- 1806 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
381 – KUDRET
Onur BİLGE
Sevimli adamdır, Define. Hoşsohbettir. Arada böyle kıskançlık krizlerine girse de vazgeçilmezdir. İki kişilik barındırmaktadır. Birisi ezik, silik, gariban… Diğeri güçlü kuvvetli… Bulunduğu yere göre değişen bu kişilikler fark edildiğinde, aradaki uçurumun baş döndürücü olduğu da görülür. Şaşırtıcıdır ama gerçektir. İçerde başkadır, dışarıda başka...
Aslında parasal ve bedensel gücünü çoktan kaybetmiş bir ihtiyar... Anlattıklarına göre gençliğinde de çok güçlü olduğu söylenemez. Geçici bir zenginlik yaşamış sadece. O da anasının evini sattığında… Hazıra dağ dayanmaz. Akşam güneşi gibi gelip geçivermiş. Sağlık da diğer tüm sahip olunanlar gibi iğreti... Çoğu kayıp gitmiş.
Şimdi elinde kalan çok az şey var. En önemli emanetlerden varlık ve akıl… Bir de deneyimler… Kendi hayatından ya da dinlediklerinden edindiği tecrübeler… “Allah’ım! Aklıma mukayyet ol! “der durur. Zaman zaman onu da kaybetmekten korktuğu apaçık ortada... Yaşıtlarıyla aynı risk grubunda…
Neyimiz var ki bizim? Kendimize ait neyimiz var? Güç kuvvet, kudretin gerçek sahibinden emanet… “Allah, cümle mümkünatta tesir ve tasarrufa kadirdir.” der babam. Var ettiklerinde gerçek etki ve yönetim sahibidir. Her şeye gücü yeter. “Kudreti zatidir.” der. Yani bizimki gibi değil, kendisinden… Biz her şeyi O’ndan alıyoruz. Bir süreliğine… İade etmek üzere… Bahşediyor ve geri alıyor. Aczimizi bilelim diye… Boynumuzu eğelim diye… Belimizi bükelim diye…
Sayısız işi bir anda ve en mükemmel şekilde yapmaya güç yetirmekte… Nasıl ve nerde olursa olsun, bütün işleri kolaylıkla yaparken, biri diğerini engelleyememekte… Kudreti ölçülemez ve işlere bölünemez. “Ol!..” emriyle, dilediği her şey gerçekleşir. Evrendeki muazzam güzellik ve şaşmaz düzen bunu göstermekte...
Zavallı Define… Kendisini o eski Necmettin sanıyor. Ya da hayalindeki Necmettin Aktan… Hayallerini gerçek zannederek keyfini çıkarmaya çalışıyor. “Sıfıra sıfır, elde var sıfır…” diyip durduğu halde zaman zaman böyle çeşit çeşit güç gösterileri yapıyor.
Bu defaki güç ve irade gösterisi sadece kaptana karşı değildi. Bankacı ve bizler de payımızı aldık. Bazen, onunla yalnız kaldığımızda: “Dede! Büyüklük Allah’a mahsus! Engin ol biraz! Ne diyor Allah ve Resulü?” demek geçiyor içimden. Sonra da vazgeçiyor ve diyorum ki kendime: “Bırak da zavallı öyle zannederek ayakta durabilsin! Özgüvenini kaybetmesin! Sana ne!..”
Ne kadar aciz olduğunu düşündükçe içim parçalanıyor!.. Bu zamana kadar az veya çok kazanmış, yemiş yedirmiş. Bir şekilde ayakta kalmayı başarmış. Allah, yarattığını aç koymaz. Çalışan kimseye muhtaç kalmaz. Tek ihtiyaç duyduğumuz, O! Hem de öylesine muhtacız ki tepeden tırnağa, baştan sona, her konuda ve her şey için… Birer birer saymaya gücüm yetmez!
“Havalar ısındı. Bursa’ya bahar geldi.” dedi, Lütfiye Hanım. Konuyu değiştirmek istiyor olmalıydı. En kolay yolu seçmişti.
“Çok sevinmeye gelmez, yine de! Mart marttırır, kazma kürek yaktırır! Daha Kocakarı Soğukları da var sırada… Hıristiyanlar, Meryem Ana Fırtınası derler.” dedi, dede.
“Kocakarı Soğuğu mu?” diye güldü, genç hanım.
“Nisan yağmurları diye bir şey duymadın mı? İşte onların fırtınaları da vardır. Soğukları da…”
“Neden öyle denir, acaba? Durduk yerden denmemiştir herhalde. Sebebini biliyor musunuz?”
“Rahmetli annem anlatırdı. Yani analığım… Vaktiyle üç kocakarı varmış. Biri, havalar ısındı diyerek sürüyü alıp yaymaya götürmüş. Dağda hava birden soğumuş, sürüsü de kendisi de donarak ölmüş. Diğeri, evde ne kadar yatak yorgan varsa hepsinin yüzünü sökmüş, kapının dışına dökmüş, kurmuş kazanı, yıkamaya başlamış. Aniden hava soğumaya başlamış. O kadar üşümüş, o kadar üşümüş ki ısınmak için kazana girip başına leğeni örtmüş. O da orada pişerek ölmüş. Üçüncüsü de toprak tava geldi diye elindeki bütün tohumları ekmiş. Tohumların hepsi donmuş. Nisanın on üçüne Martı Bitiren Kocakarı, on dördüne Nisanı Getiren Kocakarı, on beşine de Yazı Getiren denirmiş.”
“Meryem Ana Fırtınası nereden çıktı, o zaman?” dedim. Dede devam etti:
“Bir Hıristiyan komşumuz vardı. O da başka türlü anlatırdı. Bir rivayete göre bu ihtiyar kadınların yedi koyunu varmış. Havalar ısındı diye otlatmaya götürmüşler. Aniden hava soğumuş, koyunlar donarak ölmüş. Onlar üzüldükçe hava soğumuş, ağladıkça yağmurlar yağmış. Rüzgârlar fırtınalara dönmüş. Tabiat Ana onlara:
“Yeter artık! Kesin üzülmeyi, ağlamayı! Yoksa hava daha da soğuyacak, bir daha güneşi göremeyeceksiniz! Meryem Ana size kızmaya başladı!” demiş ve aldığı yedi koyunu da onlara geri vermiş.
Yaşlı kadınlar sevinmiş, gülmeye başlamışlar. Onlar sevindikçe fırtına dinmiş, güneş açmış, ortalık ısınmış. Tabiat ana onlara koyunlarını bir şartla geri vermiş. Yedi yıl öğüdünü tutacaklar, aksi halde koyunları tekrar kaybedecekler. Öğütlerini sıralamaya başlamış:
“Bir: Nisan ayı gelmeden koyunlarınızı dağa çıkarmayın! İki: Nisanın on beşi olmadan tohum ekmeyin! Üç: On üç mayısta hamur yoğurmayın, maya tutmaz, küflenir! Dört: On dört mayısta dikiş dikerseniz, kadın hastalığına yakalanırsınız. Beş: On beş mayısta ev temizlemeyin, evinizde bet bereket kalmaz! Altı: On altı mayısta hayvanlarınıza yeşil ot yedirmeyin, hastalanırlar. Yedi: On yedi Mayıs günü çağla yemeyin, hastalanırsınız!”
Özellikle yaşlılar, Mayni Novi dedikleri bu günlere titizlikle dikkat ederlermiş.”
“Bunların hepsi safsata… Kim ya da kimler uydurduysa uydurmuş. Batıl inançlar… Tabi ki çiftçilerin, mevsim şartlarına göre uyması gereken kurallar vardır ama bu kadarı da fazla!” dedim. Lütfiye Hanım da:
“Amansız Elli diye bir şey var, benim duyduğum. Karakışın yirmisinden, gücüğün dokuzuna kadar, yani dört ocaktan şubatın yirmi ikisine kadar süren, çok çetin geçen elli günden bahsederdi büyükannem. Karakışın sonunda on gün, zemheride otuz bir gün, gücüğün başında da dokuz gün… Aynen böyle derdi.” dedi ve biraz duraladıktan sonra ekledi: “Galiba o adı erkekler koymuş. Neden Yaşlı Adam Soğuğu değil de Kocakarı Fırtınası?”
“Lütfiye Hanım, Beldir Aciz de var. Baba hesabına göre gücük ayının yirmi altıncı günüyle martın dördüncü günleri, yani martın on biriyle on yedisi arasındaki sürekli fırtına… “Beldir aciz, yer gök taciz…” ya da “Üçü şubatta, dördü martta…” diye anılır.”
“Bir de Hıdrellez Fırtınası diye bir şey varmış. Baba hesabına göre zemherinin on sekizinden yirmi sekizine kadar sürermiş. Şubatın onuna kadar aralıksız tam on gün rüzgâr esermiş. Takvim yaprağından okumuştum.” dedim.
“Hıdrellez mayıs başında değil miydi?” diye atıldı, Lütfiye Hanım.
“Bu Hıdrellez o Hıdrellez değil, ablacığım.” dedim. Bir de Vakit Yeli diye bir şey okumuştum takvimden. Gücüğün yedisinde,
yani şubatın yirmisinde vakit yeli esermiş ve havaya cemre düşermiş. Bir hafta arayla da diğerleri düşermiş. Gücüğün on dördünde, yani yirmi yedi şubatta suya, yirmi birinde, yani altı martta da toprağa… Bana en ilginç gelen cemre olayı…”
“Gâvurun Küfrü veya Gâvurun Günü diye de bir şey vardır, hanımlar.” dedi Define. Gücüğün çıkması, martın girmesi arasında aşağı yukarı on on dört mart arasında… Gâvurun küfründe bacaya çıkılırmış, horanta sayısı kadar taş seçilirmiş. Büyükten küçüğe doğru herkesin taşı, puharenin kenarına sıralanırmış. Ertesi gün taşların altına bakılırmış. Kimin taşının altından fazla böcek çıkarsa o yıl onun nasibinin bol olacağına inanılırmış. O yıl aile fertleri o kişinin uğuruna inanırmış. Gâvurun Günü’nde kadınlar kızlar salıncak kurup sallanırlarmış. Böyle yaparlarsa gâvurun küfrünün ve kendi günahlarının döküldüğüne inanırlarmış. Ben de bunu radyodan dinlemiştim.”
“Horanta, aile fertleri olsa gerek de puhareyi anlayamadım.”
“Ha, o mu? Baca demek, kızım. Bir de Haftı Hambal, yani Mart Dokuzu var. Şimdi aklıma geldi. Baba hesabına göre, mart ayının dokuzuncu yani martın yirmi ikinci günü… O gün güneş Hamel burcuna girer, gece gündüze eşit olur, aslında bahar o zaman başlarmış. Bence asıl on sekiz nisandaki Abrıl Beşi Fırtınası’ndan sakınmak lazım! O gün çok şiddetli soğuk olur. Eskiler: “Sakın abrıl beşinden, camızı ayırır eşinden!” derler. Adamı aldığı gibi atar!”
”Necmettin Bey, benim anlayamadığım da dünyadaki bütün felaketlere bayan adı verilmesi… Bir de Amerikalıların fırtınalara Rus bayan adları takması… Afet diye bir erkek yok ama kadın var. Afet, felaket demek! Yani şimdi sadece kadınlar mı felaket? Erkeğin felaketi yok mu?”
“Var var! Yani vardı da gitti. Gönderdim. Allah kavuştursun! Çok sevmiştiniz de…”
“Hay Allah iyiliğinizi versin, Necmettin Bey! Hiç de güleceğim yoktu!”
“Gülün gülün, Lütfiye Hanım Kızım! Gülün! Gülün bakalım! Felaket mi arasınız? Çok!.. İnsandan da olur, cinden de… Her çeşidi Allah’tan… Tabiata bakın! Deprem, heyelan, yanardağ patlamaları, doğal radyasyon… Kuraklık, sel, dev dalgalar… Fırtına, kasırga, tayfun, tipi, hortum… Kaya, çığ, göktaşı düşmesi… Kuraklık, orman yangını, ana iklim değişimleri…”
“Değil mi dede! Allah, her şeye kadir! İnsan ne kadar aciz!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 381
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.