- 1408 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
DÎVAN MÜDÂFÂNÂMESİ
DÎVAN MÜDÂFÂNÂMESİ
Tanzimat döneminden itibaren Eski Türk Edebiyatı, muhtelif tenkitlere mâruz kalmıştır. Dilinin ağır olması ve öğretici nitelikte olmaması gerekçesiyle tenkit edilen Eski Türk Edebiyatı’nın en çok eleştirilen yönlerinden biri Eski Türk Edebiyatı şairlerin içtimâi konular yerine ferdî konuları ele almalarıdır.
Edebiyatçının, içinde bulunduğu toplumdan etkilenmesi göz ardı edilemeyecek bir hakîkattir. Dolayısıyla edebî ürünler de toplumun ihtiyaçları ve o günün şartlarına göre şekillenmektedir.Bir edebî bir ürünün hayâtını idâme ettirebilmesi için o edebî ürüne ilgi îcâp eder. Onun dâimî mevcûdiyetinin şartı budur. Bu ilgi onu köhneleştirmeyecek derece yoğun ise zâten o edebî eser zamanla klâsikleşir ve zamâna meydan okur. Bunun gerçekleşebilmesi için de edebî eserin, sâdece yazıldığı güne değil ferdânın kuşaklarına da hitâbı îcâp eder. Eski Türk Edebiyatı da böyledir. Her ne kadar bu ulvî edebiyatın ürünlerinde, ferdî konuları işlese de; halk bu edebiyata ilgi göstermiş ve muhabbet duymuştur ki; onu cihânın en uzun soluklu edebiyatı haline gelmesine vesîle olmuştur.
Şu bir hakîkattir ki; Eski Türk Edebiyatı’nın şâşâlı dönemlerinde varlık göstermiş olan halkın dişe gelir bir sorunu yoktu.Osmanlı Devleti, hayatlarını refah içerisinde idâme ettirebilmeleri için halkına, bayındırlıktan eğitime; ekonomiden âsâyişe kadar her türlü imkânın mevcûdiyetine ortam hazırlamıştır. Osmanlı Devleti zaman zaman Anadolu halkıyla sorun yaşamış olabilir. Kimi zaman içtimâî sorunlar da çıkmamış değildir. Lâkin Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine kadar ki zamanda buna benzer ahvâller ve vak’alar istisnadır. Bilindiği üzre istisnâlar da kâideyi bozmaz. Sâdece bu tür vak’alardan yola çıkılarak bütün halkın yönetimden ve âsâyişten şikâyetçi olduğu ileri sürülemez.
O dönemlerde zekat verilecek kişilerin bulunamayışı, üç kıtaya yayılmış koca bir coğrafyada hırsızlık oranlarının yılda on defâdan fazla olmaması, cinâyetlerin de yılda bir defâ olması yâhut hiç olmaması vb. durumlar âsâyişin berkemâl olduğunun en güzîde misalleri ve en bâriz kanıtlarıdır. Dolayısıyla böyle bir toplumda, şairlerin ferdiyetçi olmaları çok tabiidir.
Bir tenkidi daha tenkit etmek isterim ki; bu tenkit, Eski Türk Edebiyatı’nın mâhiyetinde eğitici ve öğretici unsurların mevcut olmadığı yönündedir.
Eski Türk Edebiyatı, henüz rayına oturmadan önce yazılmış ve bizim ‘İlk İslâmî Eserler’ adı altında bildiğimiz eserlerden Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’(Mutluluk Veren Bilgi) ini ve Edip Ahmet Yüknekî’nin Atabetü’l Hâkâyık’(Hakîkatlerin Eşiği) ını inceleyecek olursak; bu eserlerin tamamen eğitici ve öğretici mâhiyette olduklarını ve müessirlerinin de bu eserlere İslâm dinini merkez alarak şekil vermiş olduklarını dolayısıyla bu eserlerin ahlâkî eserler olduğunu görürüz. Bunun sebebi de yine o devrin ihtiyaçları ve şartlarıdır. Îzah edecek olursak; Türkler bu dönemlerde İslâmiyet’e yeni girmiş olup dinin inceliklerini anlamaya yeni başladıkları vakitlerdir. Dolayısıyla bilgiye ve bilgeye ihtiyaç vardır. Devrin edebî ürünü de bu ihtiyaç doğrultusunda şekillenmiştir. Zaman sonra İslâm bilinci ve bu dinin mefhumları belleklerdeki tahtlarına oturur ve toplum artık dininden haberdâr olur. Hoca Ahmet Yesevî ile başlayan tasavvuf yeni mutasavvıflar olan Taptuk Emre’yi, Yûnus Emre’yi, Mevlâna Celâleddin Rûmî’yi, Ak Şemseddin’i, Hacı Bayram Veli’yi ve daha nice evliyâyı bünyesinde barındırır. Anadolu’nun muhtelif yerlerine halkı irşad etmeleri için gönderilen ve sultanlar tarafından desteklenip saygı duyulan bu ulvî alperenler sayesinde halk, dinî, içtimâî ve müspet olmak üzre birçok ilimle yetiştirilir. Çünkü İslâm dinî ilim öğrenmeyi emredip cehâleti yasaklar. İslâm dininin kuralları merkez kabul edilerek oluşturulan Osmanlı Devleti’nin devlet düzeninde de ilime büyük ölçüde önem verilir. Dolayısıyla öğretilmesi gereken şeyler bu yollarla öğretilir. Dikkat edilirse Arûz vezninin bizde kullanılmasından bu yana doğru gelindikçe eğiticilik ve öğreticilik azalırken dil ağırlaşır. (İstisnâlar yok değil.)Bunun sebebi bu zaman zarfında öğrenilmesi icâp eden dünyevî ve uhrevî ilimlerin öğrenilmesi ve bunu yaparken de Arapça ve Farsça’ya ihtiyaç duyulması ve zamanla bu iki dile iyi vâkıf olunmasıdır. Dolayısıyla şairler ilme zamanla vakıf olan halka öğretmek yerine telmih sa’atını kullanarak onlara öğrendiklerini hatırlatmıştır. Bunu yaparken de muhatabının bir şeyleri bildiğini sayar. (Ki zâten de öyledir.) Bu da yine devrin şartları ve toplumun ihtiyaçları göz önüne getirildiğinde tenkit edilecek bir durum değildir.
Hülâsa olarak derim ki;
Tarihin herhangi bir sayfasında mevcut olan bir şahıs, ahvâl, vak’a en ehemmiyetlisi edebiyat tenkit edilmeden önce dönemin şartları ve toplumun ihtiyaçları göz önünde bulundurularak yapılmalı ki; yerinde ve fâideli olsun.
Mustafâ KILIÇBAY
AKİS GAZETESİ
19.04.2008