- 656 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMACI fikret - 54
Birlikte kursa gittiği hiç bir arkadaşına rastlayamadı okulda. Yakın arkadaşlarından Sedat, Haydarpaşa Endüstri Meslek Lisesi’ni, Erol Kaya da, Kartal Ticaret Lisesi’ni tercih etmişti.
Pendik, siyasî olarak, tam bir Ülkücü yatağı idi. Erol, sınıftaki Çarli ve isa Hocaoğlu da ülkücülerdendi. Pendik’in içinde, solcu olarak bilinen, şüphelenilen, ya da farkında olmadan Cumhuriyet, Milliyet gibi gazete ve benzeri dergiler taşıyanların işi oldukça zordu. Pendik Lisesi’nin en bilinen, aktif, kendilerini gizlemeyen iki solcusu vardı. Bunlardan biri, müdür Ahmet beyin oğlu Raif, diğeri de ( Bu günün sanatçılarından ) Nurseli İdiz idi. Bu ikili, deli cesareti gösterip, Pendik’te, CHP gençlik lokalinin açılmasına ön ayak olmuşlar, sonunda Ülkücüler burayı basıp dağıtmışlardı. Bir süre sonra da, zamanın Milliyetçi Cephe Hükümeti, Ahmet Erişen gibi, çok değerli bir eğitim insanını, cezalandırmak amacıyla, emekliliğine çok az bir zaman kala, sürgüne göndermek istemiş, o da istifa etmek zorunda kalmıştı.
Okulun en kötü sınıflarından biri sayılırdı. Böyle bir sınıfa, başkan seçildi Fikret. Seçilmesine seçildi ama sonunda da bin pişman oldu. Yeni okul müdürü ( Mustafa Kemal Tokuç ), ona, bu sınıf yüzünden adeta cephe aldı. Kısa sürede, kendi isteğiyle bırakıp rahatladı.
Bir tek Matematik ve Fizik derslerinde zorlanıyordu. Fizik hocası, dışarıdan, meslekten olmayan biriydi. Hem herkesin korkulu rüyasıydı bu ders, hem de hoca basbayağı yetersizdi. Buna rağmen, on üzerinden beş alabilen iki kişiden biri olmuştu. Matematik hocası ise, İTÜ Makina Fakültesi öğrencisi, genç bir hanımdı. Belli ki, hem okumak hem ders vermek ağır geliyor, sınıfta çoğu zaman uyuklamak zorunda kalıyor ve yetersiz kalıyordu. Ondan da güç belâ beş alabilen Fikret, bu hanım gittikten sonra yerine gelen yeni hocadan, dokuz, on gibi yüksek notlar almaya başladı.
En büyük korkusu, yaralamadan aldığı, sonradan affa uğradığı cezanın, bir gün başına iş açıp, okumasına engel olmasıydı. O yüzden, özellikle okulda, hiç kimseye bundan söz etmiyordu. Asıl korkmadığı, aklına bile gelmeyen mesele başını ağrıtmaya başladı. Askerliği çıkmıştı ve kaçak olarak aranıyordu. Köye gelen jandarmalar karakola davet ettiler. Korkarak gittiği karakoldan istenen tecil belgesini okuldan alıp götürdüğünde, bir süreliğine rahatladı. ( Bu kaçaklıktan aranma olayı yıllarca sürecek, onu tedirgin edecekti.)
Yaşı yirmiyi de geçmiş , yirmi bir olmuştu. Başından geçen aşklar ona bu eksikliği unutturmaya yetmiyordu. Teneffüslerde gördüğü, yan sınıftan bir kıza gözü gitmeye başladı. Biraz kısa boylu, hafif tombul, kumral, hafif uzun saçlı, gözlüklü bu kızı gördüğünde, bakmadan edemiyordu. Ağır canlı, ciddî duruşlu bu kızın , okulun en çalışkanlarından biri olduğunu duymuştu. Bazen kendini frenlemeye çalışıyor, ’’ Ben buraya okumaya geldim. Yeni bir aşk tuzağına düşmekten kaçınmalıyım. ’’ diyordu kendi kendine. Fakat, gönlüne söz geçiremiyor, her teneffüs heyecanla dışarı çıkıp, yan sınıfın kapısını gözlemeye başlıyor, o kızı gördüğünde de kalbinin atışlarının hızlanmaya başladığını hissediyordu. Kız da bu bakışları fark etmeye başlamış, o gözlerin sahibini izlemeye başlamıştı. Fark edildiğini anladığında, utanıp sınıfa kaçıyordu Fikret.
Okulda çalışkanlığı ve duruşu, ahlâkı ile reklâm olmuş bu kızın adı Bahar’dı. Bir gün yine yan sınıfın kapısını gözlerken, diğerleri gibi Bahar’ı da bluejean pantolonlu görünce çok şaşırdı. Bir sınıf gezisine gideceklerdi ve o yüzden o gün okul formalarını giymemişlerdi. O bir köylü çocuğuydu. Mesleği sinemacılık da olsa, yıllardır Beyoğlu’na gidip gelse de, belki de sırf sinemacılığın etkisiyle, o yıllarda yeni moda olan bluejean pantolon giyen kızlara pek iyi gözle bakamıyordu. Onun daha önce tanıdığı kızlar şalvar ve yeldirme giyerler, başlarına eşarp ya da tülbent takarlardı. Bluejean pantolon giydiği için kötü diyemiyordu Bahar’a ama kendine de yakıştıramadı bir türlü. Ona göre değildi Bahar. En iyisi, daha fazla tutulmadan, bu işten vazgeçmekti. Üstelik, daha önce kimler kimler küçümsemiş, aldatmış ve terk etmişlerdi onu. Yeni bir aşağılanma, hayâl kırıklığına daha tahammülü kalmamıştı.
Öğretmen anne ve veteriner bir babanın iki kızından küçüğü idi Bahar. Mütevazi,çalışkan, çevrelerinde çok sevilen, takdir edilen insanlardı. Abla, ideali olan tıp fakültesine girmiş, kardeşini de aynı okula beklemeye başlamıştı bile. Çocukluktan itibaren, iyi yetiştirilmiş, doğru yönlendirilmiş, okuma sevgisi yüreklerine işlenmiş bu iki kız kardeş çalışkanlıkları, dürüstlükleri ve güzel ahlâklarıyla hem tüm çevrenin sevgisini, takdirini toplamayı başarmışlar, hem de anne ve babalarının iftihar vesileleri olmuşlardı.
Lise, aşkın ilk adımlarının başlama zamanıydı. Son nokta, evleneceği insanın kesin seçimi Üniversite, evlilik ise doktorluktan sonra idi. Eş adayları mutlaka onlara uygun olacaktı. Okumaya sevdalı, güzel ahlâklı, kendilerine ve başkalarına, özellikle de ailelerine saygılı olmaları olmazsa olmazlarıydı. Para, pul, zenginlik, asla iki kardeşin de, ailenin de, kriterleri arasında yer bulamadı. O da, özellikle öğretmenlerinden, Behice hanımdan methini duymuş ve etkilenmeye başlamıştı Fikret’ten. Yirmi yaşından sonra liseye başlamış, okumaya sevdalı, zor şartlarına rağmen başarılı, güzel ahlâklı bir genç. Tam da Bahar’ın kriterlerine uygun biri.
Bir blujean pantolon giydi diye, işte öyle birinden vazgeçivermişti Fikret. Artık teneffüslerde yan sınıfın kapısını gözlemiyor, Bahar’ı gördüğünde bakmıyor, hatta görmemeye çalışıyordu. Dikkatini çekti kızın. Kendinde suç aramaya başladı. Onunla ilgilendiğinden, hatta hoşlandığından emindi. O bakışlar başka bir şeyin ifadesi olamazdı. Belki de, kendisine yüz vermediğimi, istemediğimi zannedip vazgeçmiştir diye düşündü.
O günden sonraki çoğu gün gibi yine teneffüste dışarıya çıkmamış, sınıfta oturuyordu Fikret. Elinde bir ders defteri ile kapıda Bahar’ı görünce çok şaşırdı. Hele bir de, kendisine doğru gelmeye başladığını görünce şaşkınlığı daha da arttı. Karşısına dikilip gülümsedi önce.
’’ Şey , Behice hanım geldi mi bu gün, gördün mü ? ’’ Bu bahaneyi bulmuştu onunla konuşabilmek için. Ona ’’ Behice hanımın Fikret’i ’’ dendiğini biliyordu.
O, melekleri andıran gülümsemeye, güzelliğe, tatlı bir tebessüm, ince bir nezaketle karşılık verme şansını gösteremedi. Bu, ona, belki de, hayatının en önemli lûtuflarından, şanslarından biri olabilirdi. Gerek yetişme tarzı, gerekse yaşadığı acı tecrübeler, orada, o kıza, hak ettiği gibi davranmasına engel oldu. Sonuçta kaybeden o olacaktı. Sanki, kızcağız, onu çok kızdıracak bir şey söylemiş gibi, kavga eder gibi tersledi onu. Öylesine asık bir surat gösterdi ki üstelik, o suratı gören, bir daha ona kolay kolay yaklaşamazdı.
’’ Ne diye soruyorsun Behice hanımı ? Gelmemesini mi istiyorsun yoksa ? O, benim annem sayılır ve ben onu çok severim, tamam mı ? ’’ Neye uğradığını şaşırdı kızcağız. Dayak yemekten, hakarete uğramaktan beter oldu. Utandı, kızardı, sustu.
’’ Şey, ben de çok severim Behice hanımı..’’ deyip, arkasını dönüp, hızla uzaklaştı oradan.
Devam edecek.
Fikret TEZAL