- 1318 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Duyulmayan seslerin ardında kalan düşler...
Öylesine bir yaşam işte, sadece gizliden gülme isteği ile dolu, göstermelik tebessümlerle merhaba diyoruz güne, bir dost sesine adamışık nefes almalarımızı, buna da şükrediyoruz arada sırada bir merhaba diyenimiz var diye işte böylesine bir yaşamı körükler dururuz hayata inat gülmeye çalışıyoruz işte...
İçimde tek bir yangın olsa söndürmeye çalışayım, ama diğerleri sönemedikleri için hırçınlaşacak sanki, ama, duyulmaz bir ses ki tüm yanışların üst alevlerini köreltiyor, gizliden aşikara bir masal anlatırken...
Tüm bu geçmişe dönük düşünceler…
Şimdi içimde uzakların, uzaktakilerin düşünceleri kaynıyor, sahipsiz düşüncelerin iç seslere dönüşmesi bunlar…
Eski zaman masal anlatıcılarının sesini beklerken, uyuklamak gibi bir şey veya o sesi dinlerken, o masalın içinde yer almak için uyuma isteği gibi bir şey bunlar…
Sadece iç sese ve iç isteğe bağlı olarak gerçek olsa diye içimden mırıldandığım sesler bunlar…
Sedece belki de bir beklenti, veya dingin bir ruha ulaşıyorum, ta ki eski acılar, eski nefretler, eski yanışlar, tekrar düşünülünceye kadar ama tek bir cümle basıyor derinden derine işte diyorsun, “ruhumun dinginlik çemberindeyim…”
Neden zorlaştırıyorum hayatımı, durduğum anların, an be an zamanlarında…
Duyulmayan seslerin ardında kalan düşler, bunlar...
Sen mi çocuktun, yoksa ben mi yılları saymadan atlayarak geçiştiriyordum?
Seni yazdığım masalların içine dahil ederken, nedense içime akıyordu hasret korkusu…
Kaç yılın sevdalarını taşıdık yüreğimizde ve biz kaç kısır yılın sevdalısıydık birbirimizin?
Neden donuklaşıyor avuçlarım, neden geçmişin sıcaklığı uçuştu avuçlarımdan, hani iki avucumun içine aldığım alnındaki terlerle sıcaklığın kaç yıl oldu avuçlarımdan buharlaştığı sesin, neden hâlâ kaybolmuyor beyin kuytularım ile kulak diplerimden?
Kaç eski yılın sevdalısı idik biz ve kaç eski yılı hâlâ omuzlarımda taşıyorum?
Neden hâlâ aynadaki görüntünü silemiyorum gözlerimden ve neden hâlâ senin yokluğunun sebebini kabullenemiyorum?
Kaç eski bahar şarkıları var hâlâ dilimizle dimağımızda?
Daha kaç yıl ve daha kaç unutulmaz yılı masalımıza dahil edeceğim?
Senin rüzgâr gözlüm dediğin ben, daha kaç yıl sürükleneceğim anılarımın peşinde sen yokluğunu kabullenemeyerek?
Sarıp sarmaladığım, tüm yaşam ardına kalacak gülüşlerini saklarken, hüznün buruk düşünceleri ile uğraş vermek, bende daha çok eski yıllar bırakacak geride derken bile, benim bu tavrıma umarsız kalacağını bilmek de pek hoş değildi aslında ama sen belli etmeden yaşamı sevdiğin için gizlide kalmış hüzünlerinin yanına benim bu düşüncelerimi asacağına hiç şüphem yok…
Biz dar zamanların öksüzleşmiş çocuk ruhlu sevdalıların arasına katılmakla, daha bu olguya boyun eğişimiz daha kaç yıl sürecek bir yazım serüvenine sokacağım?
Biz sevgili, sen ve ben ve ruhlarımız bu vedasızlıkla başlayan ayrılığa daha kaç yıl meydan okuma sevdasında olacağız?
Sevmenin görme özürlü okçusunun yaraladığı kanamalarla yaşam savaşımı verirken, hangi baharın bizle beraber esecek rüzgârında kalacağım…
Hasret kaldık sevgili, hasretlisi olduk çocuksu kahkahalarımızın anılarda kalan tınısına...
Tuna boyu sevda yorgunlarıydık biz, bir kıyıda ben diğerinde sen belki de uzaktan taşlıyorduk hayatı...
Sayfasını sayamadığımız mektupların içinde uçuşuyor artık birliktelikle yaşamımız ve ayrılık sonrası yaşantımız…
Kâbus ertesi nefes almaları bunlar ve göğüslerimizin kabarıp, çökmesine sebep olan bir düşünce girdabı bu yaşam ki, içinde kaç yasaklı cümle barınıyor, dilim ile dudak aralarımdaki hâlâ sayfalara dökülemiyor…
Öncelikli ki adın kulaklarımda sarsıntılar, özleme dönüşmüş sesin ve gözlerinin tarifini tamıtamına yapamadığım binlerce cümle barınıyor dilim ile dudak aralarımda tıkanıyor ki hâlâ sayfalara dökülemiyor…
Evet sevgili, adın ile sesin arasına gömülmüş yasaklı bir yaşam gizemi bu beynimde dolananlar…
Kaç koyu kahvenin ve açık çayın görüntüsü içine sığınmış sen varlığının hasreti değil mi bugünkü dar nefeslerle yaşadığım zamanlar…
Sana gönderemediğim binlerce mektubumu sana yazdığım zamanlarda ki heyecanım ile şimdilerde defalarca tekrar tekrar cümlelerimin altını çizerek okuyorum…
Şimdilerde büyük bir yeis ile kendime acılanıyorum…
Oysa sen varlığının yokluğunu kabullenebilmek için can havli ile yapılacak işler vardı…
Lacivertin üstüne al rengi yapıştırarak renklerin cümbüşüne kaptırıyorum kendimi…
Aslında bu düşüncelerin tümü yıldızların cümbüşüne benziyordu, sabit olan tek düşünce kalmıyordu zihnimde, her şey yanar döner, her şey söner yanar, devinimlerle dolaşıp duruyordu zihnimde ve de kararsızlıklarımın arasında…
Evet sevgili, aramızdaki sevgide yarınlar yoktu, ama dünler vardı ve biz bu dünlerin ardından bu günlere ezilerek gelebildik…
Bundan sonraki yaşamdaki nefes almalar, sanırım ışıkları karartılmış bir araçla gece yolculuklarından geçerek yaşam savaşımı verebilecek…
Her şeyin ayrı bir güzellikle dünleri vardı, yarınların sıkıntılı zamanları bu dünlere sığdırılmıştı sanki…
Şimdilerde ve de bu günlerden sonra güçlülük görüntüsüne bürünmüş uzun zamanlar var sanırım önümde, her şey bir bedele sığınıyordu ki bu bedel belki de her zamandan daha da büyük olacak ve uzun zamana yayılacak sanırım…
Uyşturulmuş yaşam zamanlarından sıyrılıp, her şeye yeniden, yeni baştan başlama zamanının da pek uzak olmaması gerekir sanırım, ki içimdeki volkanın siyah dumanlara bürünüp sakinleşmesi gerekti artık ve ben bu buruşuk zamanları yaşamaktan belki de usandım…
Sevginin bekçiliğini yapmak artık sanırım imkansız hâle geldi…
Çünkü bu yaşam baş döndürücü bir hızla dönmekte olan bir girdap ve çıkmaz bir kuytuluk…
Yıllarca masumluğunu korumak istediğim bu sevgiye ellerimizi açıp dua ederken, bu günlerde bu sevgi girdabında baş döndürücü bir hızla dönmekteyim…
Bu yüzden gündüzleri seni unutmaya çalışırken, geceleri sensizliğin hisleri ile donatıyordum.
Kendimi ve de yalnızlığın gizemli mavisinde kaybediyordum kendimi ki işte o kayboluş gecelerinde artık ruhum yalnızlığımda kaybolurken içim de iç huzura ulaşma imkanlarını arıyordum…
Sensizliğe ulaştığım gecelerde, senin ihanetini unutup, ruhumla baş başa yalnızlığın gİzeminde yolculuk yapmaya çalışıyordum…
Ve böylece sevgideki sen bağımlığımdan kendimi kurtarma uğraşlarında idim…
Bu da ruhumun, geceleri dinginliğe ulaşması demekti…
Oysa eskilerde karanlığı sevmekten korkmazdık, oysa eskilerde karanlıklarda kaybolurduk, gecenin seslerine kulak verirdik, saklardık kendimizi gecenin gölgelerine, saklardık kendimizi gece seslerine, kaybolası gecelerimiz vardı, çoğunda gecenin kuytusuna atardık kendimizi, gün geldi gecelere güldük, gün geldi gecelerde ağladık, en güzeli biz birbirimizi geceler boyu sevgili yapardık, bir ara gölgeliklere karışır, kavgalaşırdık, ama yine de sevgide kalırdık, kaç günün sonunda bağışladık kendimizi, kaç gecenin sonunda ağlarken gülmeye hasret kaldık, sen sevgili, şafak zamanını bilir misin, bilir misin sen ki ben hep şafaklara gülerek ulaşmak isterdim, işte böyle sevgili, ben seni gülmelere koşan sevgililer gibi sevmek isterdim hep…
Gülmeye dair sözlerin hasreti var içimde...
Gecenin sessizliğindeki çığlıklarım, bağrıma doluşuyordu…
Korkularımın yığılışı doluşuyordu sessizce, belki de korkunun çığlık istekleriydi bunların yapısında var olan ürkeklik…
Hıçkırışlarımın arasındaki çığlıklarıma karışan, zapt edilmez korkulardı bunlar.
Gündüzün ağarmışlığından gecenin gizemine doğru salınışlarımda, bağrım ve de mantığım, sahipsizliklerle doluşuyordu..
Bir kervan sallantısıydı bu ıssızlıkta gözlerimin önünden geçip hayata akan…
Sadece bir beklentiydi bunların hepsinin varlığı, sadece belki de bir acıkmaydı bu gecenin tınısındaki istekler, korkusuzluk korkusuydu belki de yalnızlığın getirdiği istekler ve ben gecenin sesinde, gecenin korkusunu yenmişçesine, senin yokluğunun acı tadını hissediyordum damarlarımda akan kanımda.
Sen benim gecenin içindeki inleyen sesimdin, sen benim hazmedilemeyen duygularımın içinde dolaşan hırslarımdın ve hayata karşı zaman zaman duyduğum tiksintilerimle vazgeçmeye çalıştığım sendin…
Hiç aklıma gelmemişti günün birinde zamansız bir anında ansızın birbirimizden ayrılacağımız, bir anda ansızın çekip gideceğin ve böylece yalnızlığa doğru, yalnızlık sesleri ile ansızı yürümeye başlayacağımızı da hiç düşünmemiştim…
İşte bu an zamanlarıdır ki yalnızlığın gurbet seslerinin ansızın dudaklarımızdan yalnızlık düşüncelerinin yapıştığı ıssızlık sesleri ile gurbet hasretine düştüğü yürüyüşler…
Yazdıklarımın tümü sahipsiz cümleler gibi savrulurken, hayatımın bir zamanlarını içine alırken, sanki sahipsizlikle savrulan cümlelerimin bence benim bile bilmediğim hedefi vardı çoğunda sen, sen sevgili derken bile hedef şu anlarda kim bilir nerelerde veya ne yapıyor…
Bir sevgili değildi aslında, belki de benim kendimle baş etmeye çalıştığım, kendi kendime, kendimde yarattığım ikiz ruhumdu, şüphesiz.
Zaten sevgiye dair yaşamımda sevdiğim hep ikiz ruhumla yaşayan bir sevgi içindeydi…
Bu anlamda veya anlayışta sevgim veya sevdim dediğim yol arkadaşım veya yaşam dostum hep benim ikiz ruhum gibi yer aldı yaşamımda…
Çünkü ben tüm sevmelerimi ikiz ruhuma yapıştırarak, yaşıyordum şüphesiz…
Bu yüzden “bir cana bir can lazım can dostum” dedim…
Gündüzlerde kaybettiğim benliğimle, sadece gecelerde birlikteyim, iç huzurlu ve de dinginlikle, çoğu geceler, sanki eskilerinden daha da aydınlık, sanırım sen yokluğu yapışmış gecelerin kuytularına…
Bu da ruhumun geceleri dinginliğe ulaşması demekti…
Evet sevgili, günlerim sen düşünceleri ile dolarak yoğunlaşırken, geceleri sen tutsaklığından kurtulmak için uğraş içindeydim…
Seni sevdim, seni sevmekle ruhumu kâbuslara atmak ve o kabuslardan artık kurtulma zamanlarını bir anlık, bir gecelik veya bir aylık gecelere sığdırıyorum artık…
Ben seninle bir ömür huzurla yaşamak isterken, artık an zamanları dahi olsa sensiz yaşam uğraşlarındayım…
Dünlerde hep sen vardın yanımda, bu günlerde ise kendimle başbaşayım bu sevgide…
Bana eskilerde olduğu gibi, merhaba diyemezdin, sen beni, kendin kadar tanırdın ve
bilirdin çünkü benim de sana merhaba demeyeceğimi...
Hiç yoktan gülümsemek geldi içimden, bir varmış yokmuş misali düşler uyandı sebepsiz yaşamımda, hayatı zorladığım günler geldi aklıma, gülümsedim, bir de çok az elde ettiğim mutluluklarımı düşündüm, gülmelere uzandı tüm düşüncelerim, beyhude geçen tüm sevinçlerim geldi aklıma ki, zorlamasına güldüm kendi kendime deli misali, sadece düşledim dilek tuttuğum günleri, hepsi birer umut olmuş astığım dallarda, neden olmasın dedim, bu sefer bastım kahkahayı, hayat bu hep değil midir dar zamanlarda uzandığımız umut dalları…
Düşündüm de, yine bahar düşmeyecek mi toprağa, yine cemreler doluşmayacak mı hayatımızla beraber havada, toprakta, suda, bunlar gerçekleşen umutlar ve de istekler değil mi ki benim dileğim de gerçekleşmesin, seviyorum gülümsemeleri, seviyorum umutlanmaları, umut fakirin ekmeği değil miydi ki neden benim de olmasın ki, hoş geldin bahar, hoşluklar olsun umutlarımda...
Bazen kendimizi bir girdapla diplerde hissederiz, bazen de güneş vurmuş bir denizin kıyısında iken, ışıldayan yakamozlara bakarız, çoğunda bir kırpışan ışıltıların üzerinde hissederiz kendimizi, aslında bilemeyiz hangi zaman ve de şartta mutluyduk…
Ve çoğu zaman o mutluluğun peşinden koşarken, bir ömür tükettiğimizi bilemeyiz…
Çünkü yaşamda, duyulmayan seslerin ardında kalan hislerle düşler de vardı...
İçimden çoğu zaman yükselen seslerin içinde, hep sen vardın sevgili, hep sen konuşuyordun içimden, benim söyleyemedim tüm düşüncelerimi bana art arda tekrarlıyordun, “çok sev beni ve hep küçücük şeylerle şımart, beni” diyordun…
Uykusuzdu gözlerim azap doluydu içim, kaybetme korkuları kâbusum olurdu hep geceleri, bu yüzden ben hiç kokmazdım gecelerden hep içinde yaşamayı öğrenmiştim geceledeki yalnızlığımda, sen kaybetme duygularımın içinde kanat takmış uçuşurken düşüncelerimde, ben kâbusun ruhumdaki darbeleri ile uğraş veriyordum…
Düşündüm de ne kadar da çok söylenmemiş sözlerim kalmış, geceler boyu sana anlatmalarıma rağmen, sen içimde mızraklarınla deşerken yaralarımı, ben senin düşüşünü kesit kesit yaralarımla acınıyordum sana, “gitme be sevgili” derdim, gizliden sana söylenmemiş sözlerimle, anlatılacak senin çocuk yanına, masallarım var derken, bilir misin ben ne kadar da çok çocuklaşırdım, “gitme be sevgili gitme, kurt kuzuyu avlıyor, düşeceksin sabahın tanına yaralı biliyor musun, düşeceksin ve ben sensiz artık zorlarım bu yaşamı inan sevgili inan zorlanırım…” Derdim sana…
Kimler yaprak dökmedi ki sevdiği hayat ağacından, kimler basmak istemedi ki sağlam toprağa, hepimizden kaydı yavaş yavaş hayat ki hâlâ ayaktayız ve de kalacağız...
Neydi bu yaptığımız yaşamda, hiç tükenmeyecek sadığımız zamanları hoyratça harcarken, bitmeyecek sandığımız saatlerin ve de günlerin ardında kalan yaşamlara hayıflanmaktan başka ne yapabildik?
Anlamını çok geç anladığımız hatalarımızla gelecekte baş etmeye çalıştıkça, önce sevgimizde, sonra da sevdiğimizde yaralanmadık mı, bu yaralarla yaşam boyu baş etmeye çalışırken, her gün hayata ve de sevdiğimize ver yansın etmedik mi?
Başı belli olan hayatın sonunun bu kadar çilelerle boğuşmasını biz bilerek mi bu hâle getirdik, kaç hatamızdan dönebildik veya kaç hataya göz yumduk ki uğrunda feda etmeyeceğimiz çok şeyin bulunduğu sevgide, sürünürcesine pişmanlıkları boyutladık kendimize ve çok kez vazgeçtiğimiz hayatımız sandığımız yaşama tutunurken benlik savaşı vermedik mi, sen sevgili, hoyrat bakışlarınla umarsızca vazgeçtiğin sevgiden sonra hiç mi ağlamadın, hiç mi pişmanlıklara düşmedin?
Evet ben o pişmanlıklarla boğuşuyorum yıllardır, bununla da onur duyuyorum çünkü sevgiye sahip olduğum müddetçe mutlu oldum ben her şeye rağmen…
Seneler seneler önceydi, hiç beklemediğim bir anda sokuldun kaldın içime, yıllarım bu yanışla geçti, her an sen düşünceleri canlandı durdu içimde, kalbimin ritmi oldun yıllarca, sonra, daha daha sonraları O yanış yaralara sebep oldu ve her geçen günler boyunca o yaralar hep acıtır oldu canımı ve her can acısı büyüyerek içimi kanattı ve sen , kanayan yaralarımın kabuğunu çıkaran, durmayasıya can yakmaların ta ki hesapsız
ve de onursuz gidişine kadar sürdü ve sen sevgili, durmayasıya hayatımı bataklaşan bir hâlle uzatıp gittin hayatın acı kulvarlarına ve sen affedilmeyenlerin içinde duruyorsun artık ve yine sen benim kayıplık zamanlarımın sebebi oldun artık…
Ne kadar yazıldık birilerince, ne kadar yazabildik birilerini, dahası ne kadar akacak kalemlerden mürekkepli kelimeler, alı moruna karışmış hayatımızın, mavisi ne kadar kalmış, söylenmemiş sözleri sahiplenmek için mürekkepleri saldırtmışsak sayfalara, eksiğimizi kim diyecek, fazlasını kim sildirecek bize ki yaşanması gerek bir hayat varken önümüzde, ne kadarını biz kabulleneceğiz, acıları kimler saldı bize ve öfkelerimizin sebebi kimlerdi, bağışlanması gerekli kaç kişi vardı ardımızdan gelen ve hayatın acı kısmının hesabını biz kimlerden sileceğiz?
Ve kaderi biz yaşayacaksak eğer, neyi nasıl değiştireceğiz…
İşte imkânsızın içinde kalmak buysa eğer, biz de yaşarız sineye çekerek...
Mustafa yılmaz