- 566 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMACI fikret - 53
Gökten zembille inmemişti aslında. Yaşarken kaybettiği, bir tek dedesi olmuştu. Onun ilk eşi, Mukaddes babaannesinin, genç yaşta veremden öldüğünü, dedesinin babası Kara Ahmet’in deli toy bir adam olup, tüm malını sağlığında ikinci eşinin çocuğuna bağışladığı için dedesinin onu vurmaya kalkıştığını, babasının kahvede başkalarına anlattıklarından öğrenmişti. Bir de dedesinin son eşinden olan Bağattin amcasının da öldüğünü ve onun Bursa’da yaşayan Mümin adında bir oğlu ve Ayşe adında da bir kızı olduğunu öğrenmişti.
Ayrı da olsa, yaşayan bir annesi, evlâtlık olarak hayatını sürdüren bir ablası, aynı anne, başka babalardan iki ablası, bir ağabeyi ve bir de kız kardeşi daha vardı. Babasının köyünde amcası, çocukları, oraya yakın köylerde halası, çocukları vardı. Fakat herkes kendi hayatını yaşıyordu. Ne bir aile ne de doğru dürüst akraba ilişkileri yaşayamıyordu. Ne iki ay hastanede yattığı, ne hapse düştüğü hiç birini ilgilendirmemişti. Bir tek ağabeyi hapse düşmeden önce ilgilenmişti onunla.
Şimdi Mukaddes, evlâtlık olarak verildiği yerde, isyan etmekten vazgeçip, kaderine razı olarak hayatını sürdürüyordu. Evlâtlık alınmasının asıl nedeni olan yatalak çocuk dünyadan göçüp kurtulmuş, evin hizmetçisi de emekli olmuştu. Başka hizmetçi alınmasını özellikle o istememiş, evin bütün işini tek başına yapmaya razı olmuştu. Evin iki yaşlı hanımına da adeta hemşirelik yapıyordu.
Ferruh, çoktan evlenmiş, çoluk çocuğa bile karışmıştı. Düğününe Fikret’i de çağırmış, onun halasının köyünden gelin alınmıştı. Anne, bir taraftan son kızını büyütürken, diğer taraftan da torun sahibi olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Bazı bayramlarda ziyarete gelen Fikret’e hiç de sıcak davranamıyordu.
Hala ve amca, bazı bayramlarda gelen Fikret’e, ellerinden geldiğince yakınlık ve şefkat göstermek için çaba sarf ediyorlardı. Çok seyrek de olsa onları gördüğünde çok mutlu olurdu.Yeniden okula başladığını şimdilik sadece babası ve köylüler biliyordu.
Hayatının en güzel sürprizlerinden birini okulun ilk gününde yaşadı. Yıllar önce, ortaokulda tanıştığı, onunla yakından ilgilenip, ’ Bundan sonra kimseye, benim annem yok demeyeceksin ! Ben , Behice Hanım’ın oğluyum diyeceksin ! ’ deyip ona sahip çıkan, okulda adının ’ Behice hanımın Fikret’i ’ çıkmasına sebep olan , çok sevdiği, annesinin yerine koyduğu Behice Hanım, sınıfa gelip, Bioloji derslerine kendisinin gireceğini söylemişti. Fikret, çok sevinmişti bu olaya. O da Fikret’i gördüğünde, onun kadar mutlu olmuştu.
’ Bu yaşta okuyabilecek misin oğlum ? ’ diye endişe ile sorduğunda,
’ Okuyacağım hocam. Söz veriyorum, okuyacağım ! ’ demişti ona.
’ İnşaallah oğlum, inşaallah ! ’ diyerek, güvenmişti o da.
İkinci sürprizin anlamı ise bambaşka idi. Yine yıllar önce, ortaokulda tanıştığı, hatırasının hiç de hoş olmadığı Coğrafya öğretmeni de yine karşısına çıktı. O, Fikret’i hiç hatırlamadı ya da belli etmiyordu.
İşini ve okulunu koyu bir disipline sokmaya başladı. Okul öğleye kadardı. Film almaya , haftada iki gün, okuldan sonra gidiyordu. Sadece Kurtköy’de, kendi kahvelerinde sinema oynatıyordu. Gece, saat on bir civarında eve gelip, ders çalışmaya başlıyor, bütün derslerine çalışmadan, tamamen öğrendiğinden emin olmadan da masadan kalkmıyordu. Yine geceleri, ders arasında kendisinin ve babasının çamaşırlarını da yıkayıp, evin önüne asıyordu. Çoğu zaman hiç uyumadan, sabahları mutlaka traş olup, duş alarak ve birer hafta arayla kuru temizlemeye verdiği ısmarlama iki takım elbisesinden birini ve her gün mutlaka ayrı, temiz bir gömlek giyerek çıkardı evden.
Saç traşlarını artık Beyoğlu’nda, film artistleriyle aynı berberde oluyordu. ( Bursa Sok.- Şimdiki Sadri Alışık Sok. - ’ta Kuaför Niyazi ). Evin üst katında da bir oda olduğu halde, baba oğul alt kattaki aynı odada yatıyorlardı. Fikret, derslerini de aynı odada çalışıyor, hatta çamaşırlarını bile bu odada yıkıyordu. Çünkü havalar soğumuş ve soba bu odaya kurulmuştu. Bir gece yarısı uyanan babası, Fikret’in leğende çamaşır yıkadığını görünce üzülmüştü.
’ Oğlum, bu saatte ne yapıyorsun ? ’ diye sordu.
’ Çamaşır yıkıyorum, ders çalışıyorum baba. ’
’ Neredeyse sabah olacak oğlum. Ne zaman uyuyacaksın sen ? ’
’ Önemli değil baba. Uyu sen. ’
’ Oğlum, nelere para veriyoruz. Şu televizyon aldığımız yerden, taksitle bir çamaşır makinesi alamaz mıyız ? Bende beş yüz lira var. Git bir sor. Alınabiliyorsa, al gel. ’
Ertesi gün, Kartal’daki, daha önce kahveye televizyon ve buzdolabı alınan mağazadan, beş yüz lira peşinatla, taksitle bir çamaşır makinesi aldı Fikret. Bir tarafı döner kazanlı, diğer tarafı döner sıkmalı, AEG- Turnamajik çamaşır makinesi. O devirde, Kurtköy’de çok az kişide bulunan çamaşır makinelerinin çoğu da merdaneli idi. O kadar hoşlarına gitti ki, çamaşır yıkamak zevk haline gelmişti. Başında beklemek gerekmiyordu. Otomatik bir süre yıkadıktan sonra makine duruyor, daha sonra sıkma tarafına konulan çamaşırlar burada iyice sıkıldıktan sonra yine kendiliğinden duruyordu.
Daha ilk günlerde popülaritesini ıspatlamaya başlamıştı sınıfta. En çok da Behice hanım mutlu oluyordu onun başarısından. Gittiği sınıflarda bile ondan söz ediyordu. Aslında Fikret’in sınıfı, adeta ’ Sürgün sınıfı ’ gibiydi. Okula zoraki alınan, Fikret gibi, yaşı geçmişler, hatta Pendik’in militan kimlikli ’ Çarli, İsa Hocaoğlu gibi, dersle ilgisi bile olmayan kişilerin yer aldığı, hocaların hiç de sevmediği bir sınıftı. Atillâ adlı çok iyi bir öğrenci ile Fikret bu sınıfta çalışkan öğrenciler olarak göze çarpıyordu.
Coğrafya dersinde mevsimler konusu işlenmeye başlamıştı. Konuyu çok iyi çalışan, anlayan Fikret tahtaya kalkıp dersi anlatmak için can atıyordu. Israrla defalarca parmağını kaldırmasına rağmen, hoca onu görmezlikten gelir gibiydi. Yılmadı, ısrarla parmak kaldırmaya devam etti. Başarısız bir kaç öğrenciden sonra suratını iyice ekşiten hoca, sonunda onu tahtaya kaldırdı. Yıllar önce, bu şekilde tahtaya kaldırdığı bu çocuğun, o gün, çok çalıştığı dersini anlatmasına bile fırsat vermeden, cebindeki yün takkenin , öğle yemeği olup olmadığını alaycı bir şekilde sormuş, sonra da elbisesindeki lekelerle alay etmiş, annesine nasıl temizleteceğinin tarifini verip yerine oturtmuş, bu küçücük çocuğun , içindeki okuma heyecanını yitirmesine neden olmuştu. O gün ise, karşısında, tertemiz takım elbiseli, temiz gömlekli, traşlı ve sabahleyin duşunu almış tertemiz bir genç olarak karşısındaydı aynı çocuk. Dersini anlatmaya başladığında da bam başka bir şok yaşayacaktı. Tüm sınıfın da hayranlıkla dinlediği dersten sonra, öğretmenlik hayatında, böyle güzel ders anlatan bir öğrenciye rastlamadığını, öğrencisinin yüzüne karşı söylemek ve ona çeşitli iltifatlar sıralamak zorunda kalmıştı. Hemen hemen güldüğü hiç de görülmeyen yüzünde adeta güller açmıştı o gün. Teneffüste ’ Keşke her hoca bu kadar güzel ders anlatsa, İlk defa bir dersi bu kadar iyi anladım, Sen mutlaka öğretmen olmalısın. ’ gibi güzel sözler söyleyen öğrenciler tek tek tebrik ettiler. Hoca ise, gittiği diğer sınıfların hemen hepsinde ondan ve ders anlatmasından söz etti. Böylece okulda adı iyice reklâm olmaya başlamıştı.
O gün aslında, hocası ona iltifatlar yağdırırken, içinden yıllar öncesini hatırlatıp utandırmak geçmişti. Ama bunu yapmayıp susmakla hocasına çok daha güzel bir ders verdiğine inanmıştı.
Devam edecek.
Fikret TEZAL