- 747 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
VAHŞİ VE ANNE
VAHŞİ VE ANNE
Adı, Orman Evleri idi. Yaz sıcaklarından bunalan insanların ormanın bir ucunda kurdukları küçük bir dinlenme köyüydü. Her taraf çeşit çeşit ağaçlar, özellikle çamlarla kaplı, bol oksijenli güzel bir yerdi. Küçük dereciklerden buz gibi sular akıyordu. Yemyeşil çayırların ucu bucağı görünmüyordu. Her kayanın dibinden rengârenk kır çiçekleri fışkırıyordu. Kendilerinden biraz ötede yayla evlerinde köylüler hayvanlarını otlatmak için yerleşmişlerdi. Aralarında dostluk oluşmuştu. Onlardan süt, yoğurt, peynir, alıyorlardı. Şehirde büyüyen çocuklar için bu yöre bulunmaz güzellikte bir yerdi. Özellikle yaylacıların kuzularını, oğlaklarını seviyorlardı. Hatta bazı çocuklar anasız ya da ikiz doğan kuzuları babalarına satın aldırıp kendileri büyütüyorlardı.
Yine bir gün çocuklar çobanın etrafını sarmış onun kavalından çıkan güzel ezgileri dinliyorlardı. Koyunları korumakla görevli koca kangal köpekleri onlara da alışmıştı. Onlarla boğuşarak oyun bile oynuyorlardı. Kaval çalmaya ara veren çobana bir çocuk sordu:
- Bu köpekler neden böyle çok. Arkadaşlığa biri ikisi yetmez mi?
- Bu köpekler arkadaşlık için değil yalnızca, onların görevi var. Sürüyü kurtlardan, çakallardan korurlar.
- Kurtlar, çakallar mı var burada!?
- Evet, daha geçen gün iki tane kuzuyu yediler. Bir ayı da ineği öldürdü.
- ...!?
Çocuklar korktular birbirlerine sokuldular. Tıpkı masallardaki gibi diye geçirdiler içlerinden. Demek ki masallardakiler gerçekmiş...
- Bize de saldırırlar mı?
- Tabi, saldırabilirler.
Çocukların neşesi kaçtı. İçlerindeki korku, kurtlara çakallara ve ayılara nefrete dönüştü. O akşam mahzun mahzun eve döndüler. Babalarına annelerine vahşi hayvanlarla ilgili sorular sordular. Onlarda çocuklar uzağa gitmesin diye çocukların korkularını iyice pekiştirdiler. Ertesi gün çocukların oyun kahramanları arasına kurtlar, çakallar, ayılar da girmiş ve oyunlarındaki sevgi sözcüklerinin yerini nefret sözcükleri almıştı. Kurtları çakalları öldürmek üzerine oyunlar oynuyorlardı.
Günler böylece akıp giderken, sürüye dalan bir kurt beş kuzuyu birden boğmuş birini de sırtladığı gibi alıp kaçmıştı. Kuzulardan biri de o şehirli çocuklardan birinin kuzusuydu. O gün sürüye katmıştı onu. Çocuk çok fena ağlıyordu. Bütün çocuklarda etkilenmişler ve korkmuşlardı. O akşam büyükler bir toplantı yaptılar. Madem yaşamları tehdit altındaydı o zaman kendilerini savunmalıydılar. Kamuoyu da (çocuklar ve kadınlar) hazırdı. Çünkü suç sabitti. Onların otomatik tüfekleri, hızlı cipleri vardı. Ertesi güne hazırlandılar. Silahları kuşandılar, ciplere bindiler geniş bir çemberi daraltarak yaklaşıyorlardı. Yüzlerce kurşun attılar. Bir sürü hayvan vurdular. Geriye kalma ihtimalini de yok etmek için siyanürlediler bazı yerleri. Akşam dönerlerken yayladakiler durumdaki garipliği sezmiş ve bir tepeye ilişmiş hayret ve endişeyle onları bekliyorlardı. Nihayet ciplerin ışıkları karanlığı yararak kendilerine yaklaşmaya başladı... Aman Allahım! Cipler ayı postları, tilki, kurt postlarıyla doluydu. Herkes neşe içinde postları ortaya attı. Küçük bir tepecik olmuştu.
- Daha bundan fazlasını da oralarda bıraktık. Hepsini yüzemedik.
Ama bir gariplik vardı herkes sevincini, heyecanını belli ederken, yaylacı köylülerin ağzını bıçak açmıyordu. Bu işten hiç mi hiç hoşlanmadıkları belli oluyordu. Ama diğerleri de bu hoşnutsuzluğa bir anlam veremiyorlardı.
- Neden sevinmiyorsunuz? Bakın işi kökünden hallettik biz. Dedi birisi. Öteki atıldı:
- Teknoloji denen bir şey var. Ne uğraşacaksınız köpekle. Akıllı olun tertemiz ettik biz bütün ormanı.
- Size de yaranılmıyor hani...
Yüzlerini kırıştıran yaylacılar obalarına döndüler. Gece olmuştu. Hiç yatmadılar. Eşyalarını denklediler ve gün doğmadan tan zamanı yaylayı terk ettiler.
Ertesi gün her sabah olduğu gibi tepelere sis çökmüştü. Güneş birazdan sisi yalayarak dağıtacaktı. Çocuklar yataklarında uyanmışlar, koyunların çıngırak seslerini duyunca yataklarından fırlayacaklardı. Ama bir türlü bekledikleri ses gelmiyordu. Yataklarında dönüp durdularsa da ne çıngırak sesi ne de kuzu sesi geliyordu. Köpek havlamaları da yoktu. Herhalde daha çok erken deyip yorganı çektiler başlarına. Neden sonra güneş çok yükselmiş bir haldeyken uyanıverdiler. Herkes sadece kendinin uyuya kaldığını sanarak pencereye koşuyordu. Ama garip kimsecikler yoktu. Nihayet biraz sonra onlara şimdilik sadece garip gelen gerçeği anlamışlardı. Yaylacıların obayı terk ettiğini gördüler. Bir anlam veremiyorlardı bir türlü. Her kafadan bir ses geliyordu. Epey tartıştıktan sonra suçu onlara yükleyerek, vicdanlarının rahatsız olma ve birbirlerini utandırma ihtimalini kendilerince ortadan kaldırdılar. Biri dedi ki:
- Oh! Orman bize kaldı.
- Eveet, demiyor muyduk, “şu köylülerde olmasa ne iyi olurdu” diye. İşte yok köylüler, her taraf bizim.
Ama içlerinden hiç biri ”nerede hata yaptık?” demiyordu.
Derken günler geçmeye başladı. Ama bir şeylerin eksildiğini hepsi de fark ediyorlardı ama gururlarından kimse sesini çıkaramıyordu. Artık ne kuzu sesleri, ne çan sesleri. Ne kaval sesleri ne geceleri rahat uyumalarını sağlayan köpek sesleri. Ne de anaları dönen oğlakların ve kuzuların o muhteşem kavuşma anları. O kadar sürü içinde herkesin annesini bulma çabasının verdiği müthiş heyecan. Aslında yaylanın her anı bir saatin belirtisiydi. Özellikle nineler, dedeler saat kullanmazlar, Çünkü orda saati doğa ve hayvanlar otomatik olarak düzenlerler zaten. Koyunun otlağa çıkacağı zaman, gölgeye çekilecekleri zaman, obaya dönecekleri zaman hayvanların sağılacakları zaman hep bellidir ve bunu hayvanlar çok iyi bilirler. Örneğin dönecekleri zaman yaklaşınca kuzu ve oğlakların heyecanı son noktaya varır. İşin garibi bu saatsiz zaman kavramını çocuklarda öğrenmişti. Buluttan, sisten, güneşin yükselmesinden, batmasından anlamlar çıkarıyorlardı acemice de olsa. Yani çevrelerini okumayı öğrenmişlerdi...
Gittikçe her şey anlamını yitiriyordu adeta. Bu sessizlik ürkütücü geliyordu sanki. Geceleri bazen, derinden derine kurtların ve çakalların uluma sesleri geliyordu. Demek hepsi ölmemiş diye içlerinden geçiriyorlardı ama çocukların sorularına cevap vermekte zorlanıyorlardı. Çocuklar ay ışığının tadını çıkaramıyorlar yıldızları sayamıyorlardı. Çünkü kurtların uluması onları tedirgin ediyordu. Keşke çoban köpekleri burada olsaydı.
Hafif bir rüzgâr esmişti bir gün. Çok pis kokular duydular. Önce önemsemediler, ama gün geçtikçe koku yoğunlaşmaya başladı, nerdeyse evlerinin içine doluyordu. Ciple çevreyi dolaşınca öldürdükleri hayvanların leşleriyle karşılaştılar.
- Aman Allahım! Bunlar böylece duruyor ya!
- Tabi durur. Çakalları da öldürdük. Kim yiyecek bunları?
- Sineklerden başka bir şey yok, bu sinekler bizim sağlığımızı da tehdit ederse!
Ev içinde sineklere karşı çeşitli tedbirler alındı. Ama her tedbirin özgürlüklerini biraz daha kıstığını yavaş yavaş fark ediyorlardı. Şehir ve yayla farkı kapanıyordu. Yoğurt, peynir, çökelik yumurta, sütte marketten geliyordu.
Bazı günler uzakta sislerin arasında birkaç atlı görüyorlardı. Bir süre sonra dönüyordu atlılar. Bir gün meraklarını yenmek için onları takip etmeye başladılar. Oba komşuları köylüler, bir mağaraya girdiler biraz sonra kucaklarında küçük bir ayı yavrusuyla çıktılar. Mağara kapısında karşılaştılar. Şehir kültürü alışkanlıklarıyla sordular:
- İyi iş, iyi para ediyor mu bari?
Köylüler ne diyeceklerini şaşırdı. İçlerinden biri mağaraya dalmasıyla bağırarak çıkması bir oldu. Hemen cipteki tüfeğini aldı.
- İçerde kocaman bir ayı var, onu vuracağım.
- Hayır dedi köylüler. Bu kadar yeter. Her şeyi mahvettiniz zaten.
- Neyi mahvetmişiz? Diyerek tartışmaya başladılar.
İçlerinde yaşlıca adam, tane tane konuşmaya başladı.
- Bakın, dedi biz yıllarca bu obada ormanla ve ormandakilerle birlikte yaşadık. Biz bir aileydik.
- Çakallardan aile olur mu?
- Evet olur. Bakın ormanı leşlerle doldurdunuz. Kokular ta bizim köye geliyor. Sineklerin taşıdıkları yüzünden köyde hastalık başladı. Biz de obada yaşarken bazen hayvanlarımız bir kayadan düşer ölür haberimiz bile olmaz. Ama onu hemen çakallar kurtlar yer bitirirler. Hiçbir mikropta yayılmaz çevreye.
- Ya koyunlarınız? Niçin o zaman köpek besliyorsunuz?
- Allah Rezzak’tır. Herkesi rızıklandırır ve bunun içinde bir denge kurmuştur. Buna adetullah denir. Köpekler dengenin bozulmaması için. Bir kurt, çakal bilmez dengeyi, ihtiyacının fazlasını da telef edebilir. Buna da köpekler mani olur.
- Vahşi hayvanları koruyorsun.
- Vahşi tanımlaması size ait. Gelin sizi o vahşi dediğiniz hayvanların yanına götüreyim.
Biraz irkildilerse de çalılıkların arasından geçerek bir kurt yuvasının önüne geldiler. Çalıyı biraz kaldırınca kendilerine bakan bir kurtla karşılaştılar. Alışkanlıkla tüfeğine sarıldı biri. Köylü mani oldu. Kurt ta zaten ayağa kalkamıyordu. Birden kurdun yanında sevimli beş tane yavru geldi annelerinin memelerine sarıldılar ama nafile... Süt kalmamıştı. Çünkü kurdun ayağında kurşun yarası vardı ve yürüyüp koşamıyordu. Adam atının heybesinden bir parça et çıkardı ve kurda verdi. Kurt iştahla yemeye başladı onu. Yavrularının memelerini ısırırcasına emmelerine kurt hiç tepki vermiyordu.
-Sizin vahşi dediğiniz aslında, sadece karnını doyurup neslini devam ettirmek için şefkatle çocuklarına bakan bir anneden başka bir şey değil. Bunu ve bunun gibilerini siz vurdunuz yüzlerce yavru annesiz kaldı. Biz bazılarını köye götürdük orada bakıp sonra ormana salacağız. Bu ayıcıkta ille anne sütü istiyor bunu da emzirip götürüyoruz çünkü bununda annesi yaralı.
- Yine de bu çabalarınızın yoğunluğunu anlayamıyorum. Neden sorusuna tam cevap almış değilim.
-Bakınız, sizin buraya yerleşmenizin nedeni bu orman değil mi? Ama inanın bu hayvanlar olmazsa bu ormanda olmaz. Kuşlar ormana tohum bırakırlar, koyunlar gübre bırakırlar, karıncalar, sincaplar, tavşanlar, köstebekler toprağı kabartırlar. Ama hepsi birbiriyle beslenirler, yoksa denge bozulur. Biri çoğalır ve her şey alt üst olur. Örneğin siz ormanı ıssızlaştırdınız. Önümüzdeki yıllarda ormanı yılanlar kaplayacak, yılanları da zehirlerseniz fareler kaplar. Dengeyi siz kuramazsınız. Bakın şu gölgesinde durduğunuz mükemmel ağacın adı andızdır. Bilir misiniz nasıl yetişir bu? Hayır bilemezsiniz. Ayı bu ağacın tepesindeki tohumu yere düşünce yer. Daha sonra sindirir ve dışkısıyla yere bırakır. İşte bu ağaç ancak bu şekilde yetişir.
- Yani bu ağacın olması için birde ayı mı olması lazım?
- Evet aynen öyle.
Adamlar gördükleri ve duydukları karşısında hayretler içinde kalmışlardı. Geri döndüler. Birkaç yavru da onlar aldı. Yaptıkları hatayı derin bir acıyla hissettiler. Ve köylülerin obayı terk etmelerini de. Yaptıklarından çok utanmışlar ve pişman olmuşlardı. Demek evrende gördüğümüz her şey belli bir düzen içinde seyrediyordu. Rast gele değildi hiçbir şey. Her şey kararınca bir denge içinde yürüyordu. Birinin azalması ya da çoğalması dengeleri bozuyordu.
İşte çocuğum; ‘ne ekersen onu biçersin’ sözü boşuna söylenmemiş. Allah bizim ellerimizle edindiklerimizi karşımıza çıkarıyor başka bir şeyi değil. Demek ki iyilik edersek iyilik buluruz. Biz çevremize nasıl davranırsak Allah’ta bize öyle davranır. Neyse ki O, Rahman ve Rahimdir. Neyse ki O, esirgeyen ve bağışlayandır.
Selahattin Cansız
YORUMLAR
Kaleminize, kelamınıza sağlık. Gayet eğitici, öğretici bir yazı olmuş. İnşallah yarın çocuklarıma okuyacağım veya okutacağım.
Tebrik ve selâm ile.