- 2169 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yılmaz Güney'le Yüzbeş Gün
Anadolu’da askerlik bir gurur meselesidir. Askerlik yapmayana kız bile vermezler. Bu nedenle ülkemizin bütün insanları askerlik anılarını anlatmakla bitiremez. Ben bu anılarımdan söz etmeyeceğim. Komik anılarımda, hüzünlü anılarım da oldu. Er öğretmen olduğum için toplam yüz beş gün üniforma giydim.
Temel eğitim alanı Sivas’ın dışında, bir tepenin üzerindedir. Adı da Temeltepe. Temel eğitimin bir adı da acemi eğitimi. O yıllarda askere yeni gelenlere kuş denirdi. Bulunduğum bölükteki bir kuşun adı da şöyleydi.
Temel oğlu Temel Temel.
Eğitim süresince bölük marangozluğu, tayincilik yaptım. Eğitim de aldım tabi ki. İhtisas eğitiminde hafif makinalı tüfek taşıdım.
Gideli onbeş gün kadar olmuştu. Bir gün emel eğitim alanındayız. Eğitime on dakika ara verildi. Sigaramızı içerek dinlenirken bir arkadaşımız;
-Aaa Yılmaz Güney, deyince başımızı çevirip baktık o yana. Yılmaz askeri üniformayı giymiş, yanında bir çavuşla toprak yoldan birliğine gidiyordu. Bölüklerimiz yan yanaydı. Ben 1. Bölükteydim. Yılmaz da 2. Bölükte.
Dinlenme sürelerinde görüşüyorduk ama doğru dürüst görüşmeye de fırsat olmuyordu. Çünkü, her molada bütün askerler Yılmaz’la fotoğraf çektirmek için sıraya giriyordu. Arta kalan zamanda da iki çift laf ediyorduk.
Bir süre sonra Yılmaz kayboldu. Nerede olduğunu sorup öğrendik. Askeri cezaevindeydi. Komutan yirmi sekiz gün hapis cezası vermişti. Sebebi ise basına izinsiz röportaj vermek. Yeni geldiği günlerde Nebahat Çehre onu ziyarete gelmişti. Ardından da basın mensupları gelmiş ve röportaj yapmışlardı.
İki aylık temel eğitim süremiz doldu. İhtisas eğitimi almak için Temeltepe’den Kabakyazı’ya gönderildik. Kabakyazı Sivas’ın içinde, Çavuşbaşı denilen bir semtteydi. İhtisas eğitiminde Yılmaz da bizim bölüğe verildi. Boyu uzun ve ünlü olduğu için kendisini benim bulunduğum manganın başeri yaptılar. Yani mangada en başta durmaktaydı. Ben dördüncü sıradaydım. Yılmaz asker kaçağı olarak yakalanıp getirildiği için yaşça da bizden büyüktü.
Öğretmenler devresinde bölükler çok kalabalık olmakta, yatakhane koğuşlarına sığmamaktaydı. Kışlanın bahçesine çadırlar kurdular. Yılmaz, ben ve bizim manga çadırlardan birinde kalıyorduk.
Her akşam yemeğinden sonra dershaneye geçilir ve orada saat yirmi bire kadar ders görülürdü. İlk veya ortaokul mezunu çavuşlar biz öğretmenlere coğrafya dersleri verirken Türkiye’nin komşularını yanlış anlattıklarına şahit olmuştum. Ders bittikten sonra yatakhanelere çekilir ve yatardık ama Yılmaz yatmaya gelmezdi. Onu ya sabah kalktığımızda elbiseleriyle yatar halde bulurduk, ya da eğitim alanında içtimada karşılaşırdık.
Biraz araştırınca Yılmaz’ın her gece şehir merkezinde bulunan Okçular Kulübü’ne gittiğini ve orada kumar oynadığını öğrenmiştim.
Yılmaz Güney son derece mütevazi, güler yüzlü, dost ve arkadaş canlısı biriydi. Bizlere kırk yıllık arkadaş, kırk yıllık dost gibi davranmaktaydı. Memleketten gönderilen mektuplarla paraları bizlere kendisi dağıtırdı.
Kısa süreli arkadaşlığımızı ve geçen günlerimizi anlatmak için kitap yazmak gerekir. Bu nedenle yaşananların hepsini burada yazamıyorum. Sadece bir örnekle geçireyim.
Bir gün arazı eğitimine çıktık. Bölük komutanımızın elinde megafon, yüksek bir tepenin üzerinden emirler vermekte. Benim omzumda on buçuk kiloluk makinalı tüfek. Sağa sola koşuyoruz. Yatıp kalkıyoruz. Yerlerde sürünüyoruz. Ancak o ağırlıktaki bir tüfekle bunları yapmak çok zor. Kurallara aykırı olarak tüfeğin omuz askısını boynuma geçirdim. Bel hizasından da namlu karşıya gelecek şekilde tüfeği tutarak koşuyorum. Komutan yat dediğinde tüfeği ileri doğru uzatıp zorlanmadan yatıyorum. Bu davranışım komutanın dikkatinden kaçmamıştı. Bölüğe bir anons yaptı.
-Makinalı taşıyanlar askı kayışıyla boyunlarına assınlar…! İyi bir şey yaptığımı ve örnek olduğumu anladım tabi ki.
Her manganın başında bir manga çavuşu vardır. Bir ara bölük komutanı bizleri manga çavuşlarının eğitimine bıraktı. Yılmaz yakınımda olduğundan konuşmalarını rahatlıkla dinliyorum. Manga çavuşumuza yavaşça;
-Artık bu manganın çavuşu benim dedi.
Sonra da bize dönerek;
-İstikamet karşı tepenin arkası marş marş…! Komutunu verdi.
Hep birlikte koştuk. Tepeciğin arkasına geçtik ve Yılmaz yine seslendi.
-Tam sipeeeeerrrrr…
Hepimiz de yüzükoyun yattık. Tabi ki, Yılmaz da birlikte yattı. Sigaralarımızı yaktık. Beklemeye ve dinlenmeye başladık. Hafiften de sohbet ediyorduk. Kışlaya geri dönüş için içtima borusu çalıncaya kadar orada yatıp dinlendik. Boru çaldı ve bölüğümüze katıldık.
Yılmaz böyle biriydi. Delikanlı adamdı. Mertti, yürekliydi, duyarlıydı… Filmlerindeki rollerinden ayrı bir şekilde dost olarak çok sevmiştik onu.
Zamanı geldi, bizler sivilleri giydik. Kalan askerliğimizi okullarda er öğretmen olarak tamamlayacaktık. Son gün kuralar çekilmiş sonuçları gelmişti ve bizlere okundu. Benim şansıma Tokat ili düşmüştü.
Aradan birkaç yıl geçti. Bir gün gazete ve radyolardan haberini almıştım. Dolduruşa gelmişti Yılmaz. Bir film çekimi için Adana’nın Yumurtalık ilçesine gitmişlerdi. Orada bir gazinoda alkolü fazla kaçırmış, tartıştığı Yumurtalık Kaymakamı Sefa Mutlu’yu karısının gözleri önünde vurarak öldürmüştü.
Sonrası cezaevi ve izinli çıktığı bir gün Antalya’nın Kaş ilçesinden Yunanistan’a, oradan da Paris’e kaçmıştı. Ne şöhret kalmıştı, ne ün, ne para… Paris’te üzüntüsünden kansere yakalandı, vefat etti ve Paris’te defnettiler.
Asıl adı Yılmaz Pütün.
İyi insandı. Allah rahmet eylesin…
Mehmet NACAR
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.