Lejyoner Parşömeni
Yine sis.
Yine duman.
Yine rutubet.
Tanrıların unuttuğu bu lanet topraklarda, bu küflü mağarada ailemden, birliğimden, hayallerimden, özellikle görkemli Roma’dan uzakta, bir hayvan gibi öleceğim ve ne bir mezarım olacak, ne bir kitabem, ne bir yas tutanım olacak, ne de arkamdan ağıt yakanım.
Ah yüce Roma, yücelik sadece geçmişten gelen adında kaldı. Bu bok çukuruna yolladığın evlatların burada hayvanlar gibi can çekişirken, siyasetçilerin, bürokratların oturdukları yerde ahkam keserek kadehlerini tazeliyorlar. Ama bu kadar acı, bu kadar kan, bu kadar gözyaşı bir lanet gibi üzerine çöreklendiğinde o çil çil dinariiler artık seni kurtaramayacak.
Ben atalarımın yanına ulaştığımda, umarım bu yazdıklarım buradaki vahşiler dışında medeni bir insan tarafından bulunur ve burası hakkında az da olsa bilgiye sahip olurlar.
İsmim Lucius Grecea. 9. Lejyon, 3. Kohort ileri mızrakçısı bir Centurio’yum. Eboracum’da görev yapıyorken, adi bir Tribunii ile yaşadığım tartışma sonucu 38. Milkalesine gönderildim. Vallum Aelium’un karakollarında ilk kez görev yapacaktım ve bu karakollar genelde uğursuz yerlerdi. Çünkü kuzeyli vahşiler sürekli bu karakollara gece baskınları düzenler ve genelde arkalarında tanık bırakmazlardı. Daha geçen ay gelen habere göre bir milkalesine gönderilen haberci, bırak canlı birini bulmayı, ceset bile bulamamıştı. Söylediğine göre birlik adeta buharlaşıp gitmişti. Tabi Lejyon Komutanını buna inandıramadı. Komutan bu birlikteki herkesi asker kaçağı ilan etti ve başlarına ödül koydu. Ama asker arasındaki dedikodu ve korku, ödülden, komutandan hatta başkentin emirlerinden bile daha etkiliydi. Dedikoduya bakılırsa kuzeyin ormanları lanetliydi. Orada yaşayanlar medeni dünyanın rastlamadığı türden şeylerdi. İmparator Hadrian da böyle şeylerle baş edemeyeceğini anlamış ve rahiplerin özellikle Pontifex Maximus’un tavsiyesine uyarak bu devasa duvarı çektirmişti. Roma’yı ilk defa bir güç durdurmuştu ve bu güç fiziksel bir güç değildi. Bu gibi söylentiler yıllardır duvarın bu tarafında söylenegeldi ve Komutan son yıllarda kendini bu dedikodularla mücadeleye adadı. Ona göre karşıdakiler yüzleri boyalı, baldırı çıplak basit vahşilerdi. Gizlenme ve iz sürme yetenekleri sayesinde hayalet gibi yaklaşarak askerleri korkutuyorlar ve bu korkuyu onları alt etmede kullanıyorlardı. Bu yüzden korkmamamız gerektiğini, korkunun zayıflık olduğunu söylüyordu. Bense Eboracum’da bulunduğum süre içerisinde sadece bir kaç vahşi gördüm onlar da ölüydü. Dedikodulara da pek kulak asmazdım. Ben de komutan gibi düşünüyordum. Elbette fikrim değişecekti..
38. Milkalesi, 50-60 ayak yüksekliğinde doğal bir kayalık yükselti üzerine kuruluydu. Geri kalan arazi dümdüzdü ve etrafta birkaç mil arayla 4-5 tane göl vardı. En yakını 1 mil kuzeyimizdeydi. Ondan bir kaç mil kuzeybatıda ise büyükçe bir orman vardı. En yakın kasaba 10 mil güneybatımızdaydı ve gıda tedarikimizi genellikle buradaki ağıllardan ve ambarlardan karşılıyorduk. Askerlerin kendi yaptıkları içkiler dışında ise içkilerimiz aylık olarak askeri konvoyla Segedunum’dan geliyordu. Kare şeklindeki kalede 10 kule ve her biri 4 yana bakan 4 kapı bulunuyordu. Duvarlar 20 ayak yüksekliğindeydi ve konumu nedeniyle kulelerden bulutsuz ve sissiz bir havada 50-60 roma mili görüş mesafesi bulunuyordu. Yani şöyleki yaklaşmakta olan bir ordu veya küçük bir çete, aysız bir gecede bile çok fazla yaklaşamadan farkedilirdi. Sisli havalarda ise, ki genellikle sislidir, duvarların dışına kuzeye küçük ateşler yakılır ya da çevredeki tek tük ağaçlara gözcüler yerleştirilirdi. Yani kale ani yapılacak baskınlara karşı hazırlıklı ve müstahkemdi.
Ben kaleye geleli 3 ay olmasına rağmen kayda değer bir olay olmamıştı. Sadece iki kez, küçük bir kurt sürüsü devriyelere ve köylülere saldırdı. Bunun dışında garnizonu heyecanlandıran bir durum olmadı. Sextilis ayına girmiştik. Memleketimde yazın son günleriydi ama buralarda hava hep bulutlu, kasvetli ve güneşsizdi. Ayın 5’inde duvarın dışından kuzey kapısına bir köylü geldi ve kuzeydeki gölün son yağmurla yola taştığını ve yolun bozulduğunu, arabaların çamura saplandığını, eğer ilgilenilmezse yolun tamamen tahrip olacağını söyledi. Bunun üzerine kale komutanı yanıma Tullius’u vererek gidip kontrol etmemi istedi. Tullius 25 yaşında, yardımcı birliklerden, Mediolanum’lu bir okçuydu. Okçuluk konusunda usta olsa da savaş tecrübesi hiç yoktu. Birlikte yola koyulduk. Gölün batı kıyısına geldiğimizde gerçekten köylünün bahsettiği gibi yolun bozulduğunu gördük. Taşlarla ve toprakla biraz sağlamlaştırmaya uğraşsak da iki kişi çok başarılı olamadık. Tullius çimlerin üzerine uzandı ve "Biraz dinlenelim" dedi. Ben de dönmemiz gerektiğini söylesem de aslında gölün kenarında öylece yatmak o an gözüme çok huzur verici göründü. Biraz daha ısrar edince kabul ettim ve ben de uzandım. Yarı uyur yarı uyanık bir süre uzandıktan sonra havanın karardığını farkettim. Çiseleyen yağmurun hızlandığını görerek Tullius’u uyandırdım ve dönüşe geçtik. Tullius devamlı bir şeyler anlatıyordu ama ben kaleye bakıyordum. Çünkü bir gariplik vardı. Kapılar ardına kadar açıktı ve kuledeki gözcüler yerlerinde değildi. Bir baskın olmasından korkuyordum. Tullius’a sakin olmasını, gizlice ilerlememiz gerektiğini söylesem de Tullius bunu söylememle heyecana kapıldı ve koşmaya başladı. Zırhım ağır olduğundan ve o benden zayıf olduğundan onun kadar hızlı koşamıyordum. Bir süre sonra beklemesini söylemememe rağmen gittikçe uzaklaştı ve kaleye girdi. Ben vardığımda ise kale bomboştu. Yağmur dinmişti ve etraf sessizdi. Ne garnizondan ne de Tullius’tan eser yoktu. Çevrede çatışma olduğuna dair kan veya başka bir iz görünmüyordu. Eboracum’da habercinin anlattığı olay geldi aklıma. Bir baskın olamazdı çünkü kuzey tarafından herhangi bir grup gelse bizim gözümüzden kaçmazdı. Güney tarafındansa zaten duvarı geçip giremezlerdi. Lejyon komutanının dediği gibi toplu halde kaçmış olsalar Tullius neredeydi. Kuzey duvarına çıkarak dışarıya bir göz attım. Ortalık tamamen temizdi. Aklımı kaçırmak üzereydim. Bunun bir rüya olması için dua ettim ama değildi. Çaresizce aşağıya inip halen yanmakta olan ateşin başına oturdum. Zırhımı çıkartıp elbiselerimi kurutmaya çalıştım. Üzerimdeki tuniği çadırlardan birinin üzerine asmaya çalışırken belimdeki Gladius takıldı ve yere düştü. O sırada çadırların arasındaki çamurlaşmış toprak bölgenin ayak izleriyle dolu olduğunu ve bunların lejyon sandaletlerinin izleri olmadığını farkettim. Hemen üzerimi değiştirip, zırh yerine bu sefer gözcülerin toprak rengi kalın pelerinlerinden birini giydim. Kılıcımı düştüğü yerden alarak izleri incelemeye başladım. Hava gittikçe kararıyordu ve yağmur tekrar yağarsa izleri kaybedebilirdim. Bu yüzden hemen yola koyuldum. İzler kaleden dışarı çıkıyor, bir süre ilerledikten sonra doğuya doğru yolun dışına çıkıyordu. Her ne kadar asker olsam da iz sürücü değildim. Otlarda iz sürmek, çamurdaki kadar kolay değildi. Her izi, her işareti tek tek inceleyerek izlerin gölün doğu kıyısından geldiğine kanaat getirdim ve o yöne doğru hızla seyrettim.
Gece çöktüğünde zaten güç bela sürebildiğim izleri artık göremez hale geldim. Kuzeydeki ormanın içlerindeydim. Ateş yakmanın kötü bir fikir olduğunu düşünerek, yaşlı meşe ağaçlarından birine tırmandım ve kalın dallarının ortasında güvende olabileceğimi düşündüğüm bir boşluğa kıvrılıp yattım. Gecenin ilerleyen saatlerinde yine yağmur başladı. Dallara çarpan yağmur damlaları adeta beynimde yankılandığından tekrar uyuyamadım. Söylentilerden ve bugün gördüklerimden kaynaklı hayaller zihnimi rahatsız ediyordu. Gözümün gördüğü hiç bir şeyden korkmamıştım şimdiye kadar, lakin bugün yaşananlar akla hayale sığmayacak türdendi. Muhakkak mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Zaten bunun için buradaydım. Bir an aşağıdan fısıltılar duyduğumu sandım. Eğilip baktığımda kimseyi göremedim. Ama fısıltılar devam ediyordu. Çok kısık sesle gırtlaktan gelen hırıltılı bir konuşma vardı. Bu kuzeyli vahşilerin diline benziyordu, ancak hala kimseyi göremiyordum. Yağmurun sesinden doğru dürüst bir şey duyamıyordum. Biraz daha eğildiğimde seslerin tam olarak nereden geldiğini tespit ettim. Yavaşça ağaçtan inerek ve çamurun içinde yarı sürünür vaziyette sesin geldiği yöne doğru ilerledim. Çok dikkatli ilerlememe rağmen hala kimseyi görememiştim. Korkunun zihnimi ele geçirdiğini ve bana oyun oynadığını düşündüm. Tam bu esnada arkamda birşeyin varlığını hissettim. Geri dönmemle büyük bir acıyla yere yığılmam bir oldu. Yerde acıyla bir süre kıvrandım. Çenem çıkmıştı ve başım zonkluyordu. Kafamı kaldırıp baktığımda çevremde kalabalık bir vahşi topluluğu vardı ve aralarından ikisi beni göstererek bir şeyler konuşuyorlardı. Çenemin acısına dayanamadığımdan diğer tarafından vurarak yerine oturttum ve acıdan bir süre daha kıvrandım. Konuşanlardan biri beni işaret ederek bir şeyler söyledi. Kalabalığın arasından uzun boylu, saçları beline kadar uzun ve örülü, tüm vücudu dövmeli ve boyalı, domuz gibi soluyan bir adam öne çıktı. Baltasını çıkararak sap kısmını şaşkın bakışlarım arasında kafama indirdi. Bayılmadım ama kafam bin parçaya bölündü sanki. Sonra vahşi bacağımdan çekerek beni sürüklemeye başladı. Ne kadar olduğunu tahmin edemediğim bir süre yerde sürüklenerek çekildim. Gündoğarken kendime geldim.
Havadaki yoğun neme ve tuza bakılırsa denize çok yakın ve kaleden millerce uzakta olmalıydık. Sanırım bir Pikt köyündeydim. Yanımda birçok ölü veya yaralı Roma askeriyle yığın halinde yatıyorduk. İnlemeler, ağlamalar, çürümeye başlamış cesetlerin kokusu birbirine karışmış bir halde midemi inanılmaz derecede bulandırıyordu. Üzerimdeki birkaç cesedi kenara çekip biraz doğruldum. Benim gibi yaralı ve ölü askerleri küçük bir tepecikte toplamışlardı. Arka tarafımızda oldukça yüksek bir falez vardı. Biraz aşağıda ise ilerideki ormana doğru ortalama 50-60 hane görünüyordu. Yani bir Pikt köyüne göre oldukça büyüktü. İleride köyün merkezi olduğunu düşündüğüm yerde dev gibi, üzeri işlemeli bir Obelisk duruyordu. Yanında ise büyükçe bir ateşin üzerinde, büyük bir kazanda birşeyler kaynıyor, yüzleri mavi boyalı, elbiseleri pagan rahipleri andıran 3 kişi de ürpertici sözlerle kazanın çevresinde dolaşıyorlardı. Sonra daha geniş bir alanda yüzlerce mavi boyalı ve dövmeli, baştan aşağıya silahlanmış vahşinin olduğunu farkettim. 4 tane iri yarı vahşi, 4 Romalı askeri bir binadan çıkartarak ateşin başına getirdiler. Direnmeye çalışanlar tıpkı benim gibi kafalarına sert darbeler aldılar. Sersemlemiş bir biçimde meydandaki Obelisk’in yanına getirilen askerlerin adeta tavuk boğazlarmışçasına basit bir şekilde boğazları kesilip kanları meydanda bulunan küçük bir sunaktan akıtıldı ve rahip olduğunu düşündüğüm vahşiler akan kanları kase kase kazana boşalttılar. Üzerine uzaktan göremediğim bir kaç şey daha ekleyip yüksek sesle bağırmaya başladılar. Bundan sonra gördüğüm manzara bırakın gerçek hayatı, düşlerimde bile görmediğim türdendi. Kazandan tüten kara bir duman yoğun bir halde göğe yükseldi. Geniş alanda savaşa hazır halde bekleyen vahşilerin üzerinde kapkara bulutlar toplanmaya başladı. Rahipler hala yüksek sesle kendi dillerinde anlayamadığım sözcükleri söylüyorlardı. Bulutlar yeterince yoğunlaştıktan sonra yağmur başladı. Evet bu coğrafyada eksik olmayan normal yağmurdu bu, ama bir farkla. Yağmur yağmaya başladığında silahlı vahşiler gözden kaybolmaya başladı. Sanki üzerlerine doğayla aynı renkte bir boya dökülüyormuş da, kamufle oluyorlarmış gibiydi. Demek ki tüm olanları göremememizin sebebi buydu. Bir çeşit efsunlu yağmurdu bu ve bunun için yine bizi kullanıyorlardı. Kanım dondu adeta. Kimbilir şu anda hangi garnizonu gafil avlayacaklardı. Onları uyarabilseydim keşke, ama şu anda ayağa bile kalkamıyordum. O sırada vahşiler meydanda kurban ettikleri askerleri bulunduğumuz tepeye doğru getirmeye başladılar. Ben üzerimden kaldırdığım cesedi yavaşça yine üzerime çekerek beklemeye başladım. Vahşiler cesetleri birer birer üzerimize attılar ve inleyen birkaç kişiye tekme atıp, gülerek uzaklaştılar. Gittiklerini anladıktan sonra yavaşça yine olduğum yerde doğruldum. Sürünerek insan vücutlarından oluşan tepecikten aşağıya kaydım. Emekleyerek arkadaki uçuruma doğru ilerledim. Burası neredeyse 300 ayak yüksekliğinde görünüyordu. Aşağıya atlamayı düşündüm ama ölme ihtimalim yüksekti. Doğrusu atlamasam da bir şey değişmeyecekti. Ama o an diğer askerleri ve görünmeden saldıracakları kaleleri düşündüm. Bir şey yapmalıydım ama ne yapacağım konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Tekrar ceset yığınının yanına süründüm. Askerlerin üzerini araştırdım ve bir tanesinin tozluğuna gizlediği küçük bir bıçak buldum. Ardından tekrar üzerime bir ceset çekip karanlığın çökmesini bekledim. Geceyle birlikte sis de çöktü ve ben de artık yeterince dinlenip ayağa kalkabilmiştim. Ancak hala halsizdim ve birşeyler yemek zorundaydım. Önce uçuruma paralel olarak kuzeye ilerledim. Daha sonra batıya dönerek köyün kuzeyinde kalan barakalara yaklaştım. Birkaç tanesine dikkatle baktıktan sonra birinden ışık gelmediğini farkettim ve o barakaya yöneldim. Küçük penceresinden içeriye baktığımda kimseyi göremedim. Sessizce kapıdan içeriye süzüldüm. Bir somun ekmek ve biraz kurutulmuş balık buldum, aceleyle mideye indirdim. Daha sonra dışarısını kolaçan ettikten sonra evlerin, ambarların arasından köyün merkezine doğru ilerledim. Henüz ne yapacağım konusunda bir fikrim yoktu. Ama en azından esirleri(tabi geriye esir kaldıysa) nerede tuttuklarını bulabilirdim. Obelisk’in oraya yaklaştığımda taverna tarzı bir yerden şarkıların yükseldiğini duydum. Kapıda tek kişi nöbet tutuyor o da uyukluyordu. Zaten çoğu erkek gündüz köyden ayrıldığından, köyde fazla erkek olmamalı diye düşünüyordum. Tavernanın uzağından geçerek sabah esirleri getirdikleri yeri tespit etmeye çalıştım. Kapıları dinleyerek, pencerelerden bakarak tek tek evleri dolaşmaya başladım. Yine bir evin kapısını dinlediğim sırada birden kapı açıldı ve genç bir kadınla gözgöze geldim. Ne yapacağımı bilemedim ve o anda refleksle bıçağımı kalbine sapladım. Yere düşmeden önce tuttum ve sessizce içeri çektim. Hayatımda ilk defa bir kadın öldürmüştüm. Çilli güzel yüzündeki, acıyla dolu buz mavisi gözleriyle gözlerimin içine bakıyor, bir yandan da kolumu sıkıyordu. Sonra yavaşça eli gevşedi ve gözlerinin ışığı söndü. Özür dileyerek evde bulunan bir yatağa yatırdım. Buna mecburdum, eğer çığlık atsaydı oracıkta kellemi uçururlardı. Evde bir kılıç gördüm. Büyük ihtimalle kocası bugün savaşmaya gidenlerden biriydi. Elime aldığımda bizim kullandığımız Gladius’lara göre oldukça ağır olduğunu gördüm ve almaktan vazgeçtim. Evden çıkıp bir kaç ev geçerek küçük bir ağılın önüne geldim. Penceresinden baktığımda karanlıktan birşey göremedim. Kafamı içeriye uzatmamla kapının arkasından birinin boynumu yakalaması bir oldu. "Dur" diye bağırdım. Arkamdaki kolunu biraz gevşetti ama tamamen bırakmadı. Karanlıktan iki kişi üzerime doğru geldi. "Lucius" dedi birisi. Bu Tullius’tu. Elimi sıktı ve sarıldık. Dediğine göre esir olarak üç kişi kalmışlardı ve kurban edilmek yerine bu gece ne olursa olsun kaçmayı planlıyorlardı. Bağlarından kurtulmuşlardı ancak silahları yoktu. Tullius’a göre tüm köyü alt etmemiz imkansızdı, ancak rahiplerin işini bitirirsek bu büyü işine de bir son vermiş olma ihtimalimiz vardı. Bana da bu plan çok mantıklı geldi. Ağıldan çıkarak az önce kadını öldürdüğüm eve gittik. Mecburen ağır kılıcı aramızda en iri olan Vitus adındaki asker aldı. Ancak kullanabileceğinden şüpheliydim. Çünkü biz yıllarca mızrak ve kısa kılıç eğitimi almıştık. Tullius bir bıçak buldu. Diğer asker de bulduğu süpürgenin sapını çıkararak aceleyle Tullius’un bıçağıyla ucunu sivriltip mızrak haline getirdi. Vitus bizi tahmini olarak rahiplerin kaldığı yere doğru götürdü. Tek tek sokakları kontrol ederek ve saklanarak ilerliyorduk. Gerçekten Vitus’un götürdüğü tarafta diğer evlerden farklı şekilde ve her yanında sarımsaklar, ökse otları ve meşe yaprakları asılı bir ev gördük. Plan basitti. İçeriye hızla dalarak ses çıkarmalarına izin vermeden kimi görürsek öldürecektik ve batı yönüne ormana doğru kaçacaktık. Kapı kolunu hafifçe kontrol ettim. Kapı kilitliydi. Tek çaremiz kalıyordu. Vitus kapıyı büyük bir gürültüyle kırdı. Hızla içeriye doluştuk. Yalnız içeride üç yerine beş rahip vardı. Hepimiz aynı anda dört rahibi hakladık. Vitus kılıcını tahmin ettiğim gibi ikinci kez savuramadan diğer rahip elindeki boynuz parçasını gırtlağına sokuverdi. Hemen rahibin üzerine atladım. Bıçağımı kalbine sapladığımda rahip çoktan çığlığı basmıştı. Evet bir gecede ikinciye kadın öldürüyordum. Yüzündeki boyalardan kadın olduğunu anlayamamıştım. Zaten herşey bir anda olup bitti. Kadının çığlığıyla tavernadan 25-30 kadan adam baltalarıyla dışarıya fırladı. "Koşun" diye bağırdım. Bağırmamla birlikte üçümüz birden orman tarafına koşmaya başladık. Ormana girmek üzereyken arkamızdan birkaçı baltalarını fırlattı ve Tullius’un kafatası yanıbaşımda ikiye ayrıldı. Son bir gayretle sağımdan solumdan uçuşan birkaç baltayla birlikte ormana girebildim. Koşmaya devam ettim ama diğer askeri gözden kaybetmiştim. Biraz sonra kuzey tarafından diğer askerin haykırışlarını duydum. Demekki onu takip etmişlerdi, ama yavaşlayamazdım. Güneybatı yönüne dönerek ciğerlerim yanana kadar koştum. Önüme çıkan dereden bolca su içtim. Artık koşmaya dermanım kalmamıştı. Başım ağrıyor, bacaklarım titriyordu. Karanlıktan ne tarafa gideceğimi belirleyemiyordum, bu yüzden tahmini bir yön belirleyerek rastgele koşmuştum. Biraz dinlenmek için güçlükle bir ağaca tırmandım. Biraz sonra yağmur başladı. Rahipler öldüğü için vahşiler artık gizlenemezlerdi. Bu yüzden korkum biraz daha azalmıştı ama tehlike halen sürüyordu. Tan yeri ağarırken ağaçtan inerek batı olarak tahmin ettiğim yöne doğru yine koşmaya başladım. Saatlerce koştum. Başka bir derenin kıyısında yabani meyve çalıları buldum ve açlığımı bastırmasını umarak biraz atıştırdım. Bir müddet dinlendikten sonra koşmaya devam ettim. Ta ki yeterince uzaklaştığıma emin olana dek...
Gün boyu hızlı bir şekilde ilerledikten sonra hava kararınca yine geniş bir ağacın üzerinde geceledim. Ertesi sabah açlık ve yorgunluktan bitkin düşmüş bir şekilde yürürken, yavru bir geyikle karşılaştım. Yaralıydı ve bir ağacın dibine oturmuş ölmeyi bekliyordu. Şansımın yaver gittiğini düşünmeye başladım. Hemen yanına gidip acısına son verdim. Zaten küçük olduğundan daha uygun bir yerde ateş yakmak için yanıma alıp yoluma devam ettim. Tabi unuttuğum bir şey vardı. Taze eti, kanını akıta akıta bu kadar yanımda taşımam kurt sürüsünü etrafıma topladı. En az sekizli bir grup etrafımı sarmıştı. Bu durumda ya tek yiyeceğimi onlara bırakıp gidecektim, ya da sekiziyle birden savaşacaktım ki bu zırhlı ve silahlıyken bile intihar olurdu. Hemen orada geyiği yere bırakarak bıçağımla sağ arka bacağını koparıp yoluma devam etmek istedim. Bunun aptalca olduğunu sonradan anlayacaktım. Çünkü kurtlar geyiğe üşüşürken grubun lideri bendeki parçaya göz dikmişti. Hepsinin geyiğin başında olduğunu düşündüğüm bir sırada arkamdan saldırdı önce sol kolumdan, sonra da sağ baldırımdan ısırdı. Tabi bunu hayatıyla ödedi ama ben de bitmiştim. Kan kaybından ölmesem bile hasta olacaktım. Kurdun cesedine öfkeyle tükürdüm. Sonra kendi aptallığıma kızdım. İleride kayalık bir yükselti gördüm ve bir girinti bulabileceğimi umarak, kendime değnek yerine kullanabileceğim bir dal buldum ve oraya yürüdüm. Gerçekten kayalık dizisini biraz takip ettikten sonra yerden 15-20 ayak kadar yüksekte bir mağara gördüm. Yaralı olduğum için zaten sarp olan kayayı zorlukla tırmandım. Mağaranın girişi geniş gibi görünse de arkaya doğru daralıyor ve 60 ayak kadar ileride iyice küçülüyordu. Mağaranın içine girip alacakaranlıkta herhangi bir canlı var mı diye kontrol ettim. Duvarın dibinden el yordamıyla ilerlerken birşeye takıldım. Elimle yokladığımda bunun bir insan cesedi olduğunu farkettim. Kaskatı kesilmiş cesedi koltuk altlarından tutarak mağaranın girişine doğru çektim. Bu adam uzun boylu, uzun saçlı ve sakallıydı. Sakalından ve kıyafetinden Romalı olmadığı anlaşılıyordu. Ya bir seyyah ya da haberciydi. Çünkü omzuna takılı çantasında parşömenler, kuş tüyü kalemler, biraz gümüş, kurumuş mürekkep ve beni oldukça sevindiren çakmaktaşı vardı. Çantanın deri sapını keserek bacağıma ve koluma bağladım. İyice bitkin düşmüştüm ama ateş yakıp geyiğin kalan parçasını pişirmeye kararlıydım. Ölmek üzere dahi olsam asla bir vahşi gibi çiğ et yemeyecektim. Önce kuş tüyünden birkaç kalemi tutuşturup ardından biraz kumaş parçası, biraz parşömen ve değnek yerine kullandığım dalı kullanarak güzel bir ateş yaktım. Fazla olmasa da geyiği kızarttım ve açlıktan neredeyse çiğnemeden yuttum. Ateşi biraz daha besledikten sonra yanına kıvrılarak uyudum.
Uyandığımda hava kararmıştı. Ateş de sönmek üzereydi. Yattığım yerden zorlukla doğruldum. Gücümü toplayamamıştım. Yaralarımı kontrol ettiğimde iltihaplanmış olduğunu gördüm. Yapacak çok fazla bir şey kalmamıştı. Sürünerek cesedin yanına yaklaştım. Üzerindeki elbiseleri bıçağımla keserek çıkardım. Herhangi bir yerinde yara izi görünmüyordu. Nasıl ölmüş olabileceğini düşündüm. Gerçi artık çok da önemli değildi. Kısa bir süre sonra ben de ona katılacaktım. Ama ceset bozulmamıştı. Ben de burada ölecektim, kimbilir ne kadar zaman sonra birileri gelip bulacaktı. Bunu düşününce aklıma bütün bu yaşadıklarımı bir rapor niteliğinde benden sonrakilere bırakma fikri geldi. Er ya da geç yazdıklarımı bulacak birisi vahşilerin yaptıkları konusunda bilgi sahibi olacak ve daha önemlisi adi bir hain gibi savaştan kaçmadığımı öğrenecekti. Kimbilir belki Ravenna’daki aileme haber vereceklerdi. Evet daha fazla hastalanmadan evvel bunları yazıya dökmeliydim. Kuru mürekkebi tükürüğümle yumuşatmaya çalışsam da başaramadım. Çaresiz uzun süre kaybolmayacak bir şey kullanmaya karar verdim. Kendi kanımı. Mısır’a giden lejyon askerlerinden orada yüzyıllar önce kanla yazılan parşömenlerin sapasağlam günümüze ulaştığını duymuştum. Böylelikle umarım buradaki kardeşlerime bir faydam dokunur ve rahat koltuklarında oturan, buralardan bîhaber siyasetçilere bir uyarı olur. Artık elimin titrediğini ve yazımın bozulduğunu hissediyorum. Ayaklarım uyuşuyor ve ateşin yanında olmama rağmen üşüyorum. Sol kolum zaten tamamen hissiz. Dışarıda hala lanet yoğun bir sis, pis bir rutubet. Şimdi bu kim olduğunu bilmediğim gezginin yanında derin bir uykuya dalacağım. Umuyorum ki tanrılar beni atalarımın konaklarında misafir ederler. Elveda anne ve baba. Elveda güzel Dika...
9. Lejyon
3. Kohort İleri Mızrakçısı
Ravenna’lı Lucius Grecea.
Not: Bugün Lejyoner Parşömeni ismi verilen parşömenler, ilk kez şu an Birleşik Krallığın İngiltere-İskoçya sınırında bulunan Northumberland Ulusal Parkında 1897 yılında Sir Sean McConnagh tarafından bulundu. Yüzlerce yıl önce yaşanan bir sel felaketi sonucu mağaranın ağzı balçıkla kapandığından havayla temas etmeyen ortamda cesetler ve parşömenler bozulmamış bir biçimde bulundu. Yüzyılın başındaki imkansızlıklar nedeniyle cesetlerin bozulması önlenememiş ancak parşömenler sağlam kalabilmiştir. 2013 yılında Roma Tarihi üzerine çalışmalar yapan Madrid Üniversitesi Tarih Profesörü Paolo Esposito parşömenleri temizleterek tam çevirisini yapabilmiştir. Büyük bir basın toplantısıyla 2014 Ocak ayında Newcastle şehrinde yapılan tanıtımla tüm dünyaya duyurulan parşömenlerin Türkçe çevirisini siz okuyucularımıza sunuyoruz.
YORUMLAR
İş yerinde oluşum nedeni ile fasılalı okudum yazınızı ama hem akıcı hem kurgusu hem edebi anlamdaki dili kuvvetli bir yazıydı okuduğum kutlamalarımla.EMA
grafspee
Evet oldukça uzun görünen bu anlamda biraz ürkütücü bir yazı olduğunu düşündüm ama okumaya başlayınca tıpkı temposu düşmeyen bir film izler gibi kendimizi pictlerden kaçıp, zor doğa şartları altında hayatta kalmaya çalışan, vatansever bir lejyonerin yerine koyarak o kutsal vazifeyi canımız pahasına tamamlamaya adarken bulduk. İyi filmler ve yazıların böyle bir büyüsü var işte. Kendimizi bi anda pictte bulabilirdik lejyonerde nasip lejyoner olmakmış :) Sineklerin tanrısını en kısa sürede okumam lazım.Bu sineklerde çok iş var çokkkkk.Eline sağlık Fatih çok iyiydi(.)
athena tarafından 5/10/2014 2:49:29 PM zamanında düzenlenmiştir.