- 1237 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Siyah ve Siyah Mektuplar-7
Öldüm mü? Hangi ruhsal olgunluğun parçacısıyım? Kendi uzuvlarından hayır bulamayan biriyim. Enkazdan varoluş sürecimi mi şimdi sana anlatacağım? Kendime dönüşlerimden sıkılmadığımı itiraf etmeliyim. Kendine döndün değil mi? Senin de en az benim kadar kendine dönüşlere ihtiyacın var, bunu hissediyorum. Yazmaya başladığımda aklımda bile değildi sana yazmak ama uzatabileceğim soğuk, sivri dilli, acıtıcı bir aynaya senin de ihtiyacının olduğunu düşündüm. İyi mi yaptım? İyi diye bir şey yok içimde.
Bazen insan düşünmekle iyi etmez değil mi? Yapmalı! Fakat yaptıktan sonra da pişman olma hali yok mu? Bu tür hayata ait fikri muhasebeleri ikiye ayırdığım andan beri, insanların beni manyetik ve metafizik olarak daha çok gerdiklerine şahit oldum. ‘Yalnız olmalıyım’ dedim, ‘yalnız ve bu yolda herkes başlı başına bir yolcu.’ Saygı duymuyor muyum insanlara? Bu hakaret olur benliğime. Saygı duymakla beraber, insanları sevmek için kendimi alıştırma çabalarımda oldu. Ne kadar başarılı olduğum konusunda şüpheliyim ama en azından denedim. Kendi ruhsal gücümün farkına vardığımdan beri, sevgiden ziyade saygı mekanizmasını daha çok ön planda tuttum. Bunların hiçbiri senin için önemli değil mi yoksa? Boşuna mı yazıyorum? Ne yapıyorsun, nasılsın? Hâlâ yaşanabilecek güzel günlerimiz olmalı hayatta. Herkesin farklı farklı ihtiyaçları var. Sanırım sen kendi hayatında gurur duyacak bir şeyler yapmalısın. Bense, tatmin olmaktan başka arzum yokmuş gibi davranıyorum. Her ne kadar uyumsuzda olsak, içimdeki tanrının, vicdanımın tatmin oluşundan bahsediyorum.
Başkalarını önemsedikçe, duble yolların tamamlanma hızlarının artışı beni de hayrete düşürüyor. Neden bu kadar çabuk gidiyor ki önemsenen insanlar? Gücün davranışları çözümlediği, ruhun köklerine kadar nüfus ettiği sınırdayım. Doğal olandan başkası anlık heyecanlar sonrasında yerini telaşa sürüklüyor. Korkularımı ayrıştırdığım zaman geride beştaş oynarken avucunda tek taş kalmamış çocuk gibi mahzun bir ifade yüzüme oturup, kalıyor. Kurtulamıyorum. Krizantem soluyasım geliyor. Çiçekleri pansiyonlara sıkıştırmış gibiler. Pazarlarda kan kokusu aldığım kaçıncı yıl düğümüm bu? Konuşmamaya, susmaya ihtiyacım var. Ruhumdaki insan ve şeytan izlerini görebiliyor musun? Hayır, ben sana göster demiyorum onları. Görebiliyor musun? Asla teslimiyetçi olmayan, müdahale edici ellerim nerede? Kalıcı iyileşmeler adına kalbimden bile vazgeçebilirim. Hayır, bu dediklerimi kişisel algılamanı istiyorum. Sen bir annesin; kalbinden vazgeçemezsin ama benim böyle bir özgürlüğüm var ne yazık ki!
Kabiliyeti ölçüsünde insanlar dünyada güzel bir şeyler yaptıklarını sanıyorlar ya, iğreniyorum. Aslında bu iğrençlik hissi bilineni bilinmeyen üzerinden vurgulamada yatıyor. Nasıl mı yani? Pencerenin önünde duruyorum. Pencerenin kulpunu çevirip, havayla iç içe olabilirim ama bulunduğum pencere gerisindeki yerde de aynı havayla iç içeyim. Beni sınırlayan pencere değil, aklımdaki engeller. Pencereyi bir engel olarak aklımda yer etmemden ötürü, istemsiz bir şekilde elim pencereyi açmaya yelteniyor. Ruha ait derin ihtirasların içerisinde maalesef yanılgı da mevcut. Yanlış yapabilirim elbette ama bu yanılgı hepsinden daha öte benim için. Bir şirk belki de! Hırçınca aradığım şey sonsuzluk olduğu için, bu dünyada sıkışıp kalıyorum. Aşırı uçlarda dolandığım için de kendimi kaybediyor zannediyorum. Niye? Küçük, gündelik şeylerde de bu yanılgı içerisindeyiz. Sen de öylesin. Kafayı bozup, defalarca beynini parçalayasın, kulaklarından lenf gibi beyninin akıp gitmesini istediğin gün çok oldu değil mi? Biliyorum, ‘yok, hayır’ diyeceksin ama anlatmaya çalıştığım şeyi anladığını düşünerek kelimelere imtiyaz gösteriyorum. Yıllar önce seninle mektuplaşırken, aklımdan şu geçerdi:’ İnsanlar görüyorum, öyle şeyler anlatıyorlar ki, her biri birer Dostoyevski sanırsın. Bazıları onun kadar şanslı olmayıp, bir ihtilal yangınında, en beteri karşıdan karşıya geçerken de ölebiliyorlar.’ O gün düşündüklerimi şimdi tekrardan düşünüyorum da, sahi bir roman yazmaya başlasaydım, kaç bin öykücükten oluşurdu? Ya da sen? Sana deselerdi:’ Fulya, dokuz ay boyunca bir otel odasında kalacaksın. Göl kenarı, ıssız bir yer. Sana bu süre zarfında yetecek kadar da para vereceğiz. Yalnızca senden istediğimiz yazman.’ Biliyor musun bu hayali gerçekleştiren insanları bildiğim için, ruhumun islerle kaplı yerlerinde kavgalar çıkıyor. ‘Neden’ sorusunu sormuyorum. Kalbi yaşanmış şeylerle sürekli meşgul edip, içimizi birer kin yuvasına çevirmek mantıklı olmasa gerek! Tabiatımızdaki şiddetli yıkımlardan dolayı kimi suçlamalıyız? Net bir şuurla ışıklar üzerimize vurduğunda kendi tablamızda aslında yeri geldiğinde beyin aktivasyonu yapılmamış canlılar gibiyken, neden görünmeyen bir ateşin içerisinde ölüm anına kadar yanacak varlıklar olduğumuzu düşüyorum ki?
Şen şakrak şeylerle geçmiyor zaman. Karanlığında aldatıcı bir yönü var. Kırılan Güneş ışığının Ay’a karşı ilgisini bilmeyen de yok. Yazmak istediği mektupları çoktan hafızasından silen, elindeki mevcut zarfları çakmakla tutuşturan birisi için varoluşun damarlarına ilham kaplı stentler yerleştiren yaratıcıya ne kadar şükür etsem azdır. İçimdeki sonsuzluğa taşınma arzusu, ölümün mutlak son oluşuyla beraber hayatta beni tutanın derinimde yatan kısık bir arzu olduğunu hissediyorum. Bunu adlandırmam da gerekmiyor. Bazen öyle hissediyorum ki, cehennemde var olacağına inandığım varlıklarla dahi arkadaşlık kurabileceğim aklıma geliyor ama bunlar yaratıcı karşısında beş para değeri olmayan şeyler. Asıl olan yaratılmışlardan öte, yaratanın karşısında nasıl bir ihtirasa sahip olacağını bilmek! Bunu hiç bilemeyeceğim için düşünmek de istemiyorum. Yanılgılarımın beni ürkütmesine imkân vermemem, üstüne gizemden vazgeçmeyişim yeryüzünü bana cazip kılıyor. Bilinmeyenin öznel farklılığı umurumda olmuyor. Bir his yüzlerce mandalı aynı çamaşır üzerine takmaya çabalarken, ben bu öznellik hastalığından kaçıyorum. Benim gizem arayışım bu öznelliğinde üstünde.
Eğer biri ölecekse ben ölebilirim. Fakat biliyorum ki bu saygısızca bir istek. Ölüm bile hak edildiğinde güzel, ben hak etmiyorum. Arayış karşısında sorulardan ziyade tuhaf cevaplara sahip oluşum ve bu soruları asla kelimelere dökememe sıkıntım beni neden bunaltmıyor diye düşünüyorum. Bilinçli olarak yürütülen bir kaygının insana en kötü nasıl bir tesiri olabilir ki? Vurdumduymaz, asla söz geçirilmez değil ama kapalı kapılar arkasında dahi, prangaların en şiddetlisi içerisinde bu kaygıyı yönlendirme düşüncesi sonsuz bir nimet olarak içimde dolaşıyor. Katı olamaz. Sıvı da çok basit! Gaz muhtemel ama ben bilinmeyen bir fazda bunun oluşunu kabul ediyorum. Karanlığın içerisinde, magmaya en yakın yerde, alevler içerisinde tüm güzelliğiyle ayakta duran aynanın kendini feda edişi karşısında, faz meselesine mümkün olduğu kadar sembollerle yaklaşmayı deniyorum. Kimsenin hiçbir şey anlamayışı, anlamak zorunda olmayışı, yaratıcının verdiği ilhamı kullanma metodumun kendimi tatmin etmesi benim su içinde kendimi buluşuma emare ortaya çıkıyor. Suyun yalnızken bile, yalnızlıktan şikâyet etmeyişi, bir nevi megalomani evhamıyla tesirli fırtınalara kapılmaması ama yeri geldiğinde de güzel bir söz duyduğunda kristallerinin bahar çiçekleri gibi ellerini duaya açtığı figüre tabi olması, suyun kutsallığını ortaya koymuyor mu? Zahitlerin en büyüğü, en durusu, en safı da bu yüzden sudur. Telkin ve tesir gücünün en etkili atom patlamalarından bile sağ kurtulduğu su sabitliğinde, radyoaktif maddelerin kimyasal tepkimelerinde hissedilen sözden başkası ortada bulunmuyor. Rahatsız edici nokta, karşı kıyıları düşünürken, ayna içerisinde gün geçtikçe kızaran sabitliğin karakter bilmecesinde daha devinimsiz devrimlere sebep olması… Biliyor musun, topluluk içerisinde sudan bazen korkuyorum. Kirlendiğim zaman yıkanmayı bilerek uzattığım zamanlar oluyor ki, suyla bu aramda gizli bir ilişkiden ötürü. Onunla asıl yalnız kalınca rahat olabiliyorum. Vücudunda birkaç delik olan canlı değilmiş gibi, tüm uzuvlarımın transparan geçirgenliğini hayal ediyorum. Aslında tüm fikri boğulmalarında tek sebebi var:’ Ruhumun bedenimle bir türlü beraber yaşamaya alışmaması.’ Berbat ötesi bir durum… Bu eylemsizliğin ardınca, gerekli olan bir işi dahi yapamama halinin hâsıl olması, yaşamdan uzaklaşmayı da beraberinde doğuruyor. Kendime hâkim olmak için, gerekliliklerimden uzaklaşmak mantıksız gibi görünse de, bunun diğer bir yönü de aslında zararı yalnızca kendi daireme sıkıştırma isteğiyle alakalı. İşte bize burada yardımcı olacak iki şey doğuyor. Biri din, diğeri edebiyat. Farkındayım, şahsen ben ikisini birden tam anlamıyla hayatıma yerleştiremiyorum. Bu konu da sende benden farksız değilsin. Bizim için hayati olan iki dayanağa birden adamakıllı dahi sarılamama halini peki neye yorumlamalıyız? Şeytanın insan biçimine bürünmüş arkadaşları mıyız yoksa? Kusura bakma, bu çok hardcore bir örnekleme oldu ama insanların asıl gördüklerinden ziyade, görünmeyene talip olmayışları karşısında, bu trajikomik hayatın sokaklarında gülmekten kendimi alamıyorum. Kimse söylemiyor ama biliyorum ki ayrıca beni suçlasalar, beni identifike yapmakla suçlayabilirler. Yani bir başka insanla özdeşim kurma, aynileşecek seviyede kendimi bir başkasında bulma halinden bahsediyorum. Bunu marazi görüp, davranış bozukluğu olarak algılamak sözüm ona akılların işi olarak hayatta bilimsel terimlere dahi argüman oluyor. Ama aşırı uçlarda, tuhaf olarak algılanmak bile ancak bizim gibileri mutlu edebilir. Asla olmayacak hayallere kapılmanın bedelini de, dağlardan yollar aşa aşa, denize dökülen bir su damlası ödeyebilir.
Kitap okuyor musun? Eğer okuyorsan mutlu olurum. Kitap okumayan, okumadan da fikir beyan eden bilmiş insanlardan nefret ediyorum artık. Önceleri pek takmıyordum ama şimdilerce aşırı tepkiler verme konusunda kendimi zor tutuyorum. Aslında günaşırı ya da üç günde bir kitap bitirmemiz gerekirken, bazen oluyor ki bir 80 sayfalık kitabı bir ayda bitiremediğimiz oluyor. Dediğim gibi, bize iyi gelen bu hayatta birkaç şey vardır belki ve kitaplarda bu listenin ilk sıralarında olmalı.
Mutlu olmam için değil ama huzurlu olmak için pek çok plan yapıyorum. Belki inanmazsın ama hayatta kalabilmek adına ruhunun direnişi, intiharlardan üstün çıkışını aklımdaki mantar tablonun bir köşesinde hep tutuyorum. Ölmek isterken, zoraki yaşayan o kadar çok insan var ki, bazıları da her ikisini birden istemediği için yaşamaya devam eder. Bu ara benimsediğim, kutsal bir kelimeymiş gibi tekrarladığım bir eylem var. ‘Going up!’ Yalnızca bu, bunu diliyorum:’ …going up!’
Varoluşsal bir sabrın yatağında uzanmış, karnımı yalayıp geçen rüzgârın hiç bitmemesini dilerken, ıslak ruhumu sıkıp, tek mandalla hayaller âlemine astım. Mektubunu elbet bekleyeceğim ama mektuptan önce dileğim herkesin ruhunu yıkayıp, kirlerini, lekelerini görmeleri. Sen de yıka!
Yazdıklarımın, söylediklerimin hepsi palavra! Kan kırmızısı gülücükler diyarında bal toplayan yazarları okumaya gidiyorum.
Sevgili Fulya, kimse kimsenin aynası olmamalı ama var olan aynanın içerisine insan bakıp, gördüklerini paylaşabilme cesaretine sahip olmalı. Bizim tek sırrımız var, o da bizi yaratanın kendisi.
Kendine iyi bak, bol bol yaratıcıya dua et! Bizleri O’ndan başka kurtuluşa eriştirecek hiç kimsenin olmadığını umarım hiç unutmazsın.
Kardeşin Or.
...
önceki mektup: www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=91441
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.