- 1413 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
376 – KIYAM Bİ NEFSİHİ
Onur BİLGE
Belli bir zamana kadar kendisini beğenmeyen biriydim. Hep başkalarını güzel bulurdum. Uzun süre oturmayan yüz hatlarımdan olsa gerek güzel yüzlü insanları seyreder, gıpta ederdim. Belki güzelliğimin farkında değildim. Kimse söylememiş, hissettirmemiş olamazdı ama ben onlara inanmamıştım. Belki de bende gerçek anlamda bir güzellik kavramı henüz oluşmamış olduğu içindi.
Çok mu alçakgönüllüydüm? Acaba ondan mıydı? Belki o zamanlar… Fakat şimdi hiç de öyle değilim. Kendini beğenmiş de değildim o anlamda ama kendimi beğeniyorum. Kibir ayrı, güzelliğinin farkında olmak ayrı…
Bir de… Eskiden her uzvumu tek tek değerlendirme alışkanlığım vardı. Her uzvum mükemmel olduğunda güzel sayılacağım kanısındaydım. Onun için yüzümü, ağzımı, dişlerimi çenemi, burnumu, kaşlarımı, gözlerimi, alnımı, yanaklarımı birer birer inceler, adeta yüz üzerinden not verirdim. Sonra ortalamasını alır, hep vasatta kalırdım.
Şimdi düşünüyorum da bir ormanda ağaçlar, çiçekler, kuşlar, kelebekler de var, kayalar, çalılar, sevimli sevimsiz yabani hayvanlar da… Fakat hepsi bir arada ve her şey yerli yerinde… Mükemmel bir manzara… Hiçbir uyumsuzluk göze çarpmamakta, aksine seyrine doyulmamakta ve bundan büyük bir haz alınmakta… Sessizlik içinde cıvıldayan kuşlar, şırıl şırıl akan sular da var, hayvan ulumaları, bağırmaları, böğürmeleri de… Anlıyorum ki çirkinlik farklı bir şey… Uyumsuzluk gibi…
İnsan yüzüne baktığımda, her uzvun birbiriyle en uyumlu tarzda yaratılıp bir araya getirildiğini fark ettiğimden beri bende güzellik kavramı değişti ve olması gereken hali aldı. Yaratan’a hayranlığım, yaratılanı inceledikçe arttı da arttı…
Ne güzel yaratmış Allah, kâinatı! Her şey ne kadar mükemmel! İnsan ne güzel bir yaratık! Bir el ve beş parmak… Ne kadar çok işe yarıyor, ne kadar iş yapabiliyor! Yerine göre mengene, kıskaç, silah, temizlik aracı, sanata alet… Saymakla bitmez işlevi var. Ayak bambaşka bir âlem… Bütün bedenin ağırlığını taşıyan hamal… İnsanı gezdiren araç… Ne muazzam bir uzuv! Diğer her uzuv birbirinden harika…
“Bizi Allah yaratmış. O’nu kim yaratmış?” diye düşündüğüm ve soru halinde yönelttiğimde anneanne dediğim babamın halası:
“Kendiliğinden yaratılmış.” demişti. “Onu kimse yaratmamış. Doğurmamıştır, doğmamıştır. Hiçbir dengi yoktur! Hıristiyanlar Allah’ı üçlerler. Allah birdir! İslam dininin o dinden farkı Tevhittir.”
“Tevhit nedir?”
“La İlahe İllallah! İlahlar yoktur, yalnız Allah vardır!”
Sonra da benden, hemen bakkala gidip küçük bir not defteri alıp gelmemi istemişti. O zamanlar Antalya’da bir tek kırtasiyeci vardı. Defter, kalem, silgi gibi sık kullanılan şeyler, bakkal dükkânlarında satılan, sürümü güzel nesnelerdi. Sevinçle gidip aldım.
“İlk sayfasını aç bakalım!” dedi. Açtım. “Yaz bakalım!” dedi. “Başlık, İhlas Suresi…” Yazdım. “Bir…” dedi. “De ki… İki nokta üst üste… O Allah’tır, birdir!.. Allah’tır, Samed’dir! Doğurmamıştır, doğmamıştır! Hiçbir dengi yoktur!” Tüm noktalama işaretlerini bu şekilde söyleyerek tamamını yazdırdı. Altına da ekletti: “Sadak Allah-ül Azîm…”
“O ne demek?” dediğimde:
“Okuduklarımızı tasdik ettiğimizi belirten bir söz… “Allah doğru söyledi!” demektir.” diye cevap vermiş ve beni o yazdıklarımı okuya okuya ezberlemem için bahçeye göndermişti. Hepsini anlamıştım da, Samed’in ne anlama geldiğini anlayamamıştım. Günlük hayatta kullanılan bir sözcük değildi. Sorduğumda:
“İhtiyaçtan münezzeh, demektir.” Şimdi de ‘münezzeh’ çıkmıştı. Buradaki anlamının ‘uzak’ olduğunu söyledi ve devam etti:
“Allah, ihtiyaçtan uzaktır. Yeme, içme, nefes alma gibi şeylere ihtiyaç duymaz. Uyumaz, uyuklamaz. Yeri göğü direksiz, dayanaksız fezada tutar.”
“Ben size, Allah’ı kimin yarattığını sormuştum, siz bana bunları yazdırdınız ama anlayamadım. Doğurmamış tamam da doğmamış... O zaman nasıl olmuş?”
“Doğmak için kimseye muhtaç değildir. Kendi kendisine var olmuştur. Bizzat kaim, yani kendiliğinden ayaktadır. Ayakta derken, bizim gibi değil. Onu da yanlış anlama… Doğmak, başkasına muhtaç olmak demektir. Her şey hâdis, yani sonradan olmadır ve Yaratan’a muhtaçtır. Allah ise kadîmdir. Yaratıcıdır. Varlığında ve varlığını sürdürmede hiçbir şeye muhtaç değildir. Hepimiz ihtiyaç sahibiyiz. Hepimiz O’na muhtacız. O, bütün âlemlerden müstağnidir.”
“Müstağni’ ne demek?” diye sordum. Sözünü kestiğim için kızmış olmalı ki:
“Babana sor!” dedi ve sustu. Bir daha da konuşmadı. Başka şeylerle meşgul olmaya başladı. Ona sorduğumda güya açıkladı:
“Kıyam bi Nefsihî…” diyerek, kafamı daha da karıştırdı. Zaten hep böyle yapardı. Bereket ki devam etti: “Allah’ın Samed oluşu… Varlığının kendisinden olması, var olmak ve varlığını sürdürmek için hiçbir şeye muhtaç olmaması… Hâlıkla mahlûk arasındaki uçurumu, yani aczimizi, zayıflığımızı ve muhtaçlığımızı hatırlatan bir sıfat…”
O zamanki anlayışımın elverdiği kadar anladım. O’nun bize benzemediğini, hiçbir şeye benzemediğini, görünmez olduğunu ama her şeyi gördüğünü, yere göğe sığmayacak kadar büyük olduğunu, her şeye gücü yettiğini, neyin olmasını isterse ona: “Ol!..” demesinin yettiğini, onun da hemen oluverdiğini öğrendim. Sonra, Tur Dağı’nda Musa Aleyhisselam’la konuştuğunu duydum. Onun konuşmak için bizim ihtiyaç duyduğumuz organlara muhtaç olmadığını, bizim anlayamayacağımız bir şekilde konuştuğunu, sesinin bir taraftan değil, her yönden birden geldiğini öğrendim. Nasıl bir varlığa sahip olduğunu hayal etmeye çalıştım ama bir türlü hayal edemedim. Hayal edebilmem için O’nu bir yere koymam lazımdı. Babam: “Mekândan münezzeh!” diyor, hiçbir yere sığdırılamayacağını söylüyordu. Mekânı da yaratan O’ydu, zamanı da…
Anladığım kadarıyla gizli ve gizemli bir varlıktı. Ben de bir varlıktım. Havva Ana’dan çoğalan analardan doğan benzerlerim gibi bir anneden doğmuştum. Yedi yaşını yeni bitirmiştim. İlk iki alt dişim yeni çıkmış, yerine yenileri geliyordu. Yan yana olan iki üst ön dişim sallanmaya başlamıştı. Allah, eksiğimizi tamamlıyor, ihtiyaçlarımızı gideriyordu. Doğmadan var olmak nasıl olurdu? Ben henüz doğumu anlayamamıştım.
Her yerde olduğunu öğrenince hava gibi zannetmiştim. Hava, sadece belli bir yerde varmış. Dünyayı kaplarmış. Uzayda hava yokmuş. Hava da yaratıkmış. Görünmez ve güçlü olduğunu düşününce, elektrik gibi sanmıştım. O da yaratılanlardanmış. Ruhumuz gibi göremeyeceğimiz fakat yok sayamayacağımız bir varlığa sahipmiş. Boşuna tasavvur etmeye çalışmamalıymışım. Çünkü hayal edebileceğim her şey yaratıkmış ve O, onların tamamını yaratan olup, hiçbirisine benzemeyen bir yaratılıştaymış. Zaten eşi ve benzeri yokmuş.
Kendi yaratılışımı düşünüyordum sık sık. Annemle yan yana olduğumuz zamanlarda, ona hiç benzemediğimi gören arkadaşları, benim kime benzediğimi sorduklarında, o da: “Babasına benziyor. Analar bezirgan… Çeşit çeşit, renk renk doğururlar.” dediğinde… Bazen de: "Bu senin değil mi?" diyorlardı. "Kimden aldın bunu?" "Kömürcüden..." diyordu, kısaca.
O çok güzeldi. Sarışın, mavi gözlü… Gözleri iri iriydi. Saçları sarı, dalgalı… Hiç güneşe çıkmaz, çıksa da yanmazdı. Onun yanında olmak, başkalarının yanında olmaktan daha kötüydü. O zaten içinde bulunduğu her topluluğun en güzeliydi ve bunun farkında olmanın gururunu yaşıyordu. Bense sokaktan içeriye girmeyen, güney güneşiyle marsık gibi mart yanığı kara kuru bir şeydim.
Çirkin Ördek Yavrusu’nu okuduğumda ümitlenmiştim. Ben de öyle kalacak değildim ya… Burdur’da güneşsiz kaldığımda ağarmaya ve o beş kalsiyum iğnesiyle kilo almaya başladığımda da epey sevinmiştim.
Hiç kimse bilmiyordu muydu acaba, Allah’ın yaratmakla kalmadığını? Onu büyüttüğünü, geliştirip güzelleştirdiğini, sonra da yavaş yavaş yaşlandırdığını… Neden bana kimse bundan, bunun böyle olduğundan bahsetmemişti? Allah, her an bir şendeydi. Yaratıyor, olduruyor, solduruyordu. Yarattıklarını olduğu gibi bırakmıyor, şekilden şekle sokuyordu.
Gözlerimin ne renk olduğunu ilk defa merak ederek aynayı elime alıp incelemeye başladığım günü ve gördüğümü gayet iyi hatırlıyorum. Orta ikiye gidiyordum. Bir öğle üzeriydi. Okul dönüşü... Gelir gelmez... Üstümü bile değiştirmeden... Yatağımın kenarına formamla oturmuştum. Gözlerim annemin gözleriyle babamın gözlerinin karışımıydı. Gördüğüm, siyah bir çember içinde kahverenginin ışığa göre değişen tonlarıydı. Ortadaki genişleyen ve daralan siyah daireyle siyah çember arasında da herkeste olduğu gibi çizgiler vardı.
Doğduğumda tenimin pembe beyaz, saçlarımın kıvır kıvır kapkara, gözlerimin üzüm gibi simsiyah olduğunu söylüyorlardı. İlkokuldayken koyu kahverengiymiş. Oysa tam kahverengi de değildi. Kahverengi arasına belli belirsiz yeşilimsi bir renk daha karışmıştı.
Aradan yıllar geçti. Şimdi gölgede ela, güneşte yeşil… Ne zaman: “Ben esmerim…” desem: “Ne esmeri? Sen sarışınsın!” diyenler bile oluyor. Kumral olduğumdan eminim. Özgüvenimi çok zor kazandım. Güzellik anlayışım da ben de değiştim.
Her şey değişir, her şey… Yalnız Allah değişmez.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 376