- 917 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
ŞU ERMENİ MESELESİNE BİR DE BİZ DOKUNALIM BAKALIM -12-
1890 Yılında başlayan olaylardan I. Dünya Savaşı yıllarının sonlarına doğru gelelim. Buraları biraz hızlı geçeceğim kusura bakmayın: Çizgiye kadar olan kısım orta okullarda bile verdiğimiz klasik bilgiler..İsterseniz çizgiden sonrasından başlayabiliğrsiniz okumaya.
1918 Yılına gelmeden önce çok önemli bir gelişme olur: 1917 deki ihtilal sonrasında Rusya’da Çarlık rejimi yıkılır. Onun yerine gelen yeni rejim I. Dünya Savaşını devam ettirmek istemez çünkü zaten iç savaşta bir hayli kayıp vermişlerdir ve iç savaşın izleri henüz tamamen silinmemiştir. İşte bu yüzden Rusya 3 Mart 1918de Brest Litowsk Antlaşmasını imzalayarak savaştan çekilir ama bu arada daha önceki Çarlık Rusya’sının diğer İtilaf Devletleri ile yaptığı gizli antlaşmaları da tek tek açıklar. Mesala Sykes- Picot Antlaşması gibi ( 1916 ylında İngiltere-Fransa-Rusya arasında Osmanlı Devleti’nin nasıl paylaşılacağına dair bir antlaşmasır bu ) İşin ilginç tarafı bu gizli antlaşmaların hiç birinde Ermenilerin ismi geçmemektedir. Yani Ne Ermenistan diye kendini paralayan İngiltere ve Fransa’nın ne de Ermenilerin omuzlarına basarak Anadolu’ya giren Rusların bağımsız bir Ermenistan kurmaya, onlara - üzerinde bağımsız yaşayacakları - bir Ermenistan devleti hediye etme gibi bir niyetleri yoktur.Ama Rusya’nın kendi iç meseleleri ve eski müttefikleriyle şimdi düşman olması Ermenilere aradıkları fırsatı verir ( Azeri ve Gürcülere de ) Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan Devletlerini kurarlar ( Tabii ki ömürleri çok kısa olacaktır..İleride değineceğiz )
Osmanlı Devleti 1918 yılının sonlarına doğru savaştan yenik çıkar. 30 Ekim 1918de de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanır. Bu antlaşmanın İngilizce olan metninde ’ Doğuda altı Ermeni ilinde bir karışıklık çıkarsa İtilaf Devletleri bu illeri de işgal etme hakkına sahiptir ’ Denir. Antlaşmanın Türkçe metninde ’Vilayet-i Sitte= Altı il ) Olarak yazılsa da İngilizce Metinde Altı Ermeni şehri denmiştir. Böylece ilk kez Ermeniler için güçlü bir ışık yanmıştır.
Ermeniler için güçlü bir ışık yanmıştır ama bu yanan ışığı bir insan adeta ’ gereksizse söndürün ’ Dercesine söndürmeye kalkmıştır: Mustafa Kemal
Mondros Ateşkes Antlaşmasından çok kısa bir süre sonra İstanbul’a gelip Boğazda demirlemiş İtilaf Devletleri donanmaları için ’ Geldikleri gibi giderler ’ Diyen bu Paşanın adı her ne kadar İtilaf Devletleri tarafından Çanakkale Savaşları sebebiyle bilinse de 1915teki bu savaşlardan sonra unutulmuştur. Onun adını tekrar hatırlatan ise Ermenilerdir. Nasıl mı? Fransa’ya 1919 yılı Temmuzunda gönderilen telgraflara bakalım:
1. TELGRAF: ’Elde ettiğimiz kesin bilgilere göre, Doğu Ordusunun eski genel müfettişi, hâlen âsi bulunan ve Doğu Anadoluda duruma hâkim olan Mustafa Kemal ile yine âsilerden Bahriye Nazırı Rauf’un teşkil ettikleri alaylarla milis kuvvetleri Ermeni Cumhuriyetine saldırmak için Erzurum’da toplanıyorlar. Silâhları tamamen alınmayan Türk ordusunun elinde her türlü imkân var. Ermeni Devletinin kurulmasını engellemek için Kafkas Ermenilerini katletmeyi tasarlıyorlar. Tehlike ciddîdir. Müdahale ediniz."
2. TELGRAF: "Hristiyanlar yeni bir katliâm karşısındadır. Urmiye kadın ve çocuklarından sağ kalanlar da tehlikededir. Nesturi ve Ermeni halkları derhal yardım istiyorlar. Gecikme kötü olacak".
Bu telgraflara göre 19 Mayıs 1919da Samsuna çıkan bilahare Erzurum’a gelen Mustafa Kemal’in amacı Ermenileri yok etmekti. Peki öyle miydi gerçekten de ? Erzurum Kongresinde alınan kararlar bu hususta ne diyordu? Ona da bakalım:
Tek bir madde var ki o da sadece Ermenilerle ilgili değil:
’ Azınlıklara siyasi hakimiyetimizi ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez. Ancak bu vatandaşların canları, malları ve ırzları her türlü saldırıdan korunacaktır ’ ( 23 Temmuz 1919 )
Şimdi çizginin altına geçiyoruz.
-----------------------------------------------------------------------------------------
Bakalım Bir Türk Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ve Ermeni meselesei hakkında neler demiş: ( İtalik yazılar ona ait değil..Sonrakiler ona ait. ) Biz Türkler ne kadar övünsek azdır!
Bizim hep devletimiz oldu!
"Türklerin hiç buluşu olmadı" diyenleri bu yüzyılın daha ilk çeyreğinde, daha 1915 yılı devrilmeden utandırdık.
Öyle bir buluş yaptık ki, dudağı uçuklayan Almanlar, buluşumuzu, kendi usullerince, uygulamak için ikinci dünya savaşını beklediler. ( Alman Nazizminin bizim tehcirden, dolayısıyla Emeni Soykırımından (!) esinlendiğini izah etmeye çalışıyor )
Onlar daha yüksek bacalı fabrikalar fikrini geliştirmeden, Enver Paşalarımız, Talat Paşalarımız, Cemal Paşalarımız, Gazi Paşalarımız, gecelerini gündüzlerine kattılar. Daha modern çağın ilk çeyreği kapanmadan, daha Rus işçileri ayaklanmadan, daha Gazi Paşa, kutsal 19 rakamını sahiplenip 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmadan, Türkler adına, müthiş bir disiplinle, devlet eliyle örgütlenmiş soykırıma mühürlerini bastılar.
Paşaların bir kısmı Ermenileri "hiçliğe" sürdüler. (Rumların trajedisi, bu yazının kapsamına girmiyor!) Hayastan’ın çocukları( Yani Ermeniler ) redifler, Hamidiyeler, Cahitler, Cahidiyeler tarafından kurşunlanarak, kılıçlanarak, asılarak, zehirlenerek, hançerlenerek, boğularak öldürüldüler. Tifüste kırılarak, donarak, yollarda açlıktan, çölde susuzluktan öldüler. Çürümeye yüz tutmuş cesetleri çakallar tarafından kemirildi. Türkler, Kürtler, Balkanlardan, Kafkasya ötesinden katliamlardan kaçan muhacirler, kısaca cahiller, insan avına katıldılar, paşaların günahına ortak olup ellerini, soylarını ve vicdanlarını kirlettiler. Daha 1915 devrilmeden "çocuklar ağlaya ağlaya can verdiler, babaları kendilerini kayalıklara, anneler bebeklerini kuyulara attılar. Hamile kadınlar el ele tutuşarak, ilahiler okuyarak Fırat’a atladılar. Yeryüzünün ve yüzyılların bütün ölümleriyle öldüler." (Die Verbrecen der Stunde- Die Verbrecen der Ewigkeit/Anın suçları sonsuzluğun suçlarıdır,
(Armin T.Wegner, Buntbuch Verlag, Hamburg)
Armin T. Wegner’in bu yazdıklarına atıfla oldukça uzun bir makale kaleme almış olan Doğan Akhan Devam etmiş:
Soykırıma uğramış halkın yeryüzüne dağılmış kurbanları gittikleri yerlerde, yıllar sonra vuku bulan "Halepçe", "Ruanda", "Bosna" ve geçen yıllarda çok sözü edilen "Kosova" görüntülerinin beterini insanlara anlattılar. Erzincan’da, kardeşinin ölüsü altında gözlerini açan Talat Paşa davası sanığı Salamon Teliryan’ın mahkemede anlattıkları, başka yerlerden, mesela Trabzon’dan, Adana’dan, Van’dan, Eskişehir’den sağ kalanların anlattıklarına benziyordu.
Amerika’ya kaçan Şebinkarahisarlı ile, Fransa’ya göç eden Klikyalı, Rus ordusunun geri çekilişi sırasında onlarla beraber Erivan’a ulaşan Muşlu, İngiltere’de yaşayan İstanbullunun öyküleri paralellik arz ediyordu. Erzurum’dan yola çıkarılan Terzibaşıyan’ın, İstanbullu Kirkor’un, Ağrılı Dikran’ın, Trabzonlu Ara’nın, Yozgatlı Anahit’in, Gümüşhaneli Nurhan’ın, İzmitli Linda’nın anlattıkları; Eskişehir’de karşılaştığı kafileleri betimleyen Ahmet Refik’in (İki Komite İki Kıtâl, Temel yay), Musa Dağının 40 gününü yazan Franz Werfel’in (Musa Dağda Kırk Gün, Belge Yay.), çocuklarının arkasından ağlayan Ararat dağının çığlığını dünyaya yayan Armin T. Wegner’in (ade.) yazdıklarıyla çakışıyordu. Amerikan Büyükelçisi Morgentrau’nun, ya da Alman Protestan Papazı Dr. Johannes Lepsius’un raporları, 1919’da İstanbul’da Divani Harp mahkemesinde tanık olarak dinlenen 3. Ordu komutanlarından Vehib Paşa’nın anlattıkları birbirini tamamlıyordu. (Bak: Vehip Paşa’nın ifadesi, Takvim-i Vekai, No 3540, Aktaran. V.H. Dadrian, Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu olarak Jenosid, Belge yay. S.88-89, ve dipnot:310) [ Musa Dağında Kırk Gün adlı Kitap da Belge Yayınlarından çıkmıştı hatırlayacak olursanız ]
Dünyanın dört bir yanında; onların öykülerini dinleyenler kulaklarına inanamıyorlardı. Çünkü anlatılanlar inanılması güç bir vahşetten ibaretti.
"Yolda, " diye anlatmaya başlıyordu mesela, "hedefsiz sürgünün" talihsiz kurbanı bir kadın.
"Hangi yolda?" diye soran olmuyordu. Çünkü o günlerde bütün yollar birbirine benziyordu. O yollardan birinde yürüyen anneler, büyük anneler, büyük babalar, seyrek olarak delikanlılar, çok fazla sayıda genç kızlar sürekli hayr mer duasını okuyorlar, "Ey göklerdeki babamız," diye mırıldanıyorlardı, "ismin mukaddes olsun, melekûtun gelsin; gökte olduğu gibi, yerde de senin iraden olsun... Ve bizi iğvaya götürme, bizi şerirden kurtar, çünkü melekût ve kudret ve izzet sonsuza dek senindir."(İncil)
Tanrı, bugün olduğu gibi o günlerde de sağır ve kör olduğu için, yüreğinde sevgi, yeryüzünde iradesi kalmadığı, kudreti ve izzeti tükendiği için, Hayastan’ın çocuklarına elini uzatıp onları gökyüzüne götürmüyordu.
Ne yol bitiyor, ne ölüm onları kucaklıyordu. Silahlarından arındırılmış Ermeni askerlerden oluşan bir İnşaat Taburunun önünden geçerlerken onlar, birkaç gün içinde kurşuna dizileceklerinden habersiz olan Ermeni askerler ümitsiz gözlerle, kafilenin arkasından bakıyor "hayr- vorti- hokin- surp astvaz" diye haç çıkararak, Tanrıya, lanetlenmiş kullarını koruması için dua ediyorlardı.
Kafile belki ilk, belki bininci virajı döndükten sonra ceset tarlasıyla karşı karşıya kalıyordu. Gözyaşı kurumuş yolculardan bir inilti yükseliyor; iniltiler kafileye eşlik eden jandarmaları kızdırıyor; kılıçlar çekiliyor, süngü takılıyordu. Bir kaç yüz cesetten sonra, kafile yola koyuluyordu yeniden. Halen kanayan yaralarıyla can çekişenler, yarılmış ellerini gökyüzüne kaldırarak ışığı sönmüş gözleriyle dağlara doğru yol alan kafilenin arkasından son kez bakıyorlardı.
Dağlarda, kafiledeki delikanlılar rasgele ayrılıyordu. Erkekler, uçurumun kenarına götürülüp aşağıda akan nehre itelenirken, hava kararıyordu. Jandarmalar en güzel ve genç kadınları seçip çalılıklara götürüyor, çalılıklardan gelen çığlıklar bir süre sonra kesiliyordu. Kadınlar arasında çıldıranların sayısı artıyordu gün be gün. Doğurmak üzere olan bir kadın, "Ne isterseniz olurum, Müslüman da olurum, Alman da olurum, Türk de olurum, diye bağırıyor; üniforması kana bulanmış bir jandarma, kılıcıyla kadını ve cenini ikiye bölüyordu. Sonra bozkır soğuğu başlıyordu. Sağ kalan yarı çıplak insanlar birbirine sokularak sabahı beklerken, bir kısmını da gece yutuyor, yeniden yola koyulduklarında yola devam edenlerin sayılarının biraz daha azaldığını görüyorlardı.
Sonra şirin mi şirin bir köye yaklaşıyorlardı. Şirin köyün sarıklı ve külahlı erkekleri yollarını kesiyor, "Ey inananlar, size "Allah yolunda seferber olun" denildiği zaman, neden yere çakılıp kalıyorsunuz?"(Kuran) şeklindeki Tanrı kelamıyla, başka Tanrının çocuklarına, ağır baltalarla saldırıyorlardı.
Biraz daha azalıyorlardı. Sonra bir kasabada mola verirken sözgelimi, kucağında üç dört yaşlarında bir çocuk taşıyan kadın, yol kenarında kafileyi seyreden yaşlı sarıklı bir adamla göz göze geliyordu. Yaşlı adımın kendilerine acıdığını düşünen kadın, kucağında taşıdığı çocuğu azcık havaya kaldırarak, "Efendi," diyordu gözleriyle, "yavruma sahip çık!". Adam çocuğu sahipleniyor ve annesinin, jandarmaların, kafilenin gözleri önünde, çocuğu bir köpek gibi, başına odunla vura vura öldürüyordu da; ne anne, ne kafiledeki insanlar ne de jandarmalar ses çıkarıyorlardı.
Çünkü yer yüzünün, çünkü gökyüzünün, tüm ölümlerine mahkum edilmişti onlar.
Bir Başka Türk daha da acıklı şeyler anlatır bir Ermeni Tehciri mağduru kadının ağzından.
Işık Kutlu takma adıyla yazan Kutsiye Bozoklar da şu satırlara yer verir:
Göçertme( Yani Tehcir, dolayısıyla Soykırım ) Anadolu’nun 70 yerleşim yerinde hemen hemen aynı anda başlatılır. Erzurumlu Loris Papikyan (1903 doğumlu) da şöyle anlatır yaşadıklarını: “…Yolda, Türklerin Ermeni kızlar ve kadınlarla nasıl alay ettiklerini gördüm. Ben öyle korkunç bir sahneye tanık oldum ki, dünya tarihinde eskiçağlardan bugüne kadar hiçbir barbar kavim kadınlara karşı buna benzer bir vahşet sergilememiştir. Dört rütbeli şahıs, insani görünümlerini yitirmiş, vahşi sırtlanlar gibi azmış aşağılık yaratıklar, bir masanın etrafına oturmuştu ve bir grup Ermeni kadın da yanlarında ayakta duruyordu; o kadınlar muhtemelen birkaç gün sonra doğum yapacaklardı. O rütbeliler hamile kadınların rahimlerindeki çocukların cinsiyeti üzerine bahse giriyor ve emirlerindeki askerlere hamile kadının karnını bıçakla deşerek bebeği dışarı çıkarmalarını emrediyorlardı. İnsan görünümlü vahşi hayvanlar neler yapmıyorlardı ki. Eğer ben bahsi geçen sahneyi şahsen görmüş olmasaydım ve bugün onu bana anlatsalardı ya da bir kitapta okusaydım, benzer bir vahşetin sergilenmiş olduğuna asla inanmazdım”. Gerçekten de bu tanıklıkları okurken yaşadığımız duygulara tercüman olmaktadır aynı zamanda Loris Papikyan.
Bunlardan Doğan Akhan eski Bir TKP li, Kutsiye Bozoklar ise Eski bir TİP lidir. Doğan Almanya’da yaşar, Kutsiye ise 1973 de vurularak sakat bırakılmış, sakat kaldıktan uzun yıllar sonra ölmüştür.
Her iki yazarın da ortak özelliği İnsan Hakları Savunucuları (!) olmalarıdır. Bu insan hakları savunucuları nazarında Türk Milleti dışında herkes insandır...Pardon. ’ Biz Ermenilere karşı bir soykırım yaptık ’ Diyen Türkler de insandır. ’ Yapmadık, kabul etmiyorum’ ya da ’ Yahu asıl soykırıma uğrayan Türklerdi ’ Diyenler insan minsan değillerdir. Çünkü bu ve bunun gibilerin kulakları ve gözleri sadece Ermenilerin anlattıklarına programlanmışken doğrudan doğruya Başbakanlık arşivinde yer alan Türk belgelerine, o belgelerde yazılan ve anlatılanlara kapalıdır.
Devlet Başbakanlık arşivi daha Tehcir kararı alınmadan Ermenilerin yaptıkları mezalimin belgeleri ile doludur ama bakmazlar bile onlara. Onlar bakmadılar diye biz de mi bakmayacağız peki? Bakacağız elbette. Bakacağız ve Loris Papikyan’ın anlattıklarının aynısını göreceğiz orada. Bir farkla ama: O anlatılanlar Türklerin Ermenilere değil, Ermenilerin Türklere karşı yaptığı vahşet olarak yer alır arşiv belgelerinde.
Sarıkamış Bozgunu üzerine sadece Erzurum ve çevresinde yapılan zulümlerle ilgili yeminli şahit ifadeleri ile öldürülen insanların sayıları, nerede öldürüldükleri, nasıl öldürüldükleri, ölen kişilerin adları hepsi çetele olarak yer alır o belgelerde. Merak edenlerin bakması için link veriyorum : www.devletarsivleri.gov.tr/assets/content/Yayinlar/.../024-ermeni.pdf
Buna göre: Köy adları ve Ermenilerce öldürülen insan sayısı aşağıdadır.
Yağan ..........................................................9
Ketvan .........................................................69
Bulkasım..........................................................6
Ağzehir...........................................................5
Güllü...............................................................5
Topalak...........................................................4
Hertev...........................................................37
Gerdekkaya.......................................................5
Surbahan.........................................................59
Tuy-u Kebir........................................................9
Ortuzu.............................................................15
Porsıh( Porsuk )...................................................12
İzmirik................................................................9
Pusudere...........................................................36
Serçeboğaz........................................................37
Hins.................................................................13
Aha.................................................................24
Kurnuc..............................................................30
Pertek...............................................................10
Haykurt..............................................................9
Bakılgan..............................................................3
Sos...................................................................32
Coğander..........................................................103
Müceldi...............................................................55
Badıcıvan...........................................................240
Hasankale( Pasinler ) merkez...................................1400 ( Sadece bu rakam kesin değildir çünkü öldürülenlerin çoğunun kimliği tesbit edilememiştir ama şahitler ölü sayısının 1400 den az olamayacağını beyan etmişlerdir. Diğer tüm katliamlar dediği gibi adları, köyleri, nerede öldürüldülleri ve nasıl öldürüldüleriyle birlikte kayıtlıdır ki öldürülenler genelde şu şekilde öldürülmüşlerdir: Kurşunla, süngüyle, baltayla, yakılarak )
Toplamını siz yapın artık. Ama yaparken bunun sadece Erzurum , özellikle Hasankale civarında olan kısım olduğunu unutmayın. Mesela Van yok burada.Diğer iller yok...Sadece Erzurum- Pasinler.
Evet...Loris Papikyan’ın anlattıklarının bir benzerini görelim şimdi: Bizinm Arşiv Belgelerimize girmiş bir dilekçe: Dilekçe sahibi :Kaskanlı Aşîret Re’îsi
Abdullah Beyzâde...Dilekçe tarihi: 12 Temmuz (1919) [ Ermenilerin ’ Türkler bizi yok etme planları yapıyorlar’ Dedikleri Erzurum Kongresinden 11 gün önce ]
Kaskanlı Aşiretinin Reisi Abdullah Beyzade , Hasankale Kaymakamına, Hasankale kaymakamı Erzurum Vali Vekili Kadı Mehmed Cevdet Bey’e, Cevdet Bey 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşaya, Kazım Karabekir Paşa da Hariciye Vekaletine ( İçişleri bakanlığı ) ve Hariciye Vekaletinde bulunan İngili Mümessili General Rovlingson’a iletir dilekçeyi.( Bizim bürokrası hâla böyle yürür maalesef )
(Kağızmanlı olduğum için burada biraz hemşericilik yaptım. Olay Kağızmanlıların başına geliyor )
Uzattık...Okuyalım dilekçeyi, daha doğrusu feryatnameyi.. ( Altı çizili yerlere iyce bakın artık. Az birşey kısalttım bu şikayatnameyi. )
Hasankala Kâ’im-i makâmı Cânib-i Âlîsine...
[Abdullah Beyzade Kars, Göle, Kağızman ve çevresinde etrafı haraca kesen ve az sayıda yakaladıkarı Türkleri Öldüren Ermenilerin kendi bölgesine gelemediklerini, emrindeki üç yüz atlı yüzünden kendi aşiretine sokulamadıklarınaı anlattıktan sonra devam ediyor...]
Geçen günlerde bundan bir iki gün ileri Kağızmanlı Kadının oglu Aziz Efendi
ailesiyle berâber ve bir dahi Osmanlı zâbiti dahi ailesiyle berâber bizim teşkilâtı
işidip tarafımıza gelmekde iken esnâ-yı râhda ( Yol üstünde ) Tiknis ile Agadeve karyesi(Köyü) arasında şose yoluyla gelir iken Potak önünde Ermenilere tesâdüf edip merkûmları katledip yanlarında cep açıp ellerini sokmuslar. Dillerini ve dudaklarını ve burunlarını kesip, gögüslerinde ve gövdelerinde cep açıp öldürmüslerdir ve millete büyük mücâzât ile müdâhaleler yapıyorlar..... Büyük makâmlara ve büyük hükûmetlerimize bu âcizlerin ahvâllerini bildiresin. Allah-ı Zü’lcelâl hazretleri sizin mu‘îni[niz] ( Yardımcınız ) olsun efendim.
12 Temmuz sene [1]335
ed-dâ‘î ( Şikayetçi)
Kaskanlı Asîret Re’îsi
Abdullah Beyzâde.
Evet..İnsanların dilleri, dudakları, burunları kesiliyor. Yanlarında ve göğüslerinde cep açılıp buralara dolduruluyor kesilen parçalar ama bunu Ermeniler görmediği gibi Türk yazarlarımız(!) da görmüyor. Osmanlı arşivlerine sırf bu yüzden girmek istemiyorlar. Ermeniyi anlıyorum da ’ İnsan Hakları Savunucusu (!) ’( Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi) Türkleri anlayamıyorum. ( Maalesef öyle azımsanmayacak kadar da çoklar. Acıklı hikayeleri daha da acıklı hale getirip anlatmaya çok meraklılar ama Türklerin de anlatacağı çok acıklı hikayeleri olduğunu bildikleri halde kafaları bu tarafa dönmüyor hiç.
Not: Resimde 25 Nisan 1918de Kars’ın Subatan Köyünde Ermeniler Tarafından katledilen çocukları görüyorsunuz.
Devam tabii ki
YORUMLAR
hocam ermeniler kendi yaptıkları işkencelerle ölümleri türkler bize uyguladı böylesi işkenceleri diyerek durumu kendi taraflarına çekmeyi becermişler biz türklerde sadece dinlemekle yetinmişler o kadar belge olmasına rağmen yinede haksız taraf türk tarafı oluyor bütün ülkemizin başı sağolsun maden ocağında 245 kişiyi kaybettik çok acı sözün bittiği yerdeyiz hocam saygılarımla
sami biberoğulları
Şu an itibariyle Soma şehitlerimizin sayısı 283 oldu. Milletimizin başı sağ olsun.
Ermeni Meselesi ile ilgili yazacaklarım daha bitmediği için şimdilik yorumuna cevap yazmıyorum. İleride bol bol konuşacağız inşallah.
Selam ve sevgilerimle.
Etkileyici ve düşündürücü bir bölümdü.
İlk kez, iki defa okuma ihtiyacı hissettim.
İlginç belgelerin varlığını öğrendik.
Aslında öğrendiklerimiz epeyce çok.
Serhat kardeşimizin uzunca yorumunu da okuduk, üzerinde beyin jimlastiği yaptık.
Sonuç olarak;
kafamızda dört dolaşan fikirler arasından,
seçip alabildiklerimizi aktaralım buraya becerebildiğimizce.
Ermenilerin, Atatürk hakkındaki düşünceleri çok ilginçti.
Gerçek olan şey;
Bolşevik ihtilali sonucunda istila ettikleri Doğu Karadeniz bölgesinden çekilen Ruslar,
bu istilada kendilerine yardım eden Ermeni ve Rum çeteleri yüz üstü bırakmıştı.
Muhacirlik nedeni ile yöre halkı perişandı ve Osmanlı da savaştan mağlup çıkmıştı.
Halkımıza kan kusturan bu çeteler,
o kadar şımarmışlardı ki;
Ruslar olmadan da, yörede bir bağımsız hareketi gerçekleştirebileceklerini düşündüler.
Türk halkına yapmadıkları işkence kalmadı.
İnsanlar, ne kadar sefil olsa da, kendilerini, topraklarını savundular ister istemez.
Çetelere karşı çıktılar, vuruşmaya, intikam almaya başladılar.
Batı devletleri durur mu?
İnsanlarınız azınlıkları katlediyorlar, bir kontrol edin, engel olun dediler yönetime.
İşte,
bu nedenle Atatürk gönderilmiştir Samsun'a.
Aslında onları korumak, kollamak için.
Atatürk akıllı komutan.
Gerçekleri gördü, gerekli adımları attı.
Yazıyı okudukça,
bu günlerdeki yankıları biraz daha üzüyor insanı.
Sokaklara çıkıp, hepimiz Ermeniyiz diye bağıranlar hani.
Diplomatlarımızın katledilişlerini hatırlarım.
Ne çok yüreğimiz yanardı.
Sonra,
birileri çıktı,
kökünü kazıdı zalimlerin.
Biz de,
b.k çukuruna soktuk o hainlere hak ettikleri dersi verenleri.
Neyse...
dağıttık konuyu.
Yorum yapalım derken,
içimizde birikenleri dökmüşüz ortaya.
Serhat kardeşim de,
olaya insani açıdan yaklaşmış.
Savaşı kim sever, kim ister?
Ama,
beni öldürürsen,
muhakkak bir bedeli olur bunun.
Biri çıkar, hak ettiğin cezayı verir.
Bu karmaşada,
kurunun arasında yaş da yanar tabi ki.
Bu tür acı olaylar yaşanmasın diliyorum ama,
insan oğlu hiç akıllanmıyor.
Bir son söz;
Güçlü devlet olmaz isen,
bu tür problemlerini usulünce çözmene izin vermezler.
Kozlar senin elinde ise,
oyunu istediğin gibi yönetirsin.
Problemini de usulünce çözersin.
Siz yazmaya, biz okumaya devam hocam.
Serhat BİNGÖL
Gökhan Bey
Sami hocamın hoş görüsünden ve sizinde benim çok kıymetli dostum olmanızda güç alarak yorumunuza fikri anlamda katılmak istedim.
Yorumunuzun her satırına katılıyorum ancak birkaç noktada ilave etmek istediğim hususlar var
Öncelikle şunu belirtmek isterim bu olaylar siyasi derinliği olan sosyolojik konular bunu yorum köşesinde anlatmak pek mümkün olmuyor yorumu kısa tutayım derken bu seferde anlatmak istediğimi tam olarak anlatamıyorum üstelik imla hataları da çabası.
Değerli dostum; elbette savunma en doğal haktır. Kaldı ki Sami abimin yazısına yaptığım yorumda şu taraf haklı bu taraf haksız demedim. Şunu demek istedim. Hem Ermenistan hem de Türkiye deki siyasi çevreler tarafından. Bu sorunların kronik halde tutulmasının birçok sebebi var. En baş sebebi hep bir düşman olgusu yaratılarak ülkelerin insanına demokratik ve ekonomik haklarını sorgulama fırsatı vermemekti. Bunun gerekçeleri uzun siyasi saptamalar gerektirdiği için dediğim gibi bu yorum köşesinden anlatmak takdir edersiniz ki çok zor.
‘’Güçlü devlet ‘’ olmak günümüzde sübjektif bakış açısına göre değişir. Eğer güçlü olmaktan kastınız askeri anlamdaysa şunu söyleye bilirim ki daha baştan dünyanın en güçsüz devleti olmuşsunuz demektir. Bu günün siyaset dünyasında güçlü devlet olmak 1 demokratik gelişmişlikle 2 ekonomik gelişmişlikle ölçülür. Dünyanın ulaştığı bilgi ve teknoloji çağında en etkili silahı üretmeniz birkaç aylık işdir. Yani bunu her ülke öyle yâda böyle yapabilir.
Fakat demokratik ve ekonomik gelişmişlik uzun zaman alır. Ve asıl GÜÇ budur.
Saygı sevgi selamlarımla.
sami biberoğulları
Bizden hep istenen '' Yahu kıvırmayın işte, yapmışsınız bir soykırım bunu kabul edin de siz de rahatlayın biz de rahatlayalım''
Hani bir tek Ermeni de çıkıp '' Yahu biz de yapmışız bir şeyler, hani sizin dediğiniz gibi soykırım olmasa da katliam yapmışız '' dese gam yemeyeceğim de yok...
Bu durumda neden ben yırtık dondan fırlar gibi '' Evet yaaa haklısın valla kardei,biz sizin soyunuzu, sopunuzu kırmışız, hadi gel öpem de geçsin '' diyeyim. Eğer eller birleşecekse karşı tarafın da uzatması gerekmez mi elini?
Selam ve sevgilerimle.
Kıymetli hocam
Kaleme aldığınız ermeni meselesiyle ilgili yazı dizisini ilgiyle okuyoruz.
Sami abi, sizinle hiç karşılaşmamış olmamıza rağmen yazılarınızdan tanıdığım kadarıyla sizin çok merhametli yüreği insan sevgisiyle dolu harika bir insan olduğunuza inanıyorum.
Bir okuyucunuz veya sayfadan bir öğrenciniz olarak hakkınızı teslim etmek adına şunu söylemek isterim ki bu yazı dizisi boyunca olabildiğinizce belgeye dayalı ve tarafsız bir şekilde bizlere bilgi aktarıyorsunuz bu nedenle sizi gönülden kutlarım. Bazı satır aralarında savunmaya dönük sözleriniz oluyorsa da buda çok doğal insani bir şey.
Şüphesiz ki tarih de Türklerle Ermeniler arasında olduğu gibi başka milletler arasında da büyük trajediler yaşanmıştır. Bunu da en ayrıntılı şekliyle sizin diğer yazılarınızdan da öğrendik öğreniyoruz.
Ancak tuhaf olan şey şu; başka ülkeler bu tip sorunlarını bir şekilde çözmüşken yâda en azından dünya kamuoyuna yansıyan bildiğimiz kadarıyla sürüp giden bir olay olmaktan çıkmış. neden bizim ülkemiz bu sorunlarını çözemiyor. Fikrime katılırımsınız katılmazımsınız bilemem ama Buradan sonrasında Âcizane ben kendi yorumumu sunacağım; Türkiye deki belli kafa yapısındaki insanlar bilerek ve isteyerek yıllarca insanlara demokrasi kültürünü geliştirip aşılamak yerine sürekli şoven duyguları insanlara dikta edip inkâr politikaları izlemişlerdir. Denile bilir ki; efendim bu işleri ilk Ermeniler başlattı doğruda olabilir. Ancak bu bizlerin çok masum olduğu anlamına gelmez.
Çünkü Savaşın dini imanı yoktur. Savaş çok acımasız bir şeydir. Bu nedenle savaşta yaşanan hiçbir vahşet beni şaşırtmaz. Ve yine bu nedenle de savaşa ve ordulara karşı olmuş anti militarist bir düşünce yapısına sahip biriyim.
Efendim ordular olmasa insanlar güvende olmaz iddiasına tebessüm eder geçerim. Ne yapayım bu günün insanının nesnel koşularında başka bir şey elden gelmez.
Yorumumu çok uzadı biliyorum ama hayatımdan iki örnek verip susacağın sonrada sizden yiyeceğim fırçayı bekleyeceğim.))
1915 olaylarına tanık olmadım tabii ki ancak anlatacağım şu iki olay bence insanın savaş psikolojisin de neler yapa bileceğinin ipuçlarını fazlasıyla veriyor.
1.Evrensel hukuk ihlaliyle zoraki uygulama sonucunda Askerlik görevimi İzmir de yaptığım yılarda Yunanistan la savaşın eşiğine gelmiştik. Bizler gece yarısında tam tesisat hazır bekliyorduk bölük komutanı bir konuşma yaptı. Yani askere gaz verdi. Sanki kendi cephede en önde savaşacakmış gibi gerçi ne yapsın onunda iş o onun için maaş alıyor. Neyse o gazın sonrasında sekiz aylık kısa dönem tahsilli arkadaşlar hariç çünkü onlar daha önce savaşmamış olsalar da savaş ortamını ve sonuçlarını tahmin edebilecek eğitim seviyesine sahiplerdi ama diğer askerler emin olun yerinde zor duruyorlardı. Savaş başlasaydı o insanların neler yapa bileceğini tahmin etmek çok da zor değildi.
2. olarak ta bir arkadaşımın kırtasiye dükkânında olduğum sırada arkadaşımın tanıdığı bir adam fotokopi çektirmek için geldi arkadaşımın hal hatır sormasının ardından adam askerden gelmiş oğlunun kendisine getirdiği hediyeden bahsetti ne hediyesi falan derken cüzdanından bir teröristin bedeninden kesilmiş kulağı gösterdi oğlundan gurur duyarak bizlere göstermişti. Bu kafa yapısında bir adamın da oğlunun da savaş ortamında neler yapa bileceğini düşünmek bile istemem doğrusu. Örneğini verdiğim bu iki olay 85-2005 yılları aralığında yaşandı.1915 yıllarının yaşam koşularında değil.
Bir yazınız da olduğu gibi her kez sizin gibi asil ve kaliteli bir düşünceyle oğlunun insanların canının kurtarmasında gurur duymuyor maalesef.
Son olarak diyorum ki; barış ve dostluk uygar insanların işi
Sürç-i lisan etiysem affola.
Saygı selamlarımla.
sami biberoğulları
Oldukça haklı olduğun noktalar var ki özellikle Demokrasi Kültürü konusu çok önemli. Yahu bu memlekette 141, 142 ve 163. Maddeler daha yeni kalktı gözünü seveyim.
Bakma sen bizim T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük Derslerinde CHP, TPCF ( Terakki Pever Cumhuriyet Fırkası ) SCF 'nin ( Sebest Cumhuriyet Fırkası ) Kuruluşunu '' Ülkemizde ilk demkratik adımlar '' olarak anlatmamıza. Hangi demokrasi?
Verdiğin diğer örenkelre gelince: 1. Örneğin tıpkısının aynısını Amerikan filmlerinde bol bol gördük. Kahraman Amerikalılar hain Vietnamlılar üzerine gönderilirken. 2. Örnek asıl sarsıcı olan ama benzerlerinin yaşandığını biliyorum. hatta bir tanesini '' İsyan '' adlı ( Tamamalayamadığım ) Roman denememde kullanmıştım.
Savaş ortamı insanı gerçekten de insanlıktan çıkarıyor tamam onu anlıyorum da barış ortamında bir kesilmiş kulağı cüzdanında taşıyan insanı anlamam mümkün değil.
Bir zamanlar televizyonda gördüğüm bir haberi abimle paylaşmak istedim . Baktım o seyretmemiş. Anlattım. Avusturya ya da Avustralyada bir baba seneler boyuunca kendi öz kızını evden hiç çıkartmayarak ona tecavüz ediyor. Hatta kızından çocuğu bile oluyor. Bu durum seneler, seneler sürüyor ama hiç bir komşu da işin farkına varmıyor.
Abime dedim ki ''Yahu bu nasıl olur?'
Cevabı çok ilginçti: ''Samiciğim...İnsan denilen yaratığın yapamayacağı hiç bir kötülük yoktur. Benim artık Yok yahu insan bunu yapmaz Diyebileceğim hiç bir şey kalmadı.''
Öyledir...'' Yok yahu bu kadar da olmaz diyebileceğimiz hiç bir şey yok. Hele hele de daha önceki bir bölümde de dediğim gibi sokak ortasında karısını, kendi öz çocuklarını kurşun yağmuruna tutan bir insanı bir de savaş ortamında ve de düşman gördüğü insanların karşısında düşün.
Ben de düşünüyorum...Düşünüyorum...Düşünüyorummm ve diyorum ki bu vahşeti neden sadece Türkler yapmış olsun?
Anlatmaya çalıştığım bu işte.
Bu günkü terör olayları için de durum budur. Hani görmedim ama pek çok askerimizin gözlerini oydukları , kafa derilerini yüzdükleri söyleniyor.
Uzattım...Kusura bakma...
O savunma içgüdüsü konusunda ileriki bölümlerde ( Belki yazının bitiminde ) Bir şeyler yazmayı zaten düşünüyorum. Ona da o zaman cevap vermiş olayım ha?
Selam ve sevgilerimle.