- 766 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
BU ŞİİRLERİN ARKASINDA NE VAR?
Şiir tutkunlarının, ama gerçekten tutkunların, ezberinde birkaç şiir; en olmadı birkaç “sağlam” dize mutlaka vardır. Bir yolculukta, bir yalnızlık anında veya duygulanıp da yüreğinizin kabarıp geldiği bir aralıkta, hiç değilse içinizden mırıldandığınız birkaç dize...
Sık sık hatırlanmaları, “öncelikle” hatırlanan birer dize olmaları; zorlamayla, dışarıdan bir sebeple veya gönülsüz olarak “bellek kaydına” alınmalarından ötürü değildir elbette! Yoksa, mecburiyetten ezberlenmiş olsalar, mecburiyet ortadan kalktığında, kendisini silmez miydi bu kayıt? Hem, böyle ne çok ezberletilmiş bilgi vardır, bugün izi bile yoktur belleğimizde, değil mi?
Demek ki, ilk tespit etmemiz gereken doğru şu:
Zorla, zorlamayla şiir ezberletebilirsiniz ama; kişi, kendisi istemedikçe, bir ömür hatırlanacak tek bir dize dahi yerleştiremezsiniz, insanın hafızasına.
İşte, onları sizin yapan, iç dünyanızın sözcülüğünü üstlenir hale getiren asıl sebep; o dizelerle kendi varlığınız arasında kurduğunuz-çoğu zaman sizin bile farkına varmadığınız-“anlatılmaz” esrarlı bir ülfet ve nedenini bilemediğiniz bir tür görünmez bağdır aslında. Bir uygun zamanda gönlünüze akmış, gönül kalenizi fethetmiştir, o dizeler olsa olsa.
Düşünürsünüz... Nedir bu şiire güzelliğini veren güç? Onu, başka türlü söylenilemez yapan sır!.. Sözdeki büyü, nereden geliyor ki; onu, bize geldiği haliyle benimsiyoruz? Onu anladığımız için veya derecede mi seviyoruz, yoksa sevdiğimiz için ve ölçüde mi anlıyoruz?
Şöyle bir çıkarım, olabilir mi?
Onda, hayat görüşümle örtüşen bir hikmet buldum; ahlâkî ve akılcı.
Beni çocukluk günlerimin artık çok geride kalan ve dönüşü imkânsız dünyasına taşıdı. İlk aşkın ve gönül kırıklığının; çok girift ve çok değişken insan hallerinin ortasında, hayalin engin sularında dolaştırıyor, o yüzden.
Elbette, daha pek çok sebep sayabilir, şiirle münasebetinde insan.
Ama gerçek olansa, şudur:
Gülü neden sever ve koklarsanız, şiiri de o yüzden seversiniz.
Sadece hatırlar ve seversiniz!
Sadece hatırlar ve sever...
Sadece...
Başka bir açıklaması yoktur bunun.
***
Ahmet Muhip Dıranas’a (1)kulak verelim meselâ:
“Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına,
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.”
(Serenad)
derken, adeta “kış adam”ın bizatihi “baharın kendisi” olan sevgiliden almak için beklediği müjdeyi, ne kadar içten ve dokunaklı ifade eder, değil mi?
Aynı şairin;
“Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!”
(Fahriye Abla)
şiir çerçevesine oturttuğu Fahriye Abla, ne kadar ete kemiğe bürünmüş ve tanıdık; mekân tasviri, ne kadar canlı ve bize ait bir hayatı karşılar dize dize.
Ama, bize bizi gösteren ayna olmak bu şiirin tek gücü olsaydı, ne gerek vardı ki bu şiiri yazmaya ve okumaya? Madem biz bu realist fotoğrafa aşinayız, kendi “aleni” gerçekliğimiz bu büyüyü yaratabilmiş miydi daha önce? Demek ki, bu şiirin meziyeti “gerçeklik” değil, “gerçekliğin özgün ifadesi” olmasında! Yani “Bu şiir ne der?” yerine “Bu şiir diyeceğini nasıl der?” sorusunun olumlu karşılığıdır, şairin ve şiirin başarısı. Asıl ölçü, bu!
Ne yapıyor şair, bunun için? Neleri kullanıyor, söze büyü katmak ve her bir dizede şiiri parça parça kurmak için? İnceleyin bakalım, sözcük seçimi, sözcükler arası ses-imge-anlam denklemi kurmadan rasgele mi yapılmış? Dikkat edin bakalım, vurgu, tonlama, uyak, iç ses tekrarı ve dize içi kırılmalar, duygu atmosferini oluştururken, şair doğmuşlara özgü bir sezişle, “şiir tamam!” diyene kadar, şiir üzerinde çalışılmış mı, çalışılmamış mı? Yoksa; “Başarısı, kolayca söylenmiş hissini vermesinde!” diye özetlenecek şiiri kıvamına getirmeler, ihmal edilmiş mi? Ne dersiniz?
Yine çok bilinen ve sevilen bir başka eserinde Ahmet Muhip , “şiirini olduruncaya kadarki şair zahmetini” ustaca gizleyerek ve kendimizden bir ses olarak ulaştırır duygusunu bize:
“Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün, saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.”
(olvido)
***
Şimdi soralım:
Bu şiirlerin arkasında ne var?
Ne var ki, bu şiirler bizi kendine bağlıyor?
Ne var ki, bu şiirler ezbere biliniyorlar?
Bunlara verilecek yanıt kısa ve açık:
Kendi dilimizin ahengiyle, kendi kültürümüzün ortak paydasında ve kendi toplumsal yaşantımıza ait hayat sahneleriyle kendi duygu dünyamızı, kendi düşünme sistematiğimizi ortaya koyuyorlar ve bunda başarılı olabildikleri ölçüde bizimle ve bizde yaşamayı hak ediyorlar.
(1) Şiirler, Ahmet Muhip DIRANAS-Yaşam öyküsü, Sanatçı Kişiliği ve Tüm Şiirleri- Türkiye İş bankası Kültür Yayınları, Ankara-1982
"BU ŞİİRLERİN ARKASINDA NE VAR"A EK:
“Bundan birkaç sene evveldi. Bir akşamüstü ona (Yahya Kemal Beyatlı’ya) Moda’da rastgeldim. O sırada, yazmakta olduğu bir şiirini okudu. Sıra, bitmemiş bir mısraa gelince durdu, iki elinin baş ve şehadet parmaklarını görünmez bir maddeye şekil veriyormuş, çok nadir ve kıymetli bir şeyi düzeltiyormuş gibi oynatmaya başladı. Anladım ki, oluşunun son haddine gelmiş olan mısra bütün uzviyetinden kopa kopa, şimdi bu parmakların ucuna gelmişti ve orada son şeklini bulmaya çalışıyordu. Biraz sonra bu usta elden bir beyaz güvercin veya şimşeklerin kardeşi bir kartal gibi kanatlanacaktı.
Bir sigara paketinin arkasında yahut beşlik bir defter sahifesinin üstünde ve yarım saat içinde bir manzumeyi bitirmekle övünenler, ne bu sabrı, ne de bu olgunluğu anlayabilirler. Böylelerine her şey denilebilir. Fakat velûd adam denemez, çünkü eserleri kendilerinin değil, etraflarındaki mutavassıt seviyesindedir.” Ahmet Hamdi TANPINAR, Edebiyat Üzerine Makaleler, Hazırlayan: Dr. Zeynep Kerman, Dergâh Yayınları, 2. baskı, İstanbul-1977, Şiire dair, s. 24
...................................................................................................................................
‘ŞİİR BİLİNCİN ÇOCUĞUDUR, RASTLANTININ DEĞİL!’
Bir yandan, kurmakta olduğu şiir, yıllar içinde kendiliğinden, daha çok da içeriği gereği, bir destana doğru evriliyordu; öte yandan: ‘…vurun çekici kayaya; ama, neyi ortaya çıkartmak istediğinizin bilincinde olun! Çünkü şiir, bilincin çocuğudur, usun çocuğudur; rastlantının değil! Aragon’lar Eluard’lar… şiirin dibini karıştırmak istemişler de, karşılarına ‘işçilik’ çıkmış. Ne demektir işçilik? Bilgisiz, birikimsiz, deneyimsiz bilinçsiz işçilik olmaz! Do demekle do olmuyor; keremce ah çekebilmek için Kerem gibi yanmak gerekiyor! Kumsaldan su çıkartmak, denizi görmeyenler için bir büyü’dür ancak!..’ sözleriyle somutladığı, çok ünlemli vurgularla anlatmaya çalıştığı gibi, sanatta ‘emek’i, bu demek şiir işçiliğini, önündeki malzemeden üstün tutuyordu. Kimi zaman, tek bir sözcüğü yerli yerine oturtmak için, koca bir kümeyi gözden çıkardığı, ya da bölümlere bir dağ, bir köy göçürürcesine yer değiştirttiği oluyordu… Şiirin yapılanışı, öyle önemliydi ki Hasan Hüseyin için; bu yolda hatır gönül tanımazdı!” Yusuf Yavuz; “Azime Korkmazgil ile söyleşi: ‘Hasan Hüseyin O Şiirleri Nasıl Yazdı?’
.....................................................................................................................................
NOT:İşte bu sayfalarda şiirleri yayımlanan genç şair adaylarına duyurmak istediğim gerçek,buydu her fırsatta. Onların aralarında bir tür gizli ittifak kurarak, birbirlerinin şiirlerini içi boş övgü sözcükleriyle ve gerçek şiiri bulamayacakları bir noktaya savrulmalarına sebep olacak şekilde yüceltme çabalarına bu yüzden karşı çıktım ve çıkıyorum. Az sayıda da olsa, gerçek şiir duygusu taşıyan, ama rehbersiz şair adaylarının, Türk şiiri geleneğini ve şaheserlerini okuyup anlamadan çalakalem yazmalarını doğru bulmuyor ve edebiyatımız adına bu “yönsüzlük”ten üzüntü duyuyorum. Onlara bir başlangıç olarak “Mehmet KAPLAN, Şiir Tahlilleri: I ve II” ve Ahmet Hamdi TANPINAR, Edebiyat Üzerine Makaleler” kitaplarını salık veriyorum.
YORUMLAR
sız ögretmensınız bızde aylakçı değiliz ögretmeniz ... ve edebiyata bakış tek yönlü olmaz kişiliklere göredir yorumlar sız böyle düşünüyorsunuz dıye böyle olmadığını bilmelisiniz ..şöyle yazsaydınız eger sıze cvp vermeyı gerek görmezdım ınanınkı ... bu benım düşüncem benim böyle yaptığımdır deseydınız eger tüm şiir yazanları kapsamadan ... yazsaydınız eger anlasılır olurdu ..edebıyata bakış acısı aynı olsaydı herkesın şiiri bakış acısı aynı olurdu ... doğru bıldıklerini elbette baylaşmalısınız ..bunda sorun yok kapsama alanını daraltıyorsunuz sorun budur ...kımse kımseye benzemez fikirleri zekası algısı edebıyata bakışı ... ınsana doğaya hayvana bakışı ....bırılerı kendı yasamından kestlerle yazar bırılerı gözlemlerı ile yazar .... yazmak için nedeni bir noktada yeter ... sızede basarılar meslekdasım ...
eleştirken tüm kişilikleri ele alamassınız ... evet şiir akar bende düşünceme gelir anıden bır resım bır yaprakta olur benı etkılıyen üzerınde düşünmem gerekmeden yazarım etkılemıştır zaten bnıkı yazıyorum ...sadece şiirde değil yazmak ıstersen o kadar çok bakı vardırki bakabılıyor görebiliyor hıssedebiliyorsan ..kafa ah şöylemı yazsam böylemı demeden yazıyorum ...bu sızın yukardakı yadıklarınıza uymıyan ... ercaıı değil ucarı değil anlattım etkıleşimdir her sey olabılır renk ahenk acı gördüğümüz yasadıklarımız yasayanların ... hayatından süzülenlerı içsel süzmek o andaki sıze verdığidir ... yanı oturup ne yazayım değil hıssetmedır ... akar kardesım sel olur akar eger gören gönlünüz varsa etrafımızda çok acıda hüzünde nesede vardır ..doğa çiçek böcekte vardır ..sıze katılmıyorum ....
Abdurrahman Günay
mesela kendımden dem vurursam hiç bir şiir ,imi ezbere bilmem ... bu belleksız olduğum için değil veya önemsız olduğu içinde değil yazmak geldimi akar yazarsın ezberse başka bır seydır ... bır çocuk bır gözyası bır bulut bır yesıl ...herhangı bır sey neden dır ..yazmaya şiir hıkaye ... ezber etmek ıstersem ederımde aktığı gibi bırakmayı yazarak defterıme koymayı secıyorum ....