- 2679 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BİLGE ÇINAR VE MEŞE AĞACI
Ormanda büyük, görkemli ağaçların arkasında, sık çalılıkların arasında ince bir meşe fidanı varmış. Bütün ağaçlar güneşi sever ve ona ulaşmak için büyük çaba sarf ederler. O yüzden sık ormanların içinde çok uzun ağaçlar olur. Çünkü o sıklıkta güneşe ulaşmak için boylarını çok uzatmaları gerekir.
Bazı fidanlarda büyük ağaçların gölgesinde kalır ve uzayamazlar. Bizim fidanımızda uzayamama korkusunu yaşarmış. Hem çalılar sararmış vücudunu hem de çalıların önündeki çok büyük ağaçlar. Bu büyük ağaçlar diğerleriyle alay ederlermiş. Kendilerinin ne kadar boylu ve biçimli olduklarıyla övünürlermiş.
Bir sabah yine güneş sık dalların arasından rengârenk ışıltılar saçarak, süzüle süzüle girmiş ormanın içlerine. Ama tuhaf bir sessizlik varmış. Ne kuşlar ötüyormuş ne de bir yaprak kımıldıyormuş. Küçük meşe fidanı bunu çok garipsemiş. Bu fırtına öncesi sessizliğin sonunu merak ve endişeyle beklemeye başlamış. Neden sonra bir bağrışmadır kopmuş. Kuşlar uçuşup bağrışıyor. Sincaplar tavşanlar kaçışıyor. Kuşlar yavrularını ağaçlardaki yuvalarından alıp götürüyormuş. Küçük fidan olduğu için henüz kuşların ve diğer hayvanların konuşmalarını tam anlayamıyormuş. Önündeki görkemli ve kibirli ağaca sormuş: “ne oluyor?” ama ağaçtan hiç ses çıkmıyormuş dallarını çalılara doğru çekme çabası içindeymiş. Kendini saklamak istiyormuş. Diğer ağaçların konuşmalarını duymuş. “Baltacılar! Baltacılar!..” diye bağrışıyorlarmış. Oysa baltacıları ilk kez görecekmiş. Az sonra ormanın içinden hızar uğultuları gelmeye başlamış. Balta sesleriyse ta ormanın derinliklerinde yankılanıyormuş. Biraz sonra ellerinde baltalar ve hızar motorları olan adamlar belirmiş. Ağaçları incelemeye almışlar. O gururlu ve küçük fidanlara güneşi vermek istemeyen ağaçlar süklüm püklüm olmuşlar. Dallarını ve yapraklarını aşağı sarkıtmışlar. Kendilerini kötü göstermeye çalışıyorlarmış ki kesilmesinler. Neredeyse ayakları olsa kaçacaklar. Sonra o büyük ağaçları birer birer devirmişler. Bizim meşe fidanı da çok korkmuş. Yaprakları sararmış bir süre kendini toparlayamamış.
Küçük olduğu için kesilmediğine şükretmiş. Derken aradan birkaç yıl geçmiş büyük ağaçların kesilmesinden sonra diğer küçük fidanlarla birlikte daha çok güneş almış ve büyüyüp serpilmiş. Ama diğer arkadaşları çayırda kendisiyse dikenli çalılıklar arasında olduğu için hep üzülürmüş. Çalılıklarda olmasının ona büyük fayda sağlayacağının şimdilik farkında değilmiş. Bazı tecrübeli yaşlı ağaçlar “haline şükretmelisin, çünkü o çalıların sana büyük faydası olacak” dermişler ama o gençliğin verdiği heyecanla anlayamazmış bunu. Çünkü gençken insanlarda olduğu gibi ağaçlarda tüm gerçekleri tam olarak göremezlermiş.
Gel zaman git zaman artık iyice boy atmışlar. Kuşlara ev sahipliği yapmışlar. Bizim küçük fidanımızda, kök salmış boy atmış, çalılıklardan başka bir sıkıntısı yokmuş. Aslında onun bir ayrıcalığı da varmış. Diğer ağaçlarda birer yuva olduğu halde kuşlar bu ağaçta birkaç yuva yaparlarmış. Ağaçkakanlar, bıldırcınlar, guguk kuşları, baykuşlar, nerdeyse ağacın bütün dallarında yuva varmış. Gövdesi oyuk oyukmuş yuvalarla. O bunu da anlamazmış neden kuşlar beni seçiyorlar diye. Tabi bu hoşuna da gidiyormuş.
Yine bir sabah uyandığında ormandaki tuhaf sessizliği hissetmiş. Hemen çocukluğundaki baltacılar aklına gelmiş. Ve heyecanlanmış. Bir korkudur sarmış. Az sonra yine aynı sesler, bağrışmalar kaçışmalar başlamış. Yine kuşlar ağaçları terk etmeye başlamış. Ama onun üzerindeki kuşlar kaçmıyormuş. Derken baltacılar gelmişler arkadaşlarını kesip devirmişler oysa tir tir titriyormuş sıra bana gelecek diye. Birkaç adam ona da bakmışlar, ağacın dibine yaklaşmak istemişlerse de dikenli çalılardan yol bulup ta ağaca ulaşamamışlar. Ve gitmişler. O zaman tecrübeli ağaçların dediklerini hatırlamış. Çalıların onu kurtardığını fark etmiş. Onlara çok teşekkür etmiş. Ve kuşların bunu bildiğini bu yüzden kendisine çok yuva yaptıklarını anlamış. Ve kendisi için neyin hayırlı olacağını önceden anlayamamanın burukluğunu yaşamış. Haline şükretmiş. Ve ondan sonra tecrübenin önemini anlamış. İnsanların tecrübeye bilgi dediğini öğrenmiş ve bilgin bir ağaç olmaya karar vermiş. İhtiyarlamış ağaçlardan çok çeşitli bilgiler öğrenmeye başlamış.
Aradan yıllar geçiyormuş. Oysa bilgilenmeye devam ediyormuş. Bütün bilgilerden sonra öğrenmiş ki gururlu kibirli olmak başa dert açıyor. Mütevazı olup haline şükrederek yaşamak mutluluğun tek anahtarı. Çünkü o kibirli ağaçların bir bir nasıl devrildiklerini görmüş. Çok çeşitli ihtiyar ve bilgin ağaçlardan hep bilgi topluyormuş. Şu kötü bu kötü demezmiş. Tıpkı arı gibi nerede bal özü varsa alırmış. Bunun iyice bilgilendiğini ve aynı zamanda ahlaklı olduğunu gören bilgin ağaçlardan biri: ”bak” demiş “ben artık iyice yaşlandım, herhalde önümüzdeki kışı çıkaramam. Sana keşfettiğim bir sırrımı vereyim”, oysa çok heyecanlanmış. Her ne kadar Allah’ın bilgisinin sonsuzluğunu öğrenmişse de yeni bir bilgi onu heyecanlandırmış:
- Ben yıllar içinde öğrendim ki; insanlarda ağaçlar gibidir. Hatta hatta bütün canlılar birbirine benzer. İyisi vardır kötüsü vardır. Ama siz insanları, sadece eli baltalı, bizleri katleden canavarlar olarak bilirsiniz.
— Tabi ki öyle!
— Hayır, tam öyle değil.
— Ama insan canavardır tabi. Balta elinde bizleri katletmiyor mu? Bizim düşmanımız değil mi?
— Evet, ama aynı insan bu ormanları korur. Korumak için mühendisler, ormancılar görevlendirir. Çoğaltmaya çalışır ağaçları.
Kafası allak bullak olmuştur. Anlamakta zorlanmaktadır.
—Ama niçin hem koruyup hem katlediyor?
—Bu dünyanın dengesidir. Bu Allah’ın dengesidir. Orman mühendisleri, kesilecek ağaçları dikkatli bir şekilde seçerler. Orman ölmesin diye. Düşünsene senin çevrendeki büyük ağaçlar kesilmeseydi sen şimdi böyle boy atabilir miydin? Ve onlar kesilmeseydi ne sen ve arkadaşların gelişecekti ne de onlar işe yarayacaktı. Benim gibi kof işe yaramaz ihtiyar bir ağaç olacaklardı. Ama bilgisiz insanlarda vardır. Rasgele ağaç keserler. Ormanı yakarlar tarla yapmak için. Keçilere yapraklarımızı yediririler.
— Yani biz insanların işine mi yarıyoruz?
— Elbette ki. Bizden masa sandalye, kalem hatta kâğıt bile yapıyorlarmış.
— Yani biz ölmüyoruz öylemi.
— Bir süre için evet.
— Peki, hiç ölmememizin çaresi var mı?
— Ah, ah! İnsanlarda da bu merak varmış. Ama ben o kadar bilgili değilim sen onu Koca Çınar’a sor.
O gün ve gece hep düşündü. Masa, sandalye, kalem, kâğıt gibi kavramların ne olduğunu bilmiyordu. Ve kafasında hayal etmeye çalışıyor bir türlü uygun bir şekil oluşturamıyordu. Sabahı iple çekmeye başlamıştı. Koca Çınar’a soracak çok sorusu vardı.
Ertesi gün Koca Çınar’la söyleşmeye başladı. Ona önce ağaçtan yapılanları nereden bildiğini sordu. O da gençlik yıllarında ormana piknik yapmaya gelenlerin eşyalarını gördüğünü ve bu konuda insanların konuşmalarını dinlediğini anlattı. “peki” dedi “bizim için ölümsüzlük olabilir mi? Bir süre sustu koca çınar.. Derin bir ah çekti...
-Evet bu gerçeği keşke bilmeseydim. Keşke sende sormasaydın.
— Neden?
— Çünkü öğrendikten sonra korkarım ki sende o sevdanın peşinde koşarsın. Oysa ona ulaşmak herkese nasip olmaz.
İyice merak etmişti. Bunun yolunu bir türlü tasavvur edemiyordu. Soluğunu tutmuş heyecanla onu dinliyordu. Ama o henüz söylemek istemiyordu.
—Bak, gel sen bu sevdadan vazgeç. Yoksa her gün gözün yollarda kalır. Her gün için için yanarsın. Bu sevda çoğunu kuruttu, yapraklarını sararıp soldurdu. Bak şu içi kovuk ağaçlara günbegün eriyorlar ama bundan habersiz olanlar gününü gün ediyor.
— Yani bu sevda bir nevi duyarlılık mı kazandırıyor?
— Evet, öyle de diyebilirsin. Bilgili olan duyarlı yada tersi; duyarlı olanda bilgili oluyor.
— Şimdi daha çok merak ettim. Nedir bu ölümsüzlük yolu?
- Anlaşılan kararlısın. Ama halime bak işte bende bu sevdanın yolcusuyum ama artık bitti umudum... Tükendim.
- O zaman bu yolda uzun bir sabra hazır ol.
Meşe ağacı, dallarını kendine çekti şöyle bir toparlandı. Gücünü topladı. Merakla ve ilgiyle bilge çınarı dinliyordu. Bir tek yaprağı bile kımıldamıyordu heyecandan. Çünkü eğer doğruysa az sonra duyacakları hayatını tümden değiştirecekti. Tıpkı insanlarda olduğu gibi; hani insanlarda düz bir çizgi üzerinde hayatlarını sürdürürken birden yeni bir durumla karşılaşırlar ve hayatları değişir. Hani bir üniversite kazanan öğrenci gibi. Ya da fark edemedikleri bir gerçeği Allah’ın lutfuyla bir anda fark edip davranışlarını değiştiren bir çok insan vardır. Sesi tane tane dökülüyordu Koca Çınar’ın:
- Bir zamanlar gençtim. Hayatın sadece bu ormanla sınırlı olduğunu sanırdım. Şu yanı başımızdaki kurumuş çeşmeden o zamanlar gürül gürül sular akardı. Ve insanlar buralara piknik yapmak için gelirlerdi. Ben baltalı insanları çok sonra tanıdım. O zamanlar insanlar çocuklar buralara gezmeye gelirler eğlenirlerdi. Benim gölgemde, gövdeme yaslanarak çok insan hikayeleri dinledim. O zaman anladım ki insanlarında iyisi var kötüsü var. Ama bazı insanların tutum ve davranışları bazılarından çok farklıydı. Mesela kimi çevreyi kirlettikten sonra öylece bırakıp giderken kimi tertemiz ederek gidiyordu. Eğitim, okul, kitap, kalem gibi sözleri de onlardan duydum. Gövdeme yaslanıp kitap okuyan çok insan oldu. Kitaplarda bilgilerin olduğunu öğrendim. Ve kitap okuyan insanla okumayan insanın farklı olduğunu gördüm. Çünkü kitaplarda yaşadığımız dünya ile ilgili binlerce bilgi varmış. Ve bilgili insanlar kendilerine ailelerine ve çevresine faydalı insanlar. Meselâ, bilgili bir insan ormanı yakıp ta tarla açmazmış. Çünkü biz ağaçların faydası o açılan tarlanın faydasından kat kat fazlaymış.
-Yani eşyaların dışında da faydalarımız mı varmış?
- Eveet hem de onlardan kat kat fazla.
Koca Çınarın anlattıklarını artan bir heyecanla dinliyordu. Söylediklerini hayalinde canlandırmaya çalışıyordu. Bir an için kafasındaki ölümsüzlük takıntısını unutmuştu sanki. Bilginin gücü onu gittikçe etkisi altına alıyordu. İşte şimdi yeni bir bilgi daha öğrenecekti.-
-Neymiş çok merak ettim faydamızı?
- Üç büyük faydamız varmış. Biri havadaki karbondioksit gazını alıp oksijeni dışarı vermek ki bu oksijen olmasa dünyadaki hiçbir canlı yaşayamazmış. İkinci faydamızda erozyonu önlemekmiş. Köklerimiz toprağı tutar ve insanların ekip biçtiği toprakların sellerle akıp gitmesini önlermiş. Üçüncü faydamızda yağmur bulutlarını çekmekmiş.
-Ama bu insanlara fayda dediğiniz şeyler aslında bize de fayda değil mi?
- Aferin dikkatlisin ve öğreniyorsun. Tabi ki öyle bunlar bir zincirin halkası. Evrendeki her şey birbirinin tamamlayıcısı. Her şey birbirine muhtaç. Sadece bizleri yaratan Allah muhtaç değil. Hani zikrettiğimiz. Sebepler öyle birbirine bağlı ki biri olmazsa her şey alt üst oluyor. İşte biliyorsun yağmurun yağmadığı zamanlar ormanda hayat ne kadar zorlaşıyor.
- Evet şimdi birçok şeyi daha iyi anlıyorum... Sessizleşti ve düşünmeye başladı. Birden koca çınarın hışırtısıyla kendine geldi.
- Neden daldın, hani ölümsüzlüğü öğrenecektin.
- Ha evet... ama bilginin gücü bana her şeyi unutturdu. Sanki bilgi her şeyden daha önemli gibi gelmeye başladı.
- Ne güzel, böyle düşünmene sevindim. Ama merak etme ölümsüzlükte bilgiyle ilgili zaten.
- Nasıl yani? Heyecanlandı ve sevindi. Çünkü bilgiyi o kadar benimsemişti ki ölümsüzlük takıntısından vazgeçiyordu ama şimdi her ikisinin de aynı olduğunu duyması onu sevindirmişti. Koca çınar en önemli ve onun hayatını değiştirecek sözleri tane tane söylüyordu:
- İnsanlar kitapları okuyarak bilgili oluyorlar demiştik. İşte bu kitabın yapıldığı maddenin aslı ağaç. Evet evet, insanlar buna kağıt diyorlar. Kağıtların üzerine bilgileri yazıyorlar ve okuyorlar. Kütüphanelere koyuyorlar. Evlerine kitaplıklar yapıyorlar. İşte kesilip te kağıt sonra kitap olan şanslı ağaçlar binlerce yıl yaşayabiliyorlar ve üzerlerine yazılan bilgilerden de haberdar oluyorlar. Çocuklar ve büyükler kitapları özenle koruyup okuyorlar. Yani kitap olmayı başarabilen bir ağaç insanların sevgisi ve koruması altında yıllarca yaşayabiliyor.
-Yani burda sadece uzun yaşamak olmamalı amaç. Ben isterim ki insanlara faydalı bilgiler veren bir kitap olayım.
- Aferin. Bilge bir ağaç gibi konuşuyorsun. Ve öğreniyorsun. Çünkü öyle kitaplar vardır ki, bir günde okunup atılır kenara. Kimse eline almaz daha. Ama öyle kitaplarda vardır ki herkes birbirine verir okunsun diye.
Bu sırada koca Çınar derin bir ah çekti...
- Ne oldu? Neden ah çektin?
- Bende bu sevdaya tutulmuştum. Fırsatta çıktı önüme ama...
Şimdi genç fidan meraklandı iyice. Kitap olma fırsatı çıkmış ama neden reddetmişti acaba?... -Neden!? Anlamıyorum neden önüne çıkan fırsatı değerlendirmedin?
- Derdimi deşiyorsun. Bu orman hep merak etti zaten ama sırrımı içime gömdüm.
Bu sözler ormanda daldan dala ağaçtan ağaca fısıltıyla dolaştı. Bütün orman susmuş merakla Koca çınarın sırrını dinlemeye çalışıyordu. Kuşlar bile durumu fark etmiş, koca çınarın sırrını dinliyordu. Oysa sözcükler yavaş ve titrek dökülüyordu ağzından iyice yorulmuştu:
- Evet benimde önüme fırsat çıkmıştı. Tam keseceklerdi ve kağıt fabrikasından gelmişlerdi. Konuşmalarından duymuştum. Bir ay önce olsa hemen razı olurdum. Ama...
Yine sustu. Orman derin bir sessizliğe gömülmüştü. Avını yakalamak üzere olan tilki bile öylece kalmış karşısındaki yaban ördeği dahi kaçmamış koca çınarı dinliyordu. Çünkü herkesin saygısı büyüktü ona. Ormanda soğuklarda, yağışlarda onun kovuğuna sığınmayan hayvan yoktu adeta. Hatta bazılarının doğum yeri de onun kovuğuydu. Kuşaktan kuşağa anlatılırdı onun iyilikleri. Ama bir sırrı olduğunu ilk defa duyuyorlardı. Ve çok heyecanlanmışlardı. Bu tarihi olaya şahitlik yapacaklardı. Bu yüzden ormanda hayat durmuştu.
- Ama ben dua ettim. Eğer istediğim kitap olmayacaksam kesilmeyeyim diye. Ve son anda beni kesmekten vazgeçtiler. Birden yağmur yağdı bırakıp gittiler.
- Senin olmak istediğin kitap neydi ki?
- Adını ben de bilmiyorum ama. O olaydan bir ay kadar önce buraya kuzularını suyun yanına getiren bir çoban gövdeme yaslandı. Kalın bir kitap açtı. Sesli sesli okumaya başladı. O kadar güzel bir okumaydı ki bütün gövdem, dallarım yapraklarım köklerim gevşedi. Sanki boşlukta uçuyordum. Öyle bir musikiydi ki anlatamam. Ama türkü değildi çünkü onu biliyordum önceden. Normal bir kitap ta değildi. Çünkü öbür kitapları da dinlemiştim, düz okunur geçilirdi. Oysa bunu okurken çoban kendinden geçiyor kimi zaman gözlerinden yaş akıyordu. Sonunda da bitirdi ve kitabı öpüp başına koydu ve koynuna soktu gitti. İşte bu kitabın sözlerini duyunca başka kitapların anlamı kalmamıştı benim için. O yüzden kesilmeyi istemedim. Bilmiyorum doğrumu yaptım ama yıllarca bekledim o kitap olmak için. Ama öğrendim ki hayatta her şey nasip işi. Ve her istediğimiz olsa hayatın bir anlamı da kalmaz. Sabretmek ve şükretmek hayatın sigortası. Yoksa hırslarımızı nasıl terbiye ederiz.
Orman biraz daha suskun kaldıktan sonra hışırtılar çoğaldı. Herkes bunun tartışmasını yapıyor ve herkes kitabı merak ediyordu. Koca çınarsa susmuş kendi haline çekilmişti. Genç bilgin adayı fidansa duydukları ve öğrendiklerini düşünüyordu. Önceden hiç bir şey bilmediğini ama bilgiç gibi davrandığını kendine kızarak söyleniyordu.
- Demek ki benim dışımda kocaman bir hayat varmış. Ben sadece kendim ve bu küçük çevrem var sanırdım. Demek ki çok okumalı ve çok yönlü düşünmeliymişim. Bakış açılarımı çoğaltmalıymışım. Yağmuru sadece kendi besinim sanırdım. Halbuki suyun kaldırma gücünün olması da apayrı bir bilgi. Ben ki dünyayı ormandan ibaret sanırdım. Ne kadar da bilgisizmişim. O zaman balıklarda dünyayı sudan ibaret sanırlar. Ne komik, halbuki işte ben de varım. Kim bilir daha neler var. En iyisi kitap olmak galiba. Evet kararını vermişti meşe ağacı. Kitap olmak sevdasına kapılmıştı o da. Dallarını çekti kendine, yapraklarını topladı uzun bir sabır için beklemeye başladı. Uykuya dalarken dudaklarından birkaç kelime döküldü: “ o çobanın okuduğu kitap neydi acaba?...”
Selahattin Cansız