9/11/2014 4:44:24 PM zamanında düzenlenmiştir.
sessizliq.iyidir
degaje8
Çok güzel bir hikayeydi.. polisiye film ve romanları beğenerek seyreden ve okuyan biri olarak kendimi iyice kaptırdığımı söyeleyebilirim... okuyucuyu içine alabilen bir kurgu olmuş... hatta yazarın kadınla karşılaşmalarındaki şüpheli bekleyişlerinde duyduğu kalp çarpıntısını okuyucu da kaptırınca hissedebiliyor... polisiye ve gerilim yazı yazmak sanıldığı kadar basit değildir.. kurguyu yapabilmek bile oldukça geniş bir hayal gücü gerektirir.. bu yüzden sizi tebrik ederim...umarım buna benzer hikaylerinizin devamı olur.. saygılarımla...
İlginç bir hikaye.
hayatımda polisiye roman, ya da hikaye okumuşluğum hemen hemen hiç yoktur.
Hoşlandığımı söyleyemem.
Polisiye filmleri de seyretmiyorum.
Bu hikayeyi ise,
yazarının gerçek hikayesi olarak algıladım ve okudum.
Konusu hakkında bir yorum yapmak istemiyorum ama,
yazarının sunuşu başarılı diyebilirim.
Hikayenin sonuna kadar beni yazıya bağlamayı başardı çünkü.
Cümleleri güzeldi.
Fazla şüpheliymiş rahmetlik duvardan nem kapan cinsinden,tebrik ederim saygılarımla.