- 1931 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Hatıralar Ne Renktir?
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Papatya tarlaları uzanırdı önünde göz alabildiğine, kiri göstermesin diye beyazı az tutulmuş gri boyalı iki katlı evimizin.
Bir Trakya şehrinin, o zamanlar kuş uçsa da kervan, hadi kervan demeyelim de otobüs filan pek geçmez bir kasabasıydı ve ben ilkokul üçe orada başlamıştım.
Evimizin üst katında oturan gazozcu Fahrettin bey, hanımı ve biri yolda altı çocuğundan oluşan kalabalık aileye biz kısaca ev sahibimiz derdik.
Bakımsız olduğu için annemin her an başımıza bir şey gelecekmişcesine, mesela gazoz kasalarındaki paslı çivilerin muhakkak bir yerlerimize batacağı, mesela yandaki evle aramızdaki bahçe duvarının birden üzerimize yıkılacağı gibi, telaşlar içinde olduğu ama yine de akşam yemeği hazırlık vakitlerinde ayak altından kaybolmamıza vesile olduğu için, az da olsa ona nefes aldıran küçük bir bahçemiz bile vardı.
Ben değil ama, anne ve babamla bir sene bile saltanat sürmeme izin vermediği, ve ilk yaş günümde bile tuhaf bir şekilde var olmayı becerdiği için daima boynuma asılı olduğunu hissettiğim, benden onbir ay küçük kardeşim, ya dizlerini ya dirseğini bereleyecek bir sebep bulurdu.
Bense bu anlarda panik olur, abla olduğum halde kardeşime niye bakmadığım sorusuyla karşılaşacağımı bildiğim için, yaraladığı dizi ya da dirseğine ek olarak, önümde eve doğru vızıldanarak yürüyen ensesine bir şaplak vururdum. Vızıltısı daha da göğe çıkar, ne olduğuna dair benden açıklama bekleyen gözlerini üzerimde hissettiğim annesini görmezden gelip eve kıvrılırken, o ikisi birbirinin kucağına atılırdı.
Elbette bu zavallı minik sıvışma stratejimin inceliğiyle gurur duymam, popoma ardarda yapışan iki terlik darbesiyle son bulurdu. Annemin kardeşime niye bakmadığıma değil de, sinsice kapı eşiğinden içerlere kıvrılmaya çalışmama kızdığını tabii ki çok sonraları anlayacaktım.
Hayatta mert olmanın, biraz da zor anlarda, karşındakiyle göz göze gelebilme cesaretiyle eşdeğer olduğunu bilmeme olanak yoktu o zamanlar, daha ilkokul üçe gidiyordum.
Fakat bir detay dikkatimden kaçmazdı. Ensesine vurmuş olmamı kardeşim mi gizlerdi, yani yediğim terliği yeterli görüp o mu susardı, yoksa annem bildiği halde topyekün cezamı verdiğini düşündüğü için gündeme mi getirmezdi bilmem, ama sanki o şaplak yanıma kar kaldı gibi hisseder, böylece bunca kaosun içinde sevinecek bir sebep icad ederdim.
Kasabaya ilk kar yağdığında gözlerime inanamamıştım. Hayatımda ilk kez bu kadar lapa lapa ve tipi tipi ve elif elif tozarak kar yağdığını görüyordum.
Ankara’nın ayaz kışlarında yağan karla karşılaşmışlığım, hatta bulursam bir naylon poşeti, olmadı okul çantamı kızak haline getirerek, az da olsa yokuş bir yer bulup yanaklarım kızarıp al al olana kadar tekrar tekrar tırmanıp geri kaymışlığım bile vardı. Ama bu kar başkaydı.
Türkçe kitabımızdaki karlı pencere kenarına konmuş çok ama çok üşümüş bir serçeye ekmek veren çocukla ilgili hikayeyi çok severdim. Kitap kahramanı çocuk gibi olmak için okul dönüşü ekmek kutumuzdan aldığım ekmek dilimiyle günlerce pencere önünde beklemiştim. Kar vardı, pencere vardı, ekmek vardı, hatta çocuk vardı, ama serçe yoktu. Ekmek ellerimde ufalanıp yerlere dökülürdü, annem pencere önüne koy, serçeler gelince yer demesine rağmen, hayır ben verecektim. Kar günlerce ama günlerce yağmasına ragmen o serçe hiç gelmedi.
Hikaye kahramanı olmanın o kadar da kolay olmadığına o zamanlar karar vermiş miydim bilmiyorum ama, hayatta hiçbir şeyin kitaplarda anlatıldığı kadar naif tesadüfler zinciri içinde gelişmediğini anlamıştım galiba.
Yine de okuduğum Kemalettin Tuğcu hikayelerindeki fakir çocuklar kalbimi hicrana boğar, kasabamızda olmasa da büyük bir şehrin hiç bilmediğim uzak semtlerinde bu çocukların var olduğuna inanır, akşamları yatağıma gittiğimde kimsenin görmesini istemediğim yaşları, bu çocuklar için akıtırdım.
Gözyaşlarım sonraları da hep gizlenerek aktılar. Ta ki duygusallığın zaafiyet olmadığını itiraf etmekte ne kadar geciktiğimi anladığım yaşlara ulaşana kadar.
O kış hiç serçe gelmedi penceremize ama sonra kasabaya bahar geldi.
Ben hayatımda ilk defa gelincik tarlası, ilk defa papatya tarlası görüyor, okula giderken önünden geçtiğimiz iki katlı kasaba evlerinin bahçelerinden gelen mis gibi gül kokularını ilk defa bu kadar derin derin içime çekiyordum. Allahım bu nasıl bir çiçek cennetiydi. Bu nasıl göklerde bir yerlerde, rengarenk bir armağan paketine sarılarak, yıldızların eline verilmiş ve etrafındaki minik meleklerin gülümsemelerinden dökülen sihirli tozlarla uçuşarak, kurdelasını açmam için kucağıma bırakılmış tarifsiz bir peri masalıydı.
Okuldan eve dönerken annemim kızdığını bile bile gül ağaçlarından güller kopartır, eve getirirdim. Gelinciklerin yapraklarının nasıl da hafif ve kırılgan olduğunu, dalında durduğu gibi hiç bir yerde durmadığını, kopartıldığı an o kırmızı yaprakların bir anda uçuşarak yok olduğunu ilk defa orada görmüştüm. Papatyalar ve adını bilmediğim çeşit çeşit kır çiçeği. Cennet bahçelerinin tanımı bu olsa gerekti. Hayatımda bir daha asla öyle bir bahar yaşamadım ben.
İki katlı o kasaba evinin alt katında sadece dokuz ay kalmıştık.
Yola çıkacağımız gün, gazozcu Fahrettin beyin hanımı bize haşlanmış yumurta hazırlıyordu. Elleri yanmadan o kaynar sudan o yumurtaları nasıl aldığını, kabuklarını nasıl soyduğunu hayretle izlemiştim. Elleri bizimki gibi değildi muhakkak, başka bir şeyden yapılmıştı ama yine de tatlı gülümsemesi olan bir kadındı. Üç ay once altıncı çocuğu doğmuştu, adını da Halise koymuşlardı.
Biz yumurtaları ve kimbilir nasıl maharetle hazırlanan daha nice nevaleyi yanımıza alıp yola koyulmaya hazırlanmışken, tipik bir anadolu kasabasının hancıları, alışkın oldukları üzere yolcularını uğurluyorlardı.
Annemle babamın teşekkürleri, yolları düşerse muhakkak beklediklerine, nasipse belki tekrar buralara dönebileceğimize, kısa vakit kaldık ama çok güzel günlerimiz olduğuna dair cümleleri ve hadi hoşçakalın, yolunuz açık olsun, allaha emanet olun diye kulağıma çalınan içtenliği şüphe götürmez sözler, ardımızdan dökülen bir tas suyla nihayete erdi. Artık yolumuz açık olsundu, hayırlısıyla varalımdı varacağımız yere.
Çocukluğumun en güzel manzaralarını biriktirdiğim bu güzel kasabanın kır çiçekleriyle bezeli tarlalarını son bir kez daha seyrederken, bizi Bitlis’e götürmek üzere yola koyulan otobüsün kaldırdığı toz bulutu, görüntülerimi yavaşça sisler arasına itiyor, ben, daha kasaba çıkışına varmadan, her vasıtaya binişte yaptığım gibi yanağımı cama dayıyor ve gelincik rengi bir uykuya dalıyordum.
YORUMLAR
Nihavend Şarkı, Fırat Avcı, Bir Tutam Hayat ve kim bilir daha kaç yürek...
Ortak paydaların, ortak değerlerin, ortak yaşanmışlıkların ve birbirine yakın bir tarihsel sürece tanıklık etmenin gâh hüzünlü gâh sevinçli gâhi düşündürücü ve birleştirici tarafıdır yorumlardaki bu yürek katkıları. Tabii, anlatıcı bu derece içten, yalın ve gerçekçi olunca, ortak ve de benzer yaşanmışlıklar da aynı ölçüde yakınlaştırıyor okuru yazarın yürek kıyılarına. Kalemin gücü kadar yüreğin gücü de...
Biliyor musunuz değerli yazın dostu; sizi tanımasam da tanıdım, sevdim ve ortak bir çok noktamız olduğuna inandım kaleminizin ucuyla çizdiğiniz bu insancıl yaşam fotoğrafında! Aslında yaş ve yaşanılan dönemler itibariyle ne çok şey var aktarılması, paylaşılması, anlaşılması gereken yaşanmışlıklarımızda! Bugün bunların paylaşılması sevindirici bana göre. Gelecek adına dün nelerin nasıl ve hangi koşullarda yaşanmışlığının bilinmesi ve bunlardan bireysel, toplumsal, sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda dersler çıkarılması gereğine de inanıyorum ayrıca.
Dilinizdeki sadelik, içtenlik ve akıcılık öyle sarmaladı ki beni...Bu zarif kalemden daha çook öyküler, anılar ve de şiirler hatta roman tadında yazılar çıkacağına inanıyorum ve bu bağlamda basılmış kitaplarınızı gözlediğimi de...
Duru diliniz kadar duru yüreğinizi ve yetkin, derin, sevecen naif kaleminizi, kutluyorum değerli yazın dostu..
Bir diğer teşekkürüm de değerli Seçki Kurulu' na...
Nihavend Şarkı
Kaleminizin mürekkebi her yazıda böyle garip bir mahzunluk getirecek demek. Çocukluğu pek çok yeri dolaşarak geçmiş benim gibi biri için daha anlamlı olduğu kesin bu yazının. Siz o evi anlattınız ya, ben de çok başka bir eve giriverdim.
Yer, Tokat. Babam henüz memuriyete başlamış. Hepsi onun gibi yeni memuriyete başlayan arkadaşlarına yakın yerlerden arıyor evimizi. Buluyor da. Tabi ilk önce benim bakkaliye kültürümü başlatan o ev var. Fakat o ayrı bir hikâye.
Akşamları toplanıyor, sohbetler ediyorlar. Biz çocuklar gülen yüzlerimizle ortalarda dolanıyoruz. Yetişkinlerin bulunmadığı odalar seçip bir araya getiriyoruz korkunç öykülerimizi. Hangimiz daha korkunç öyküler anlatacağız diye sanki birbirimizi sınıyoruz.
Sonra Melahat teyze akıtma pişiriyor. Çocukları olmayan bir çift Melahat teyze ve Mustafa amca. Beni de bir seviyorlar ki sormayın. Akıtma benim için pişiyor zaten. Taş üzerinde, bu gün insanların krep dedikleri o harika lezzet halen durur gastronomi dağarcığımda.
Bazı yazılar başka tesirler bırakıyor gerisinde. Kusuruma bakmayın ne olur. Daha yazardım da, ayıpsadım yaptığımı. Ellerinize sağlık. Melahaat teyzenin akıtmalarından bir tabağı çalışma masama bıraktığınız için. Hep böyle yazın emi?
Nihavend Şarkı
Fırat Avcı
Son zamanlarda okuduğum en güzel hikayelerden biriydi.
Cümlelerdeki akıcılığa, zarafete hayran kalmadım desem yalan olacak.
Tasvirler çok hoştu.
Konu da güzel seçilmiş, güzel işlenmiş.
Kendimi bir an için o güzel kasabada hissettim.
Ben Karadenizliyim.
Bizim oralarda her çiçek oluyor da,
bu gelincik doğru dürüst yetişmiyor maalesef.
O nedenle,
Akdeniz, ya da Ege baharlarını çok severim.
Sırf gelinciklerin yarattığı o inanılmaz güzelliği bakışlarıma sundukları için.
Tebrik ederim efendim.
Çok güzeldi.