- 981 Okunma
- 3 Yorum
- 2 Beğeni
Pencereler
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bu kez dönmeyecekti. Kapıyı kapadığında içinde hissettiği o soğukluk öncekilerden çok daha keskindi çünkü. Bulutlar aralanmamaya kararlıydı bu sefer… Güneşi müjdeleyen geçici bir perde olmaktan uzakta bir ısrarla gittikçe daha da sıkı fıkı oluyor, minicik bir ılıklığın hayalini bile çok görüyorlardı ona. Önceki gidişlerinde hiç de böyle değildi oysa. Bir yerlerde bir ‘aralık’ kalıyordu mutlaka… Arasıra arkada bambaşka bir mevsimin hüküm sürdüğünü müjdeleyen birkaç ışık huzmesi gönderip, “Sakın ümidini kesme!” diyordu ona, “Güneş her an açabilir yeniden.”… O yüzden aslında yolun sonunda az önce çıktığı bu kapıya varacağını zaten bilerek iniyordu merdivenleri. Dönüşsüz bir yolculuğa çıkmadığını bilenlerin içten içe hissettiği o ferahlıkla…
Çünkü gerçekten gidenler; sadece uzaklaşmak, gittikçe azalan nefeslerini çoğaltıp yeniden dönmek üzere çıkmazlardı yola. Çıktıkları o kapıyı tamamen arkalarında bırakır; başka bir yaşam, başka bir dünya için kullanmak üzere depolamaya başlarlardı nefeslerini. Çünkü onlar bilirlerdi: O kapıdan çıkmalarının asıl nedeni havasız kalan ruhları değil… Hep aynı yerlerde, aynı insanlarla birlikte vakit geçirmenin körleştirici etkisinden sıyrılıp onlarla aralarında biraz mesafe açmak gibi bir ihtiyaçtan kaynaklanmıyor bu çekip gitme isteği. Bir algı sorunu değil bu yani… Ne görüyorlarsa o var karşılarında… Mesele, gördükleri bu gerçek karşısında duydukları hoşnutsuzluk…
Yani böyle kesin bir yargıyla kapıyı çekip çıkıyorsan; “on gün sonra nerede olacağım, iş yerine uzak bir yer mi olacak orası, bir de yol masrafı mı çıkacak” nevinden sorular da sormaya başladığından; önceki gidişlerdeki gibi kısa süreli bir esip geçme halinden çok öte bir ruh durumunda inmeye başlardın merdivenleri, midende çok tatsız bir duyguyla. Apartmanın giriş kapısına geldiğinde, içinde bulunulan mevsimden bağımsız bir rüzgârın sert tokadına maruz kalırdın dünyayla karşılamadan hemen önce. Hele bir de mevsim soğuk bir mevsimse, o rüzgâr sadece duygusal bir savruluş yaşatmakla da kalmaz, hayat karşısında bundan sonra bulunacağın konumu hatırlatan türden bir mücadeleye girmene yol açarak düpedüz yalpalatmaya başlardı seni. Çünkü dengede kalmak için güç sarf etmen gerekirdi. Hadi diyelim gerçek bir rüzgâr değil bu, sadece içinde hüküm süren o andaki mevsimle ilintili… Yine de gerçek bir rüzgârdan çok da farkı olmazdı dengeni sağlamanda yarattığı güçlük açısından. Çünkü on gün sonrasını görürdün sen attığın her adımda. “Bir ay sonra nasıl olacağım” derdin. “Yanımda kimler olacak? Kiraya ne kadar gidecek? Hafta sonları sinemaya gidebilecek miyim yine? Yoksa lükse mi kaçacak böyle şeyler artık? Tek keyfim evimde televizyonun başında saatlerce çekirdek çitleyip pineklemek mi olacak?”
Böyle sorularla cebelleşirken ne ayağın dolu dolu basabilirdi yere, ne de elin bir şeyi hakkıyla tutabilir… O yüzden gerçek bir rüzgâr gerekmiyordu ille de dengenin bozulması için. Artık kendine ait olmayan uzuvların hâkimiyetine girmen gibi bir durum söz konusuydu çünkü.
Bu yüzden karşıdan gelen komşu gencin şaşkın bakışlarına hiç de şaşırmadı. Yüzü ne haldeydi kim bilir? O genç bir şey soracakmış gibi birkaç saniye baktı kaldı yüzüne. Yardım edebilir miyim der gibi… Kimsesiz bir kedi geziniyordu gözlerinde. Demek bu kadar aciz görünüyordu. İki lokmaya muhtaç, şefkatsiz ve aç kalmış bir kedi gibi…
“Ben o değilim!” demeliydi ona. “Yüzümde gördüğün o zavallı, sevgiye muhtaç, nereye gideceği belirsiz o kadından çok uzakta bir yerdeyim ben. Tamam, gideceğim yer belli değil, kabul… Birkaç gün arkadaşımda kalacağım gerçi ama sonrasını ben de bilmiyorum. Ama yine de bu zavallı olduğum, senin bu acıma dolu bakışlarını hak ettiğim anlamına da gelmez ki! Dünyanın en kendine güvenen, en güçlü insanı da nereye gideceğini bilemeyebilir bazen. Ayrıca biraz boşlukta kalmak da iyidir. Her şeye eşit mesafeden bakmak, o şeylerin hak ettikleri yerle bulundukları yer arasında kıyaslamalar yapmak açısından bol bol fırsat verir insana. Salonda eşyaların yerini değiştirir gibi yaşamında da bir düzenleme yapman gerekir bazen çünkü. Her şeyi yerli yerine koyman…”
O genç duymuşçasına bunları, kararlı adımlarla yaklaştı yanına. İyi günler deyip kapıdan gireceğini sanmıştı başta. Ama hayır, bir şey söyleyecekti sanki. “Konuşmak ister misiniz” dedi.
Birkaç saniye neye uğradığını şaşırmış bir halde kalakaldı yerinde. Sonra o şaşkınlık yerini sessiz bir kahkahaya bıraktı. Sesi kısılan her kahkaha gibi şekilden şekile soktu ağzından yol bulup da çıkamadığı o yüzü… Genç kadın sonunda gülme ihtiyacını abartılı bir gülümseme şeklinde giderebildiğinde, güç bela “Teşekkür ederim.” diyebildi. “Ama konuşacak vaktim yok maalesef.”
İyi günler deyip hemen kapıya yöneldi genç. Hafif sitemkâr çıkmıştı sesi sanki. Haklıydı da alınmakta, nerden bilsindi ki o sorusunun nerelere dokunduğunu içinde? İşin içine karşı cinsten insanlar girince tek bir kelimeye bile ne anlamlar yüklenebildiğini…
Nasıl anlatsındı ki şimdi, elinde valiz kendi oturduğu apartmanın kapısının önünde, sahipleri tarafından dışarıya atılmış yavru bir kedi gibi şaşkınlıktan dona kalmış bu zavallı görünümünün içinde O’nun az önce sorduğu soruya gösterdiği tepkiyi çok haklı hale getiren kimi yaşanmışlıklar da olduğunu aslında? Nette biraz fazla kalsa ne fırtınalar koptuğunu evde, genç bir kadının karşı cinsle küçücük bir temasa geçme ihtimali olan her ortamın aile bireylerinin tüylerini nasıl diken diken ettiğini… Üstelik çelişkili görünebilecek bir şekilde kendisi de erkeklerle çok kolay diyaloğa giren kadınlardan hiç hoşlanmazdı doğrusu. Ama elmalarla armutları da ayrı yerlere koymalıydı, tabii eğer adaletsiz yargılara varmak istenmiyorsa. Mesela akşamları bir kadeh şarap içmekle şişenin dibine vurmak arasındaki farkı ortadan kaldıran türden bir körleşmeye de yol açmamalıydı ‘ahlak’ adı altında savunulan şeyler.
Kendisinin de ağzını iki karış açıkta bırakan yaklaşımlar da yok değildi aslında. Mesela bir gün kaldırımda giderken enteresan bir konuşmaya şahit olmuştu. Genç bir kızla genç bir erkek gidiyorlardı önünde. Kız erkeğe konuşmanın bir yerinde “beni de Paris’e götürsene” demişti. Anlaşılan oydu ki sevgili falan değillerdi. Çünkü bir kız sevgilisine böyle bir şey diyecekse bu tonda söylemezdi kesinlikle. Kız ne kadar laubali bir tavır içinde de olsa, aralarında belli bir mesafe olduğunu hissettiren bir şeyler vardı. Tek tük kulağına çalınan sözcükler iş arkadaşı olabileceklerini söylüyorlardı ona. İşte onu şaşırtan da bu çelişki olmuştu zaten. Hem laubali, hem belli bir mesafeyi de koruyan bir diyalog vardı aralarında. Muhtemelen o mesafeyi koyan da o kız değildi.
Annesinin “yatmıyor musun daha” dediğinde sesinde beliren imada o kız gibileri de vardı işte. “Onlardan mısın sen de yoksa” diye soruyordu ona annesi aslında.
“Dul bir kadın olmanın taşıdığı ağırlığa yeterince sahip olabiliyor musun” da diyordu ayrıca annesi, sesinden usul usul yükselen o sızlanışta. Yani diyordu ki aslında: “Ben seni tanımıyorum!”
Önceden duymazdan gelmeye çalışmıştı hep, annesinin sesindeki bu yargılayan ifadeyi. Geç vakitlere dek uyanık kalmasına duyduğu bu alerjiyi yalnız başına kalmanın verdiği melankolik ruh halinde, geçmişin acıtan sayfalarıyla haşır neşir olmasından duyduğu endişeye bağlamış; “tamam anneciğim, birazdan yatacağım zaten” tarzı sözlerle geçiştirmeye çalışmıştı onu her seferinde. Ama sonraki gün ve gecelerde aynı imalar çeşitli vesilelerle defalarca tekrarlanınca kendini kandırmak çok daha zorlaşmış, bu da çok geçmeden kelimelerde ifade etmeye başlamıştı kendini.
Ne zamandır geçiştirmiyordu artık suçlamaları. Çünkü onların kendinde gördüğü hataların hiçbirini yapmıyordu o. Tüm gün, içinde dönüp durduğu o küçücük dairenin bir parçacık dışına çıkmaktı tek yaptığı. İş yeriyle evi arasındaki tek farkı ‘daha az yorulmak’ olmaktan çıkaracak kadar farklı bir boyuta geçirebilmek evde geçirdiği anları… Zaten hafta arası o kadar yorgun düşüyordu ki, dinlenme dışındaki varoluş biçimlerini uygulamaya sokması hafta sonları mümkün olabiliyordu genelde. Ama birkaç günlük bu farklılık, hafta boyu miskin miskin akan dere misali kıpırtısızlığın yerini kısa bir süre için coşkun nehirlerin gümbürtülü akışına bırakması yetiyor da artıyordu ailesini isyan ettirmeye.
Birkaç kez böyle elinde valiz kapıdan çıktığı olmuştu yine. Ama şimdiki bu “bitti artık” diyen buz gibi duyguyu duymadan içinde… Minicik de olsa gülümseyen bir aralığı hep var ederek göğünde… İçten içe onların ikazlarına hak vermiyor da değildi çünkü. Dul bir kadın olmak sadece bir kadın olmaktan daha ağır bir şeydi çünkü. Zaten yeterince ağır bir çantaya biraz daha eşya yüklemek gibi… Ensende toplumun nefesini daha da şiddetli duyardın çünkü eğer dulsan. Bir kadının yüzünde olması gereken duvarlara birkaç tane daha eklemen gerekirdi. Tabii eğer yanlış anlaşılmak istemiyorsan…
İşte bunları düşünüp annesiyle babasının sözlerine çok da kızamıyordu aslında. Hatta bir keresinde daha yolu yarılamadan arkadaşını arayıp gelmekten vazgeçtiğini söylemiş, gerisin geri dönmüştü eve. Ama şimdi durum çok farklıydı.
Hafta sonu olduğu için evvelsi günü dışarıda geçirmişti. Bir arkadaşıyla tiyatroya gitmiş, çıkışta ondan ayrıldıktan sonra biraz dolaşmaya karar vermişti. Hava güneşli olduğundan hiç acele etmiyordu eve dönmek için. Kalabalık bir meydandan geçiyordu bir ara. Öyle yerlerde hep olduğu gibi yine bir sürü güvercin vardı. Bu güzel manzaranın bir parçası olmak için sabırsızlanarak hemen bir yer buldu kendine, önünden geçen çaycıya seslendi.
Zaman durmuştu bir anda sanki… Kendisi saatlerin olmadığı bir boyuta geçmişti artık çünkü. Saniyelerin yerini şu tam önünden geçen güvercinin adımları almıştı. Artık onlarla ölçüyordu zamanı. Şu karşıdaki ağaçtan savrulan yaprağın salına salına yere süzülüşüyle… Güvercin gittiği kadar gidip de tekrar tam önüne geldiğinde ya da yaprak yolculuğunu bitirip yere temas ettiğinde, bir yerden bir yere gitmiş olacaktı zaman denen şey de… İçine giren şeylerden bağımsız olmayan bir akışta, onların kendisini hızlandırıp yavaşlatmasına izin veren, sevecen bir zamandı bu.
İşte bu yüzden kolundaki saatte akıp giden her neyse, hiç umurunda değildi o anlarda. O güvercin dönüp geri geldikten epey sonra; şu karşı duvarda oturan genç kızın, simidinden kuşlara parçalar atıp yerinden kalkmasından ve onun yerini o asık suratlı gencin almasından, o düşen yaprağın yanına üç yaprak daha konmasından sonra yani… az ilerideki simitçiden bir simit almış ve korkulu bir bakış fırlatmıştı az önce oturduğu o daracık boşluğa. Dolmadığını görünce sevinçten çığlık atacaktı nerdeyse. “Bir de çay olsaydı” diye içinden geçirmişti ki, az ötede ilk çayını aldığı o çaycıyı görmüştü.
İşte bu şekilde saatine bir kez bile bakmaya gerek duymadan, herkes gibi kendisinin de gönlünce dokunup hızını ayarlayabildiği bambaşka bir zamanın içinde yuvarlanıp giderken nasıl olduysa gözü saate kaydı ve “eyvah” dedi. Evdekilere tiyatroya gideceğini söylemişti sadece ama o zaman hesapta bu gezinti yoktu tabii. Nasıl tahmin edebilirdi ki kış ortasında havanın bu kadar güzel olabileceğini? Daha dün o kadar kapalıyken… “Şimdi neler kurmuşlardır kim bilir?!” dedi içinden, gönülsüz bir şekilde yerinden kalkarken.
Eve gittiğinde karşılaştıkları tahminlerinin de ötesindeydi. “Nerelerdeydin bu zamana kadar?!” demişti annesi karşılaşır karşılaşmaz hemen. Öyle geniş kapsamlı bir soruydu ki bu, çek çekebildiğin yere… Ama annesinin gözlerindeki ifade o genişliğe sınırlar koyuyor, içinde nefes alınacak küçücük bir nokta bile bırakmamaya kararlı, dar bir alana hapsediyordu o soruyu. “Alenen suçluyorum seni!” diyordu gözleri. “Kimle ve nerdeydin, hemen söyleyeceksin bana. Yanlış biriyle, yanlış bir yerde mi?”
Bu kadar da olmaz artık dedirtecek türden bir anlayışsızlık duvarıyla burun buruna gelmenin şaşkınlığıyla, “Ailem olamazsınız siz!” diye haykırırken bulmuştu kendini. “Çünkü gerçekten ailem olsaydınız bu kadar yabancı olmazdınız bana. Gözünüzün önünde olmadığım anlarda, onayladığınız hanım hanımcık kızınız olmaktan çıkıp her tür yanlışı yapabilecek kadar ilkesiz, sorumsuz bir kadına dönmezdim bir anda zihninizde. Eğer gerçekten doğru biri olarak görseydiniz beni, bir parça tanısaydınız; yanlış yapmamam için gözlerinizin sürekli üzerimde olmasına gerek olmadığını da bilirdiniz. En azından ‘kızım yapmaz öyle şey’ diyecek kadar güvenirdiniz bana.”
Bu sözler zihninde yankılanmaya başlayınca, kaç dakikadır beklediği o gücü bulur gibi oldu içinde ve “hadi bakalım, başlıyoruz” diyerek ilk adımını attı. Tam o anda kapının açıldığını fark etti… O genç çıktı sonra. Bir şeye yetişmek ister gibi bir ifade vardı yüzünde. Üstelik yetişmek istediği de kendiydi galiba. Çünkü göz göze geldiklerinde derin bir oh çektiğini fark etmişti. “Ben de kaçırdım sanmıştım sizi.” dedi soluk soluğa. “Neyse ki gitmemişsiniz. Sonradan aklıma geldi, yanınızda bir valiz olduğu. Lütfen yardımcı olmama izin verin.”
Arkadaşının evi uzakta olduğundan yanındaki kısıtlı parayı düşünerek taksi çağırmamıştı. Bir dolmuşa biner giderim diye düşünmüştü apar topar evden çıkarken. Durak uzak sayılmazdı gerçi ama valiz çok da hafif olmadığından epey bir zorlanacaktı tabii. Velhasıl gencin teklifi çok makbule geçmişti.
Ama ya pencereler ne olacaktı?.. Üzerine dikilmiş kocaman gözler gibi çevresini saran onlarca delik..? Onlar varken nasıl yanında bu gençle geçebilirdi ki bu sokaklardan?! Üstelik sadece genç bir kadın olmakla da kalmayıp bir de dulken… Camların ardında annesi ve babasının yargılayan bakışları vardı. Başka gözlerde de olsalar hiç değişmiyordu o bakış. Giderayak bir kez daha ‘olmadığı biri’ olmakla suçlanmak istemediğinden nazikçe reddetmek durumunda kaldı bu güzel teklifi.
Ama bu kez komşu genç pes etmemeye kararlıydı. Galiba az önce ayrıldıktan sonra aklına sadece arkasında bıraktığı kadının yanında duran valiz gelmemişti. Yüzünde donup kalan kahkahada saklı anlamı da çözmüştü yalnız kaldığı o birkaç dakika içinde. Atılamayan o kahkahayla valiz arasındaki sıkı bağı görmüştü. “Konuşalım” kelimesini bu kadar komik hale getiren şey neden olmuştu, bu kadının kendi evinin önünde bu kadar yabancı durmasına… Az sonra çıkacağı yolculuğa zihninde çok önceden çıkmıştı belki.
Kendinleyken, küçük küçük ayrıntılar birbiri peşi sıra sökün etmişlerdi zihnine. O kadının annesi ve babasıyla birlikte olduğu kimi sahneler… O insanlar bir kadının karşı cinsten biriyle bir yerlere gidip sohbet etmesine ya da yan yana gezmesine hoşgörüyle bakacak türden bir anlayıştan çok uzakta bir görünüm çiziyorlardı. Bu sonuca nasıl varmıştı bilmiyordu ama bir şeyler fısıldıyordu sanki; “bu insanlar kızları eve biraz geç dönse, dünyayı dar ederler ona” diye…
İşte az önce onun yanından ayrılıp merdivenlerden çıkarken bunlar gelmişti aklına. Ve o atılamayan kahkahanın sırrını da böyle çözmüştü. Merdivenleri apar topar geri inmişti sonra.
Az önce yaptığı teklifi geri çevirdiğinde genç kadına hiç kırılmadı bu yüzden. Onu anlıyordu artık çünkü. Bu yüzden geri dönüp gitmek yerine teklifinin reddedilmesine yol açan gerçek nedene yönelmeyi seçti ve onu ortadan kaldıracak bir formül koydu ortaya: “Gideceğiniz yeri söyleyin, ben oraya önden götüreyim valizi. Siz gelene kadar da orada beklerim.”
Harika bir çözümdü bu. Genç kadının gözleri, yüzü, her parçası bunu söylüyordu ona. Ağzıyla da aynı anlama gelen bir şeyler söyledi, teşekkür etti sonra. Sadece valizi taşımasına yardımcı olmasıyla sınırlı kalmayan, çevrelerini saran dünyayla da ilgili bir teşekkürdü bu. Daha doğrusu o dünyayı oluşturan insanlarla… Kocaman açılmış gözlere benzeten arkasından baktıkları pencereleri… Kendi hoşgörüsüz, yargılayıcı bakışlarının aynısını onlara da veren…
“Az ilerideki durağa gideceğim.” dedi genç kadın, geniş bir tebessümle. “Lütfen acele etmeyin giderken. Bu topuklarla on dakikadan önce gelemem oraya zaten. Ve tekrar çok teşekkür ederim.”
YORUMLAR
Acelesizlik çok kifayetlidir bazı hallerde. Ve ayırdına varması zordur bazan insanın. Fakat o ayırdın mümkünlüğü halinde doğan şey çokluktur yalnızca. Öykü pek çok iletişimsizliğin nedenini özetler nitelikteydi. Her satırını beğeniyle okudum. Tebrikle.
Mavilikler
evlerin pencereleri gibi gözler...
içeriden dışarısını görebilirsin ancak...
ancak bakmasını bilen gözler dışarıdakinin içini de beraberinde görebilir...
ne acıdır ki insanın en yakını bazen en yabancısı oluyor...
hele ki bu anne ve babaysa durum daha da vahim elbette ki...
korkularıyla yüzleşmeden bir insan cesur adımlar atamaz...
kararını vermiş bir kadın ilk korkusunu alaşağı etmiş demektir...
çok beğendim öykünüzü...
toplumumuzda kadın olmanın ne zor olduğunu ve bu zorluğun içsel yolculuğunu çok güzel aktarmışsınız....
teşekkürler
sevgiyle...
Mavilikler
Hicran Aydın Akçakaya
çok kaliteli bir yazıydı gerçekten...
tekrar kutlarım sizi...
sevgiler başarılar...