- 473 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Fizik Tedavi Polikliniği
(Ülkemden Ak Pak Manzaralar)
Sırası gelince kimliğini bayan memura uzattı. Merkezi sistemden telefonla randevu almıştı ama müracaatta kayıt yaptırıp ilaç için barkot alacaktı…
Bayan memur, başını az kaldırıp:
“Kime?” diye sordu adama.
Adam:
“Fizik Tedavi.” dedi.
Bayan memur:
“Doktor tercihin var mı?” diye tekrar sordu.
Adam:
“İsmail Saraç.” dedi.
Bayan memur, klavye tuşlarına basa basa işlem yaparken adam devam etti; “bir de Rafet Demirel’e istiyorum.” dedi. “psikiyatriye…”
Kayıt işlemini bitirip iki doktor için iki barkot aldığında saat dokuza on vardı. Kendi hatası yüzünden şimdi acele etmeliydi. Çünkü telefon randevusu alırken dikkatsizlik yapmış; Fizik Tedavi saati dokuzken Psikiyatri için dokuz yirmiye okey vermişti. Durumu fark ettiğinde, üşengeçlik edip değiştirmemişti de. Değiştirmemişti ama şimdi iki pabucu bir ayağına giymek gibi sıkıntılı bir durumu vardı.
Merdivenleri koşar adım yürüyüp üst kata çıktı. Altı aydır düzenli geldiği için psikiyatri polikliniğinin sağ karşıda olduğunu biliyordu ama Fizik Tedavinin yerini bilmiyordu. Biraz duraksayıp bakınca onun da sol karşı tarafta olduğunu gördü. İçinden “İyi” derken geçip asansör yanındaki duvar dibine dikildi. Oradan her iki kapı da görünüyordu.
İki doktor da henüz gelmediği için vizite başlamamış. Bunu, kapıların kapalı ve kapı önündeki kalabalığın hareketsizliğinden anladı. Hem, kapı üstü monitörlerinde muayenedekinin, sıradakinin ve sonrakinin isimleri harf harf yürüyüp geçmiyordu. Hatta fizik tedavi kolikliğinin monitörü açık değil, ışımıyordu bile.
Bir süre bekledikten sonra psikiyatrinin monitörü açıldı. Orada üç isim vardı ama kendi ismi yoktu. Oysa randevu saati dokuz yirmiydi. Tahminine göre ikinci sıra onun olması lazımdı. Fizik tedavi saati ise dokuzdu ki, vizite dokuzda başlamış olursa onun ismi ilk sıraya tekâmül eder. Baktı, fizik tedavi polikliniğinin monitörü hala kapalıydı ve kapı önündeki kalabalıktaki durağanlık sürüyordu.
İki randevu saatinin çakışır gibi olması canını oldukça sıkıyordu. Cebinden çıkarıp kayıt kabulden aldığı barkotlara baktı. Barkotlarda muayene saati yerine sıra numarası yazıyordu. Fizik tedavi numarası 11, psikiyatri ise 38. O an içine kurt düştü. On bir uzak sayılmazdı ama otuz sekiz beklenmez. Sıranın gelmesi öğleyi bulur. Belki de öğleden sonraya bile kalabilir.
Hemen koşup alt kata indi. Kayıttaki dört gişe önünde de ön uzun kuyruklar vardı. Tekrar sıraya girip tekrar bekleyecek değil ya; elindeki kâğıtları gösterip oradakilerden izin isteyerek ön tarafa gitti. Kayıt yapan bayan memura durumu anlatıp yanlışlığın düzeltilmesini isteyecekti. Önceden randevulu olduğunu bilgisayarında görememiş olmalı...
Sıranın başında işlem yaptıran yaşlı adam asabi gibiydi. Aksi gözlerini asık suratıyla bütünleştirip adama:
“Sıraya gir!” dedi sertçe.
Adam, başını büküp elini savurarak; “hay aksi!” veya “hay aksilik!” dermiş gibi bir tavır takındı. Bu arada güvenlik görevlisi durumu görüp aksiliği fark etmiş olacak ki yanına gelip:
“Bir şey mi vardı beyefendi?” dedi.
Adam, durumu kısaca anlattı ona.
Güvenlik görevlisi:
“Bilgisayarında gözükmemişse o bir şey yapamaz.” dedi, “bilgi işleme gitmelisin…”
Bilgi işlem merkezi aynı kattaki giriş kapısının yanındaymış. Orada bir süre bekledi. Çalışan genç adam, bilgisayardan başını kaldırıp yüzüne bakmıyordu bile. Bir ara beklettiği için kendisinden özür diledi. Çünkü sistemde sorun varmış da işlem yapmakta zorlanmaktaymış.
“Tamam abi, düzelttim. Sorun kalmadı.” dediğinde saat dokuz buçuk olmuştu. Mermer merdivenleri ikişer ikişer çıkıp üst kata gittiğinde fizik tedavi polikliniğindeki kapı üstü monitörü hala çalışmıyordu. Bu arada psikiyatridekinde kendi adını gördü. Muayenedekinden sonraki sıra onun. “Yapacak bir şey yok” dedi içinden. Fizikteki muayenesi nasıl olsa olur. Düzenli kullandığı ilacı bitmiş, onu mutlaka yazdırmalıydı…
Psikiyatri sırası çabuk gelmiş, işi de çabuk bitmişti. Buna sevindi. Doktorla, kısacık da olsa bir iki bir şeyler konuşabilmişlerdi.
Kullandığı ilaçların yan etkilerinde kas sertleşmesi yapar ibaresi vardı ama psikiyatri doktorunun dediğine göre bunu yüksek dozlar yapar, onun kullandığı ilacın dozu düşüktü ve bu rahatsızlığını gidip fizik tedavi doktoruyla konuşması lazımdı. Oysa geçer sanıp oldukça savsaklamıştı ya ağrılar artıp omzundaki hareket yeteneği de yüzde elli gibi azalınca mecbur kalmıştı.
Psikiyatride işi bitince soluğu Fizik Tedavi polikliniğinde aldı. Kapı önü bekleşen hasta insanlarla doluydu ve kapı üstündeki monitör hala çalışmıyordu. Oradakilerden sorup öğrendi; hastalar içeriye sıra numarasına göre alınıyormuş. Bilgi işlem merkezinde yaptırdığı düzeltme burada işe yaramamışa benziyordu ama “boş ver” dedi içinden. Telaşa gerek yok. Panikatağı hortlatmaya, depresyonu fırlatmaya hiç gerek yok. “sakin, sakin” dedi kendisine. Altı aydır bu illetle uğraşmıyor muydu? Az mı sıkıntısını çekmiş, tam rahatladım derken tekrar sıkıntıya girmenin ne gereği var? Varsın beklediği numara olsun. Önünde on kişi var, çok değil ki! Biraz beklerse… En fazla bir saat, iki saat; zaman geçip sıra on bir numaraya geliverir.
Gidiyor, bir tur atıp geliyor, içeriye kaç numara girdi, sıra kendisine ne zaman gelir diye takip ediyordu.
Son gelişinde kapı önünde yığılışmış hasta insanlarda bir hareketlilik gördü. Sinirli gibi el, kol hareketleri yapıyorlar, yüksek sesle konuşuyorlar; öyle olunca rahatsız edici bir durumun hâsıl olduğu alenen belli oluyordu.
Dediklerine göre; yediden sonra sekizi atlayıp dokuz numarayı çağırmışlar. Dokuz çıkınca on numarayı çağırdıklarında atlanmış dokuz da onunla birlikte içeriye daldı. Bununla birlikte içeride ateşli bir tartışma başladı. Kapı açık kalmış; sesler duyuluyor, el, kol hareketleri görülebiliyordu.
Asistan bilgisayarının başında, sırası geçmiş hasta masanın beri başında, doktor da koltuğundan kalmış onların başında; sesi çıktığı kadar bağırıyordu. Ama hastaya mı bağırıyor, asistanına mı; orası pek anlaşılamıyordu.
Bir süre sonra mesele çözüldü sanki. Asistan tarafından çağrılan hasta içeride kaldı, sırası geçmiş olan dışarı çıkıp kapıyı kapadı. Dışarıda bekleyenler merak, çıkan ise şaşkınlık içindeydi. Neyin olup bittiğini sordular kendisine. İçerideki tartışmanın sebebi neydi, doktor neye kızmıştı da öyle öfkeli tutumlar içindeydi?
Hastanenin elektronik sistem bozukmuş. Önceden alınan randevular sistem bilgisayarında görünmüyormuş. Asistan, kendince bir liste yapmış ve ona göre çağırıyormuş…
Telefon parası ödenerek alınan randevular geçersiz, kuyrukta beklenerek alınan sıra numaraları geçersiz; sıranın kime, ne zaman geleceği belirsiz; o an insanlarda öfke patlaması yaşandı. El, kol hareketleri arttı, kimin ne dediği anlaşılamayan gürültüler ayyuka çıktı; sonra da açılan kapıdan öfkeli doktorun kafası çıktı.
“Ne oluyor? Neler oluyor? Nedir bu gürültü, bu kargaşa? Doktorsak biz de insanız, değil mi ama? Bu şartlarda nasıl hizmet yaparız? Nasıl hasta bakarız? Lütfen ama lütfen! Rica ediyorum…”
O an arkalardaki adamı bir gülmedir aldı. Gülme değil, onunki sessiz bir sırıtmaydı aslında. Sinir bozukluğunun yüze vurumu gibi bir şeydi o.
Doktor, bir eli kapıda, bir eli kirli kapı kasasında insanları susturup sakinleştirmeye çalışırken olup bitenlere suskun kalıp alaycı alaycı sırıtan bu adamı görünce tavrını değiştirip kırpışmayan tehdit edici gözleriyle bakıp:
“Sen niye gülüyorsun?” dedi sertçe.
Adam, istifini bozmadı, yüzündeki ifadeyi değiştirmedi ama konuştu.
“Güleriz ağlanacak halimize…” dedi. “Şu an şurada bu durumu yaşıyoruz galiba. Hasta haklı, doktor haklı, asistan haklı, haksız olan kim acaba? Daha geçen perşembeden randevu almışım. Pazartesi saat dokuza olur mu demişler; ben de tamam demişim. Saat on buçuk oldu; gelen giriyor, giren çıkıp gidiyor; ben hala bekliyorum. Gülmeyip ağlasam mı? Ne yapsam? Diş sıkıp sabretmeyip bağırsam, çağırsam; şu hastanenin yağsızlıktan gıcırdayan kapısına, kafasına göre liste yapan asistanına, hastasına bağıran doktoruna tekme, tokat mı sallasam? Sonra gidip paralelin karakolunu boylasam… Yandaş medyada “kötü adam” diye manşet olsam... Ne için? Etlerimiz ağrıdığı, eklemlerimiz sızladığı, belimiz kamburlaştığı, başımızın çatırdadığı, kulaklarımızın uğuldadığı... Ömrümüzü yediniz be, yeter!”
Adam, konuşup duruyor, susacağı yok; doktor, “la havle ve la kuvvetin…” gibi bir şeyler söyleyip kapıyı kapadı.
İçerideki hastaya, “çıkınca söyle, sırası geçenler gelsin” demiş. Bu da iyi... Önce sırası geçen iki kişi, sonra da sırası gelen on bir numaralı kendisi girdi. Çok şükür…
Asistan soldaki masada, doktor karşı masanın yan tarafında; sıralar, numaralar karışmıştı ya, bu gelen kimdi acaba?
Doktor:
“Adın ne?” dedi adama.
Adam:
“Latekmen” dedi.
Doktor, gözlerini patlattı:
“Anlamadım…” dedi. Sesi sert değil, ava avaldı sanki
Adam:
“Latif Ekmen” diye ekledi.
Asistan kız, bilgisayarına bakıp bu ismi ararken doktor adama:
“Otur şöyle.” dedi.
Adam, gösterilen sandalyeye otururken doktor:
“Neyin var?” diye sordu.
Adam, nereden başlayıp nasıl anlatacağını bilemezmiş de bu yüzden biraz sıkıntılıymış gibiydi sanki. Ağrısının sebebi kas mıydı, sinir mi, kemik mi? Buna karar verememiş, bilemiyordu. Beyin ve sinir uzmanına gitmek var, ortopedi doktoruna gitmek var; o ise Fizik Tedaviye gelmiş; doğru yerde miydi acaba? Bir bilebilse. Doktor da asabi birine benziyor. Kendisi zaten asabi… Rahatsızlığını anlatmakta sıkıntı çekiyordu. Sol eliyle omzunu tutarak sağ kolunu gösterdi.
“Kolum…” dedi. “yukarıya ve arkaya gitmiyor. Ağrı da var…”
Doktor, yerinden kalkıp adamın yanına geldi. Bir eliyle omzundan, bir eliyle de bileğinden tutup arızalı kolu hareket ettirmek istedi. Adam da yüzünü ekşiterek acıdığını ve daha fazla hareketin mümkünsüzlüğünü anlatmak isterken doktor onu bırakıp tekrar yerine geçti.
“Bu ne zamandan beridir böyle?” dedi adama.
Adam:
“Bayağı oldu.” dedi.
Doktor:
“Ne kadar bayağı?” diye sordu.
Adam:
“Üç ayı geçmiştir…”
Doktor:
“Üç ay mı? Çok olmuş. Bu kadar niye bekledin ki?”
Adam, ne diyeceğini şaşırmış gibiydi. Geç kaldığını kendisi de biliyordu ama geçen zaman geri getirilmez ki!
“Ha bugün, ha yarın derken…” diye söylendi. “Biraz ihmalkarlık da var tabii ama esas mesele başka…
Altı ay önce psikolojik tedaviye başladım ben. Sorunun suçlusu ağır depresyon ve anksiyete bozukluğuymuş. İlaç almaya başladım. Sonrasında bir uyku, bir uyku… Bir ay gibi bir süre hep yattım. Evden dahi çıkmadım. Biraz rahatlayıp kalktığımda da bu ağrıyla karşılaştım. Önceleri bunun çok yatmaktan olduğunu düşündüm. Kireçlenme olabilirdi. Zaten üç yıl önce sağ kolum kırılmış, iki ay alçıda kalmıştı. Sorunun çoğu da o kolumdaydı zaten. Egzersiz yaparsam zamanla geçer diye düşündüm. Ama geçmeyip aksine arttı. Bir süre kendi aklımca sebep araştırmaya başladım. Kas gevşetici kremler ve masaj iyi geliyor, rahatlatıyordu. Kas sertleşmesidir diye düşündüm. Kulunç da olabilirdi. Kullandığım ilaçların yan etkileri arasında kas sertleşmesi de varmış. Doktora sordum, “olmaz” dedi. O yüksek dozlar için geçerliymiş. Benim kullandıklarım düşük dozdaymış…”
Doktor:
“Ne anlatıyorsun sen?” diye adamın sözünü kesti. “bir şey anlamadım ben. Bir kere çok geç kalmışsın. İlaç yazacağım ama senin fizik tedavi olman lazım…”
Adam:
“Olur…” dedi, “ama omzumdaki ağrı ve hareket zorluğunun yanında sırtımda ve ensemde de kasılmalar var benim. Baş ağrısı da oluyor…”
“Tamam işte…” dedi doktor. “Hepsine bakacaklar.”
Doktor, “o zaman hepsine bakacaklar” diyordu. Bakacak olan kim, kendisi değil mi? Belki teknisyenlerdir. Peki, “o zaman” dediği ne zaman? O hiç belli değildi.
Doktor:
“Ben on beş Eylüle sıra veriyorum.” dedi.
Adam:
“On beş Eylül…” diye kekeledi. “Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos… Dört ay… Çok zaman!”
Doktor:
“Evet, çok.” dedi. “Zaten fazlasıyla geç kalmışsın. Senin durumun bu kadar beklemez. Hiç vakit kaybetmeden fizik tedavisine başlamalısın. Yoksa vahim sonuçlarla karşılaşabilirsin.”
Adam:
“Nedir ki bu?” diye sordu. “halk arasında bilinen biçimiyle kireçlenme mi?”
Doktor:
“Hayır.” Dedikten sonra teşhis için tıp diliyle bir şeyler söyledi. Sonrasında da, “yani, kas ve kemik sertleşmesi…” diye ekledi.
Bir an evvel tedavi olmalıymış. Onun için de ya Edirne’ye, ya da İstanbul’a gitmesi lazımmış. Öyle ya; burada Eylül’ün on beşine kadar sıra yokken Edirne’deki veya İstanbul’daki hastaneler kucak açmış, dört gözle Latif Ekmen gelsin de onu tedavi edelim diye bekliyor!
Ya da şehirdeki Özel Erman Hastanesi’ne gitsinmiş. Nasıl olsa sosyal güvencesi varmış ve az bir fark ödeyerek bu işi orada halledebilirmiş. Mesela on lira gibi… Oysa bir omuz tedavisinin seansı seksen-doksan lira gibiymiş…
Devlet Hastanesinin imkânı yok, özel hastanenin çok! Devletin cihaz almak için parası yok, özelin çok! Devlet, doktoruna az maaş verir, özel çok! Fakir fukara milleti soyan çok ama soygun düzeninin hiç suçu yok…
İşe bakın!
Pak partinin bunca yıl yaptıklarıyla ilgili en çok övündüklerinden biri de hastanelerdi. Yani sağlık hizmetlerinde yaptıkları reformlar. Demek ki, her şeyde olduğu gibi onda da çuvallamışlar. Atıp tuttukları her şey hep yalanmış. Yola devam öyleyse. Onlar yalana devam etsin, biz de inanmaya…
LaTekmen. Mayıs/2014/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.