- 676 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Sadakatin Derin Sırrı
(Yaşanmış bir Hikâye)
Gökyüzü olduğundan daha mavi, güneş her zamankinden sıcaktı. Buraya geleli tahminen bir ay olmuştu. Haftada bir yiyecek getiren köylümüzden başka, çevremde sadece hayvanları görür, yalnızlığımı onlarla paylaşırdım. Bu hayata uzun yıllardır alışmış, çobanlığı meslek edinmiştim. Korku, asla aklıma gelmez, gece gündür dağları dolaşıp dururdum. Kaderim bana bu yaşamı bahşetmiş, Tanrı’ya, verdiği sağlık için şükrederek kırk beşli yaşlara gelmiştim. Burası Karadeniz dağlarının güneye bakan yüksek yaylalarından biriydi. Doruk hemen yakınımda, üzerinde hala kar vardı. Çevremde ki engebeli düzlükler üzerinde, çeşit çeşit bitkiler çiçeklerini açmış, çukur yerlerde kalarak erimeyen karların beyazlığı, eğimli yerlerde toplanan kar sularının çağlayarak akışı, görülmeye değer bir güzellikti.
Haziran ayına girmeden, çevre köylerin öküz ve tosunları, demem o ki, büyük baş hayvanlarının erkekleri buraya getirilir, ağustos ayının ortalarına kadar, yani harman zamanına kadar, otu bol ve çeşitli olan bu yaylada kalır, çok da iyi beslenirlerdi. Buranın bir adı da öküz yatağıydı. Gündüz bulunduğum yerden uzaklaşan hayvanlar, akşama doğru yattıkları yere gelir topluca yatarlardı.
Kendim ise, taştan yapılı üzeri ağaç dalları ve toprakla örtülü korunakta kalıyordum. İki tane köpeğim vardı. Bunlar oldukça iri, genç ve kuvvetli hayvanlardı. Ne olur ne olmaz diye yanımda Osmanlı’dan kalma beşli bir mavzer ile, iyisinden bir de kama taşırdım.
Saat on sırları olmalıydı, hafif hafif bir yel eserken, ilerideki küçük bir tepenin arkasında, rüzgârda oynaşan tüyler, oturduğum yerden dikkatimi çekti. Ayağa kalkarak usul usul yaklaşmaya başladım. Bu tüyler bizim hayvanların tüyüne benzemiyor gibiydi, hem farklı hem de daha uzundu. Kendi kendime, her halde dedim bir kurt buralara gelmiş, karnını doyuracak bir hayvan arıyor. Aklımda bu düşünceler varken, elime okkalı bir taş aldım, iyice yaklaşarak kurt sandığım hayvana atmak üzere taşı hızla fırlatırken, hayvanın kurt olmadığını anlamıştım, ama iş işten geçmiş, taş elimden çıkmıştı. Karşımda dev cüsseli kocaman bir boz ayı vardı. Hışımla bana dönerek ve kükreyerek atıldı. Bir an donup kalsam da aklıma gelen tek şeyi yaptım ve hızla kaçmaya başladım. Arkamdan gelen homurtu seslerinden ayının peşimde olduğunu anlıyor korku dolu vaziyette kulübeme varmaya çalışıyordum, fakat başaramayacaktım. Bir anda aklıma köpeklerime seslenmek geldi;
----Karabaş, karabaş,
Diyerek can havli ile bağırdım. Çok geçmedi, arkamda bir boğuşma başlamıştı. Nefes nefese geriye dönüp durduğumda, ayı on metre kadar arkamda durmuş, kendine saldıran köpeğimle boğuşuyordu. Köpek ayının ensesine diş geçirmiş, ayı onu oradan almaya çalışıyor, ancak bir türlü muvaffak olamıyor, hırsından kendini yere atıyor, zavallı hayvan büyük bir güçle ayının pençelerine direniyor, bazen altında kalıyor, ama ısırdığı yeri bırakmıyordu. Köpeklerimden diğeri korkudan yaklaşamıyor, uzaktan havlıyordu.
Bir iki dakika nefeslenip kendime gelir gelmez bir hamlede kulübeme koştum, silahı alıp boğuşan hayvanların yakınına geldim. Ayı hala arkasında ki köpekle uğraşırken onu oldukça hırpalamış, köpeğim neredeyse pes etmek üzereydi ki, her yanı kan içinde kalmıştı. Karşılarına geçtim ve silahın tetiğine üst üste iki kere bastım. Ayı sendeleyerek yere düştü, yarası ağır olmalı ki, inleyerek, çırpınarak can verdi. Ayı ölmüştü, kurtuldum ya derken, köpek aklıma geldi. Hayvanın yanına geldim, kan içinde kımıldamadan duruyor, derin derin nefes alıyor, gözlerimin içine sevgi dolu gözlerle bakarken, canını da çok yandığını anlıyordum. Yokladım, kaldırmak istedim nafile. Herhalde ayının altında kalırken ezilmiş, ayrıca aldığı pençe yaralarından bolca kan akmış, bu yüzden hayvan ağır yaralanmıştı.
Köpeğimi korunağın yanına zor olsa da taşıyıp, yaralarını yıkadım, temiz bezlerle sardım. Yaylada yapabileceğim şimdilik bu kadardı.
Ayıyı yüzdüm derisini kurusun diye gerdim. Etlerini iki direk arasına astım ve kurumaya bıraktım.
Yaklaşık kırk gün köpeğim yerinden kımıldamadı. Ölmemesi için büyük çaba gösterdim. Her gün, ayının etlerini tezeklerle yaktığım ateşte kaynatıp, önceleri suyunu içirdim, sonraları yavaş yavaş yedirmeye başladım. Hayvanın çeneleri öyle hırpalanmış ki bir zaman çenesini oynatamadı. Nihayet kırk elli gün sonra ilk kez ayağa kalktı. Ölene kadar yanımdan hiç ayrılmadı.
Sadakatin ve dostluğun en güzel örneğini, bu dağ başında bir hayvanla yaşamanın hazzı ve mutluluğu, yüreğimden hiçbir zaman eksilmedi.
Mehmet Macit
02.12.2013
Samsun