- 1615 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
380 – İRADE
Onur BİLGE
Lütfiye Hanım’ın bize doğru baktığını gördüm. O da yalnız kalmış, neye uğradığını anlamamıştı. Bir sigara yakmış, Ahmet’in getirdiği kahveyi yudumluyordu. Yalnızlığını paylaşmak ve teselli etmek amacıyla yanına gittim. Ben de bir kahve istedim. Ona, anladığım kadarı durumu anlatacak, asıl sorunun kaynağından bahsedecektim. Fena halde gerilmişti. Nereden başlayacağımı bilemiyordum.
Daha kahvem gelmeden dede topallaya topallaya geldi. Zaten topuğu dışarıda gezerdi. Dizler dışa dönük, yalpalaya yalpalaya yürürdü. Bu defa telaşından daha da arttırmıştı. Acaba ne halde olduğunun farkında mıydı? Büyüyeceğim derken küçülmekte olduğunun…
Bir yandan öğrenirken bir yandan da unutuyorduk. Neye, ne kadar vâkıf olabilirdik ki biz? Zavallı insancıklardık, nihayetinde… Servetse, burada kullanılacak ve burada bırakılacak bir şeydi. Öteye gitmeyecekti ki! Yoksa dede mi dünyalıktı? Ya bize anlattıkları? İlmiyle amel etmiyordu o zaman!
Geçip özel sandalyesine kuruldu. Bir kralın tahtına oturuşu gibi… O, azametle yürürken sallanan, dönerken savrulan kaftanının eteklerini toplardı, bu da iki yana çıkık dizlerini aynı edayla topladı. Sonra ayak ayaküstüne atıp, masada dolu bıraktığı piposunu ateşledi, derin bir nefes çekti ve yukarıya doğru üfledi. Kocaman bir duman ve o berbat baca kokusu…
“Ne yapıyorsunuz siz, Lütfiye Hanım! Burada, benim mekânımda, benim yüz vermediğim bir adamla kırk yıllık dost gibi konuşmak ne demek oluyor?”
Bu ani saldırı karşısında neye uğradığını anlayamayan muhatabı, elindeki sigarayı kül tablasına bastırarak söndürdü ve yenisini yakmak için davrandı.
“Ne yapmışım efendim? Arkadaş ortamında tanıştık, konuştuk. Birbirimizi yemedik ya! Ne olmuş?”
“Elinin körü olmuş! Ne olacak, hanımefendi! Bizi hiçe saydınız. Koskoca bir Necmettin Aktan var burada!.. Bu yaşa gelmiş, görmüş geçirmiş biri… Bu adam susuyor… Maşallah, siz konuşuyorsunuz! İnsan bir durur düşünür, acaba bu adam neden konuşmuyor?”
“Konuşmakla hata mı ettim, efendim? Siz de konuşsaydınız! Neden susmayı yeğlediniz?”
“Bir bildiğimiz vardır elbette de onun için susuyoruzdur! Aman ne konuşma!.. Hatta konuşma da değil, kırk yıllık dostmuşlar da hasret gideriyorlarmış gibi… O ne samimiyet öyle? Neymiş efendim, sitede satılık ev varmış… Komşu olacakmışlar… Adres de veriyor ya!..”
“Beyefendi ev arıyordu, yardımcı olmak istedim. Ne olmuş? Komşu oluruz işte! Öyle kültürlü ve nazik bir komşusu olmasını kim istemez!”
“Nerden tanıyorsunuz da hemen yerinizi yurdunuzu belli ediyorsunuz! Babanızın oğlu mu! Neden yanınıza çekmeye çalışıyorsunuz? Elin adamı! İyi adam olduğu alnında mı yazıyor?”
“Sizin çevrenizde kötüler barınmaz. Ben öyle duydum, öyle biliyorum. Onun için geliyorum buraya. Gelenlerle de rahatça konuşuyorum.”
“Yanılıyorsunuz, efendim. Onun buraya ikinci gelişi… Ben de yeni tanıyorum. Sormadan etmeden… İnsan bir sorar, öğrenir…”
“Neden bu kadar kızdınız, anlayamadım. Ne olduğu zaman içinde anlaşılır. Ona göre arkadaşlık ederiz ya da etmeyiz. Eve bakacak. Beğenirse alacak. Nasipse… Değilse… Belki bir daha hiç karşılaşmayacağız bile.”
“Müsaade etseydim, az daha evlenme teklif edecekti! Görmediniz mi size nasıl baktığını?”
“Hayır. Ben anormal bir şey görmedim. Size öyle gelmiş.”
Onun yerinde olmak istemezdim. Yüz hatları kasılmıştı. Ellerinin ve dudaklarının titremesine hâkim olamıyordu. İnce uzun parmaklarının arasındaki sigara da titriyordu. Define hırsını alamamıştı. Makineli tüfek gibi konuşuyor, suçluyor suçluyordu… Haysiyeti zedelenmişti. Yani o, öyle hissediyordu. Her horoz kendi çöplüğünde öterdi. Diğerini hazmedemiyordu. Yani bir başkasının başrolü oynamasını… Bir süreliğine de olsa buna tahammül edemiyordu. “Vay bencil ihtiyar, vay!..” dedim içimden.
“Adam yalnız… Bir arayış içinde… Ev arıyor, eş dost arıyor, yardımcı arıyor… Biz erkekler, birbirimizi anlarız. O adam maceracı… Öyle gelmiş, öyle gider. Dün burada neler anlattı! Tanımadan bilmeden… Allah Allah! Allah Allah!..”
“Ne bileyim ben, neler anlattı! İki laf ettik şurda… Şunun şurasında…”
“Necmettin Aktan susuyor! Bu ne demek? Düşünmediniz mi acaba bu adam neden konuşmuyor?”
“Neden konuşmuyor?”
“Yüz vermiyorum da ondan! Benim çevremde bu kadar kadın kız var! Bunlar benden sorulur! Böyle zevzek adamlar, buraya paldır küldür giremezler!”
“Dün gelmiş… Konuşmuşsunuz. Yüz vermemiş olsaydınız, bugün gelme cesaretini kendisinde bulamazdı.”
“Dün başka… O zaman geldi, tanıştık, konuştuk… Sorununu söyledi. Biz de dağarcığımızda ne varsa söyledik, yardımcı olmaya çalıştık. Olduk ya da olamadık, bitti! Bugün tekrar gelmiş.”
“Gelemez mi? Halka açık bir yer…”
“Buraya herkes gelebilir. Gelebilir de… Benim mekânımda benim sözüm geçer! Yoksa ben burayı yönetemem! Acze düşerim. Gelenleri önce iyice tanımam lazım. Afedersiniz ama burası Dingo’nun ahırı değil! Öyle herkes elini kolunu sallayarak girip çıkamaz! Benim mekânımda benim çevremden şöyle ya da böyle istifade etmeye kalkamaz! Ben adamı bakışından anlarım! Neydi o samimiyet öyle!.. Tövbe tövbe…”
“Tamam tamam! Abartmayalım, lütfen! Kovmaktan beter ettiniz zaten! Yaşlı başlı adam… Acıdım Vallaha! Yıktı boynunu gitti.”
“Haddini bilmezse, bildirirler işte böyle! Kös kös gider!.. Onun bilgisi bir yere kadar! Her kapıyı açamaz! Burada bizim borumuz öter!”
Kahve mi içtim, zehir zıkıkım mı! O ne zılgıttı öyle!.. Kalkıp gitsem, olmaz… Kaldım, hiç olmadı. Define’nin öfkesi saman alevi gibidir. Onun asıl derdi, ikinci plana düşmekti. Adamcağız hiç de kötü bir şey yapmadı. Bir anda ilgi odağı oluşunu çekemedi, fena halde hırpaladı! Hatta yedi onu!..
“Şüphesiz… Siz buraların tek padişahısınız ama ben mutlakiyete karşıyım. Nerde kaldı sizin demokrasi anlayışınız? Üstelik o, özel biri… Oldukça geniş bir kültüre sahip… İstifade etmek hakkından mahrum mu kalsaydım? İlim bir hazinedir, anahtarı sorup öğrenmektir. Öyle değil mi efendim?”
“Hıh! Kültürmüş! Bilgi edinmek istiyorsan, aç ansiklopediyi, oku! Merak ettiğin her şey var onda! Cibilliyetsize ilim öğretmek, eşkıyanın eline kılıç vermektir.” demiş, Mevlana.”
“O ilim, başka ilim… Benim bilgili kişilere saygım ve sevgim var. Bunun için buraya takılıyorum. Sizden faydalanıyorum.”
“Ben cahil adamın tekiyim! Orta iki terk… Ötesi yok… Yok!..”
“Herkes cahildir ama farklı konularda… Herkes her şeyi bilemez! Bilmek zorunda da değil.”
Konunun değişmesi, ortamın rahatlaması gerekiyordu. Hava biraz yumuşamış, saldırı şekil değiştirmiş, tartışmaya dönmüştü. Ustaca iltifat, dedenin gururunu okşamış, kabul etmemiş görünse de sevindirmiş, önemsendiğini hissetmek, başını tekrar dik tutmasını sağlamıştı.
Yaşlılar övgü almaktan ne kadar da hoşlanıyorlardı! Aslında kaptan da yaşlıydı. O da övülmek isterdi ama Define, iradeyi tekelinde tutmak istiyordu. Zaferin iradede olduğunun bilincindeydi. Muradına ermişti. Saldırısı, çok fazla direnmeden teslimiyetle neticelenmiş, bilgisinden yararlanılan birisi olduğu söylenmiş, muradına ermişti. Öfkesi dinmiş, ortama hâkim olmanın mutluluğunu hissetmeye başlamıştı bile. Muzaffer bir komutan tavrıyla, “Üniversite mezunlarını dahi cebimden çıkarırım ben!” dercesine elini kaldırarak Ahmet’e seslendi:
“Oğlum! Bir kahve de bana!”
İrade, dünyadaki en önemli güçtü. Virane sınırları içinde ve onu sayıp sevenler üzerinde iradesini kullanıyor, dilediğini yapıyor, yaptırıyordu. Böyle zamanlarda kendisini Zeus gibi hissediyor olmalıydı. Kızar mı kızmaz mı diye düşündüm önce ama sonra “Kızarsa kızsın!” dedim. Böyle kalmamalıydı. Tamamlanmalıydı. Gerçek apaçık ortaya çıkmalıydı.
“Allah kâinatı, dede de buraları yönetir. İrade, kayıtsız şartsız milletin değildir. Dedenindir!” dedim. Sataşma sırası bana gelmişti. Ne de olsa, Lütfiye Hanım’dan eskiydim. Daha çok sözüm geçerdi.
“O nasıl söz, kız! Haşa!.. Ne diyorsun sen! İrade ne demek? Hangi irade?”
“Krallığını dilediğin gibi yönetmiyor musun? Onu kastettim. Aklıma bir hadis geldi de… “Allah’ın dilediği oldu, dilemediği de olmadı.” Dilediğini yaratır. Murat etmesi, olması için yeterlidir.”
“İyi ama bunlar, Allah’a ait özellikler.”
“Demek ki insanda da az miktarda da olsa var. Yani irade… Eşya ve fiiller nasıl Allah’ın dileme, hüküm ve iradesine bağlıysa, yeryüzündeki yöneticiler de bulundukları yerde kendilerini tek irade sahibi hissetmek isterler. Allah, kâinattaki her şeyi ve her olayı ezeli iradesiyle yaratmış ve yaratmaktadır. Mülkünde dilediğini yapar. Kâmil bir irade sahibidir. Her dilediği mutlaka olur. O, öyle bir padişahtır.”
“Semiray! Ne demek istiyorsun sen? Tövbe tövbe…”
“Hiç! Bizim de padişahımız var da… İrade onun…”
“A, bak! Annen çağırıyor! Geliyor geliyor!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 380
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.