- 1161 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
İnsanlar, en az bir dilin ve kültürün içine doğarlar. Doğdukları coğrafya ve o coğrafyanın tarihi ile hazır buldukları dilin (veya dillerin), baskın kültürün (veya çok kültürlülüğün) oluşumuna katılan her unsur, birbirleriyle etkileşip “etkinleşerek” uzun vadede toplumun ve bireyin kimliğini yaparlar. Yani, meseleye bu anlamıyla yaklaşırsak, kültürel “kimlik” dediğimiz şey, bir “zorunluluk” ve bir bakıma “doğal” bir dayatmadır. Böyle bir dayatmanın ya da ön kabulün olduğu ortamda, ütopyacı görüşün zannedip varsaydığı gibi “saf bir özgürlük” zaten mümkün değildir.
Toplum düzenini sağlayan, onu kaotik ortamdan uzak tutmaya çalışan tanzim edici ahlâkî ve hukukî kurallar ile yasa ve yasakların çizdiği çerçeve ise, bu “güdümlü” özgürlüğün yaşama alanı; yani sınırlarıdır. Bu sınırları çağdaş-evrensel hak ve özgürlük anlayışına göre genişletmek, güvence altına almak; ama bunu yaparken “toplumsal kimlik” normlarını, değerlerini gözetmek gerekir.
İnsan, aynı zamanda ekonomik varlıktır; herkesin donanımı ve yeteneğiyle katıldığı hayata, kişi de birey olarak üretim ve tüketim aşamasının her evresinde bizzat iştirak eder ve o toplumsal organizmanın paydaşı olur. Bu katılım sırasında da, toplumsal örgütlenmenin yasal ve kurumsal desteğini aldığı ölçüde kazanımlarını ve çıkarını korumak ister.
Toplum, ortak bir kimlikle adlandırılsa da, içinde “üretim-tüketim ilişkileri” ile “üretim araçları ve mülkiyet hakkı” ölçütlerinden oluşan sınıfsal-zümresel farklılıklar taşır. Bu farklılıklar, “yönetimsel” örgütlenmenin hem niteliğini belirleme, hem de “yönetim erki”ni ele geçirme ve elinde tutma savaşımını besler. Zaten bilinçli bir siyasî duruş, bu savaşımın bireye yansıyan görüntüsünden başka bir şey değildir.
Halbuki biz, birey olarak, sınıfsal konumumuzu da özgürce belirleyemeyiz. Nerede, hangi koşullarda doğacağımızı, hatta nasıl bir hayat yaşayacağımızı, büyük ölçüde “anne-baba” ilişkisi ortaya çıkarır. Üstelik, anne ve babamızı da biz seçemeyiz!
Demek ki, gerçek olan şudur: İnsanoğlu doğumundan ölümüne, hatta öldükten sonraki anılış tarzına kadar sıkı kayıt altındadır. Tanrısal ve toplumsal gizli iplerin ucundaki iradeyi kendi iradesi sanarak, önüne çıkan olanak ve fırsatları kendi iradesinin sonuçları sayarak yalancı bir özgürlük ortamında hayatını yaşar.
Peki, ne yapalım o zaman? Özgürlük arayışından ve talebinden vazgeçip “koyunlaşalım” mı?
Böyle bir tez önerilemez ve kabul edilemez ise, ne yapmalıdır?
Söyleyelim: Özgürlükten ne anladığımızı değil, ne anlamamız gerektiğini doğru bir zeminde gerçekçi bir akılla tartışmalıyız!
Özgürlük, kendini var eden koşullar ortaya çıktığında vardır; ya da, o koşulların niteliği oranında özgürlük söz konusudur.
Özgürlük sadece söz söyleme hakkının kullanımı ve serbestliği olamaz; aynı zamanda etki ve sonuçlarıyla “sözün hukuku”nu kabul etmek demektir.
Alan ve sokak gösterileriyle “sınırsız hak kullanımı” özgürlük olarak gösterilemez. Özgürlük isteyenlerin, öncelikle alan ve sokakların kamusal ortaklığını gözetmek mecburiyeti vardır. Eylemci veya göstericinin can güvenliği ve yaşama hakkı ne kadar değerliyse, dışarda kalanların mal ve can emniyeti de o kadar değerli ve önemlidir. “Bana ne kadar özgürlükse, sana da o kadar özgürlük!” anlayışı taşımayanların kullandığı, sadece kendi özgürlükleri değil; fazladan olarak, başkalarının gasp edilmiş özgürlük hakkıdır!
Devlet örgütlenmesi, tek başına özgürlüğümüzün teminatı olmaya yetmez; bu örgütlenmenin özgürlük talebimizi ne derece karşıladığı ve ona ne derecede değer verdiği de önemlidir.
Kurumsal anlamda yansız ve bağımsız “yasama-yürütme-yargı erki” niteliği kadar, bu erkleri kullanacakların yeterli-yetkin ve güvenilirliklerinin denetlenebilir oluşu, özgürlüğümüzle doğrudan ilgilidir. Bunun için, hukukun herkese eşit mesafede durması ve herkese eşit dokunabilmesi sağlanmalıdır.
Özgürlük, herkesin eşit özgürlüğü olmadıkça, gerçekten özgür olunamaz.
Başkalarının özgürlüğünü savunmak, kendi özgürlüğümüzü de savunmaktır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.