SEN YOKSUN ARTIK GÖZLERİMDE
Sana soğuk gelebilir bu kelimelerim, masum bir masalmış gibi gelebilir. Türk filmlerine ağlayan bu adamın yazdıklarını beklide okuyabilirsin ama yüreğim sıkıştığında ve iki damla yaş kuruyan göz pınarlarıma durduğunda seninde yüreğin sıkışabilir, ağlayabilirsin belki de ama benim için dökülsün o gözyaşları ve artık ben ağlayamıyorum, benim yerime de ağla. Ben yine o kimi zaman ismini bile bilmediğim karakterlerin hayatına ağladığım zamanlar göz yaşlarımın kıymetini bilememişim ve sadece film karelerinde olur sanırdım; insanların derdinden bir gece sırma gibi simsiyah saçlarla başını yastığa koyduğunda, olan sabahın acı dolu güneşin ışıkları aydınlattığında aynanın karşısında bembeyaz saçlarla kendini bulmasını… Şimdi gelsen uzak ülkelerin, uzak şehirlerin ötesinden ve o güzel gözlerinle baksan bana, aşkla peşine düşen ve inişli çıkışlı sevda yollarında, bıkmadan usanmadan yol alan insanı tanınamayacak kadar değiştiğini görebilirsin ki, bu adamı değiştiren ne bir yıl ne de bir ay…. Sadece iki koca haftanın duygu müsveddesi bu adamı nasıl viraneye çevirdiğini görüp şaşarsın.
Bedenimdeyken ruhum, ruhunun içinde olamamak ve taşıyamamak nedir bilir misin sevgili? Senin bulamayacağıma inandığım zamanlarda bile bu kadar ağır gelmemişti bu ruh bana, ümidimi yitirdiğim anlarda bile sana doğru yol alırken, ölüme meydan okuyan ben, ölümden hiç korkmayan ben, korkar oldum. Kendimin ölümü değil sevgili beni korkutan, ben yeni doğan her güneşle, gün içinde ölmelere alışığımdır ama bu ev, bu dört duvar ve yalnızlığım üstüme yıkılıyor, kararmış bir evi izlerken buluyorum ruhumu. Sevdiklerimi kaybetmek korkutuyor ve şizofrenik bir yalnızlığın içinde, kendi çevresine kozasını örmüş bir ipek böceği olup çıkıyorum. Yatağım terden ıslanmış, bedenim kırgın ve yastığımı gözyaşlarımla yıkanmış buluyorum, acılara göğsümü siper ettiğim her sabah… Olan her sabahta, batan her güneşin doğurduğu her akşamda ve iki bir gündeki her saat başında ben ölüyor ve tekrar diriliyorum.
“Babam ve Oğlum” filminin her karesini izlerken, son nefesini veren bir canın gözünün önünden bir film şeridi gibi yaşamı akarmış ya, öyle aktı yaşamım ve ben bir sinemada başrol oyuncusu gibi izlerken kendimi ve babamı, gözlerim kurumaktan çatlamış o nehir yatağını tekrar ıslatmaya yarayacak yaşları, yatağını taşırırcasına nereden, nasıl buldu şaştım kaldım sevgili. O an yalnızlığım, Kaf dağının zirvesine ulaştı. O yalnızlığın pençesinde kıvranırken seni bulmuş olmayı, senin yanımda olmanı, omzuna yaslayıp başımı ağlamayı çok istedim ama sen yoktun. Hayatın sana öğrettiği gibi yokluğun da, gaddar bir soğuk gibi üşütüyordu beni. Sen hiçbir babanın evladının gözlerinin en gerisine kenetleyip bakışını, buğulu gözlerle ve titreyen bir sesle “Merak etme ben ölmem. Daha senin düğününü yapacağım oğlum” dediği dramatik bir sahneyi izledin mi? Sen izleseydin, gözyaşlarını tutacak kadar vefasızlığa alışmışken, ben izlemekle kalmadım sevgili, yaşadım.
Belki bir gün hayallerini her şeyin üstünde tutan, kimsesizliğinden kurutulamamış yalnız ruhun, gerçekleştiremediği hayallerini kurduğu bu soğuk odasından sana yazdığı satırları okuyacaksın ve sefaletine hayalleri sayesinde katlanırken ana ve babasına gerçekleri, mutluluğu, evlatlığı sunamamış bu hayalperestin acı dolu hayatında sana seslendiği yazıları okuma fırsatını bulacaksın ama sensizliğin, yalnızlığın, acılar içindeyken varlığına hasretliğin, sana en muhtaç olduğunda yokluğunun ne demek olduğunu anlayamayacaksın. Bu satırlar ve bu anlatılanlar sana masalmış gibi gelecek sevgili. Çünkü sen kar’ın ortasında yanmadın, ateşte üşümeyi bilmedin. İşine gelenleri bağrına basıp, gelmeyenleri “unut, bitti” diyecek kadar katı yürekli olabildin, bu hayat gibi… Oysa ben, şu dar zamanımda bana güç vermeni, sağ elime elinin ateşini bırakmanı ne kadar çok isterdim.
Ama artık her şeyi çıkardım hayatımdan, şimdi konuşmayı bile unutacak haldeyim, sevmek şöyle dursun, sevginin adı bile yok hayatımda ve yıkılmamak için savaşan bu koca çınar yıkılmaya yüz tuttu, ruhumun bedenini bir testere kemiriyor, az kaldı, yakındır bu koca gövdemle toprağa sarılmaya…
O nedenle değer verdiğim, sevdiğim, sevgimin yüzünden sırtımdan vurulduğum, hayatıma giren canlar gibi, senin hayalini bile çıkardım sevgili. Hayatı nerde yaşıyorsan, nasıl yaşıyorsan öyle kal, çıkma gün yüzüne. Hatta unut adımı sanımı, adresimi, telefon numaramı… Çünkü bu sefil ruhun kendine faydası yok. Hayalini al da git! Sen içinde çoktan öldürmüşsün beni zaten, en kötü zamanımda seni bulmayı arzularken, sen şuh kahkahalarını ver, en lüks restoranların Çigan müziği eşlindeki bir yemek davetinde ya da beyaz atlı prensini bulacağını sandığım maskeli balolarda… Bana çığlıklarını bırak, gece gibi siyah olan çığlıklarını.... Senin bu virane gönülde ne yerin kaldı, ne de hayata buğulu bakan gözlerimde sen kaldın. Yok gerçekliğin ve sen yoksun artık gözlerimde…
BAKİ EVKARALI