Kutular Ve Kağıtlar
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Ne idiysen onu yansıtan
amansız bir ayna şu beyaz kağıt.”
“Ah keşke bunu ben yazsaydım” dediğim şiirler. Güvercin kanatlarından, insanın içindeki kaosu ve savaşı unutmasını sağlayanlardan hani…
O dünya apayrı. Naif olmayanın eşiğinden dahi bakamayacağı bir yer. Mademki şahsa özel, kurallarını, ayrıntılarını, rengini kişinin kendinin koyduğu dünya… Belki de yaşamda sonsuz hürlüğün olabildiği tek alan büyük ve dokunulmaz bir dünya baş üzerinde taşınan. Ve bu dünya ödünç alınmış bir dünya değil, yan yana yarışan atlar gibi hiç durmayan bir dünya…
“Senin sesinle konuşur beyaz kağıt
senin gerçek sesinle
beğendiğinle değil;
senin eserindir, boşuna harcadığın
bu hayat
Yeniden ele geçirebilirsin belki
seni başladığın yere
fırlatan bu kayıtsız nesneye
tutunabilirsen eğer”
Yazmak, sağalmak arzusunda olanların yegâne çabası… Ama sahiden bir reçete mi iyi geliyor mu bu tartışmaya açık. Kiminde bu içini dökme hadisesinden ibaret. Şunu kabul etmek gerek kişinin kalem-kağıtla olan ilişkisi, bir psikologla olandan daha sancılı daha zavallıca daha kör. Bir kere yazmak için yalnız kalmanız gerekir gönüllü bir yalnız adayıdır yazıcı. Yalnız kalamadığınızda ise yanardağ ağzında taştan bir bekleyiş başlar. Her saniyesi tedirgin ne olacağını bilmediğiniz ama bir türlü hareket edip de kaçıp gidemediğiniz bir taşlaşma, görünmez bir bekleme. Öncesinde size sadece sırdaşlık yapan yazmak eylemi sonrasında tuhaf bir bağımlılık oluveriyor.
Kağıt ve kutular birbirine çok benziyor. İkisinin de içi sizden olan ve değerli şeylerle dolduruluyor. Ama hayat ve zaman tekrar ve hep kalabalıklaştırıyor, yeni dağınıklıklar, yeni kalabalıklar yaratıyor. Biz yeni kutular alıyoruz, yeni yazılar yazıyoruz. Kendimizce toparlanıyoruz. Kutuları ve yazıları tıka basa dolduruyoruz. Söyleyemediğimiz ya da atamadığımız her şey o yazılarda ve kutularda kalıp, çöreklenerek oturmaya var olmaya devam ediyor.
Alkol ve uyuşturucuyu güçsüz ve zayıf kişilikli insanlara atfederken, beyaz kağıt ile olan ilişkimizin o geçici ve yanıltıcı rahatının, huzurunun keyfinin onlarınkine yakınlığını hiç aklımızdan geçirmiyoruz. Ah olsun biz yine de hep bir kaçış yolu bulalım. Bu acımasız gerçeği olduğu gibi kabul etmek içimizdeki o yıpratıcı gerilimle yaşamak demektir ki kimselerin ne böyle bir gücü ne de cesareti var.
Ama sadece yazmak değil, yüksek tavanlı yazıları, yüksek debili şiirleri okumak da buna dahil. Kendine yaslanmaktan bıkınca biz etrafımıza bakar ve bir başkasının daha büyük karanlığını ya da aydınlığını bazen hayretle, bazen imrentiyle bazen de kendi halimize şükürle okuruz. Bizdeki o silinmez gölgelerin başka bir ruhtaki varlığı bize bir nebze teselli verir. Hatta ve hatta sırtlansı bir gülümseme ile tökezlediğimiz yerden kalkar silkinir, okuduklarımızın itekleyişiyle yolumuza kaldığımız yerden devam edebiliriz.
Yazmak sadece kendi gölgeni görmekken, okumak kendi gölgenin dışındakilerin de farkına varmaktı belki…
Okumadan yazmak evrende teklik hissi verirken, yazmadan okumak insanı bir sokak lambasına dönüştürüyor. Tüm gölgeleri sayan, kendinden habersiz yan denince yanan sön denince sönen. İkisi birleşince ise devamlı fokurdayan bir şeye dönüşüyor insan.
Ve bu hal öyle tuhaf ki insanın yolunu sevinçten uzaklaştırırken kederin hanesine çıkarıyor. Yüzünü tavana çeviriyor. Günler ve gecelerce rüyalarını balkonda asılı bırakıp, unutturuveriyor.
“Bunca yer gezdin; aylar, güneşler gördün.
ölülere dirilere dokundun
inlemesini bir kadının
kinini büyümemiş bir çocuğun-
ama bir hiç olarak bütün bu duydukların
sen bu boşluğa güvenmedikçe.
Yitirdiğini sandığın şeyleri bulacaksın
belki orada:
gençliğin filizlenişini, yaşlılığın çöküşünü.
Hayatın sen ne verdiysen odur
Bu boşluk sen ne verdiysen odur
Bu beyaz kağıt (Yorgos Seferis)
Sinem Ilgın Omay
Mart14
YORUMLAR
Q que, yazını okuduğum andan itibaren yazma gerekçelerimi düşünüyorum evet bazen iç dökme olabiliyor ama her zaman için geçerli sabep değil bu sanırım.
bazen bir zorunluluk bir anda, içten gelen.
Dün yaklaşık 2,5 saatlik boş ders aram vardı,öte yandan beni bekleyen birçok iş...Okuldan gelir gelmez masa başında buldum kendimi.saate baktığım bir an neredeyse okula geç kalacağımı fark ettim.
Telaşla okula giderken kendi kendime söyleniyordum:
Ne derdin var ki bu kadar zamanı boşu boşuna harcıyorsun :)
:
Susmanın diğer adıdır yazmak..
Seslendiğin duymasın diye el ayak çekildikten sonra, sessizce söyleşmektir içindeki onlarca senle..
Ruhunun bütün maskelerini soyunup çıkarmak, gün batımına nefes nefese yetişerek görüntünü gölgenin son siyahına gömmektir..
Yazmak, içini ferahlattığını sanmaklıktaki en büyük yanılma, hatta yetmez, kağıdın da beyazın da huzurunu kaçırarak kendine benzetmektir....
Yine de yazmak güzeldir..
Ve ne de güzel yazmışsınız... Tebrikle...
Ünlem !, bundan mı ibârettir; yâni illâ bu işâret olunca mı durumun vehâmetini düşünürüz. Sâhi böyle mi zannediyoruz. Yazmadan okuyanın bir terapistin yazmadığı ilaçları yutması mıdır, yoksa okumadan yazanın o ilacı yuttuğunu sanması mıdır hakîkat.
" Güzel, göze göre değişir Havîn Hanım..."
Hilâl'e yeşil, dolunaya kırmızı geçirmişim ben, göze kaç pabuç bıraktığımın hesâbını buyursun finans uzmanları yapsın...
Kendime rağmen.
Benzetme tebessüme değer. Onlarınki altın vuruş, bizimki tuzu basa basa toprağa sunuş. Ortak yanımız, ah elbette: et ve kemik. Bizde metânet ve sabır kayda değer bir kıymet arz ediyor. Hiç yoktan iyidir.
Okuduğum kitapta kahraman sürekli "bilinç altım.." deyip parantez içi kendiyle savaş hâlindeydi. Bunu her okuduğumda etrafıma baktım. Sanki iki kişiydim. Evet, iki kişiyiz. Lütfen, iki yüzlü değil iki kişi. Şu amansız ayna.. İki kişiyi izleyip anlam veremeyen bir de üçüncü kişi var.. Belâ'dan gelen tek diri. Zafer pekî?
Duyduk duymadık demeyin, ne olur benden gizlemeyin; şimdi o kimin..
Hatırlar mısın bu nâmeyi.. Romeo'yu hatırlayana kadar dinleyebildiğim bir şey.
Kalemin ya da kâğıdın, TDK dâhil; genel af çıksa bundan yararlanacak tek bir sanık dahî yok. Netice itibârı ile:
Yalan yok, seviyoruz. Neyi? Kimi?
-Bilmiyoruz.
Aynanın yolunu bilmemeye dâir özel satırlardı. Şu çığlık filmi, bu kelimeyi kullanırken ikilemde bıraksa da isâbet olunca çâre yok diyorum. Pekâlâ kirpiklerimi kırpıştırıp durdum, gözlerimi devirmeden ama..
Ben böğürtlen muhabbetini, âhududu hengâmesini yeğlerim. Niye mi? Sandıklar açılıyor. Bağırdılar. Başımız ağrıdı. Sokaktakiler de inanır gibi oldular, sanki harp ilân olsa kaçacak öteki bir köy arayacaklarmış gibi. Oysa toprağı hâine kusturacak olan yine onlar..
Harfleri dizaynına hayrân olduklarımdansın. Yorumum mu... Bir şey yazmadım. Bu kısa bir soluğun gözümüze cereyânı.. Fazlası sensin, kelâmın.
Esen kalasın.