- 820 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
'Güzellik Hırsızları'
’Tuhaf bir pazarlık: Güzelliğiyle bir şeyler satın alanlar. Oysa onlarda da aynı keder var. Otururken insana daha çok saplanıyor o ağrı. Çıkarmanın yolu olsa, insan ölürdü.’
İşe başladığımdan beri istediğim kitabı alma konusunda eskisi gibi kendimi kısıtlamaya gitmiyordum. ‘Param var, huzurum var’ mantığı yoktu elbette ama en azından birkaç lira fiyatı yüksek diye de kitap almaktan vazgeçmiyordum. Ankara’ya uğramış, oradan da Or.’u görmek için, İstanbul’a yola çıkmıştım. Yol boyunca otobüsün arkasındaki küçük ekranda film izlemiştim. Otobüs koltuklarının arası dardı. Kalın bacaklarımla koltukta bir türlü rahat bir pozisyon bulamamıştım. Ayrıca otobüsün kadın muavinin iki de bir koridorda gidip gelmesi de beni rahatsız etmişti. Giydiği dar pantolonu kalça kıvrımlarını gösteriyor, içindeki sutyeni gösterecek incelikte giydiği beyaz gömleğinin içinde de göğüsleri sıkışmış gibi duruyordu. Or.’u görecek oluşum ruhuma iyi gelecekti ama öncesinde şehvetimin otobüs de böylesine artması ve de kendimi kontrol edişim sırasında bünyemde oluşan pasif eylemsizlik beni bitkin düşürmüştü. Mola yerinde bile hava serin olmasına rağmen kadın muavin üzerine bir şey almadan çıkmış ve sigara içiyordu. Göz göze geldiğimiz anlar benim için eziyet olurdu. Tapılası, insanın içindeki yağları eritecek bir güzelliği yoktu ama benim güzellik anlayışım içerisindeydi. Onun varlığı yumurtanın içerisine bir sperm gibi giriyor, sonra oyun oynuyormuş gibi tekrar zorla girdiği yumurtadan dışarı çıkıyordu. Kafamı dağıtmak için kendime aldığım kitabı okumaya çalışıyordum. Albert Camus böyle bir an için iyi bir tercih değildi. Yine de kendimi Paris’te, bir kafede oturuyor hissini kadın muavini vermeyi başarmıştı. ‘Ne içersiniz’ diye sorduğunda, midemdeki reflüden dolayı ağzımda biriken tükürükler arasında zorla çıkmayı başaran kelimeler ‘kahve’ olarak kadının kulağına bir türlü gitmemişti. Kahve yerine çay içecektim. En azından bir şeyler içebilmenin güzelliğinin yanı sıra, kaşlarının arası çatık, burnu hafifçe dik ve dudakları acı çekiyormuş hissi veren kadınla aramızda var olan yakınlık hoşuma gitmişti. İki kulağım Albert’de olmasına karşın, gözlerim kadının üzerindeydi. Aklım varlığıma olağan küfürler etmeye hazırlanırken, yüreğim ise başı önde, elinde bir asa, yüce bir kişiliği andırıyordu.
‘Nietzsche’nin tasarladığı tanrısız, yani yalnız insan için özgürlük vardır. Dünya çarkı durup da insan var olana evet dediği zaman, öğleye ermiş özgürlük vardır. Ama var olan oluşur. Oluşa, evet demelidir. Işık geçer sonunda, gün batmaya yüz tutar. Tarih yeniden başlar o zaman, tarihte de özgürlüğü aramalıdır; tarihe evet demelidir. Nietzschelilik bu bireysel güç istemi kuramı, tümel bir güç istemi içinde yer alacaktı ister istemez. Dünya imparatorluğu olmayınca hiçbir değildi. Nietzsche özgür düşüncelerden, insanseverlerden nefret ediyordu kuşkusuz. ‘’Düşünce özgürlüğü’’ sözcüklerini en aşırı anlamda anlıyordu: bireysel düşüncenin tanrılığı. Ama özgür düşüncelilerin de aynı tarihsel olaydan, Tanrı’nın ölümünden yola çıkmalarını, aynı sonuçlara varmalarını önleyemezdi. Nietzsche’nin insanseverliğin temel nedenleri atıp varılacak nedenleri alıkoyan, üstün doğrulamadan yoksun bir Hristiyanlıktan başka bir şey olmadığını iyi görmüştü. Ama sosyalist kurtuluş öğretilerinin yoksayıcılığın kaçınılmaz bir mantığıyla, kendisin de söylediği şeyi: Üstün insanlığı kendi omuzlarına yükleneceklerini sezememişti.’
Kitabın adı üzere başkaldıran bir insan, tüm öğretilerinin ışığı altında aslında yalnız doğruculukla alakası vardı ama benim başımı kaldırdığım yer, gözlerimin gördüğü şey ise istemsiz de olsa, içimde uyuyan arzularıma gazyağı döken bir kadındı. Arka koltuklara doğru gidince, az da olsa rahatlamıştım. Kitabı elimden bıraktım. Okumuyordum, göz gezdiriyordum ve bu öylesine göz gezdirerek okunacak kitaplardan değildi. Çantamı açtım. Başkaldıran insanı Or.’a aldığım kitabın yanına koyarken, gazeteyi çıkardım. Bulmaca çözersem aklımı uğraştıracak bir şey yapmış olurum düşüncesi güzeldi. Sudoku’nun dört farklı klasmanı vardı: Kolay, orta, zor, çok zor. Kolay olandan başladığımda, bir türlü çözüme ulaşamıyordum. Nedense kolay, çok zordan daha fazla beni uğraştırıyordu. Orta seviyeden başlarken, bir yandan da çayımı yudumluyordum. Şoförün yanına doğru ilerleyen kadın muavin tekrardan dikkatimi çekmişti. Bakmak istemiyordum. Son kez bakıyordum evet, bu sondu.
Bolu’yu geçmiş, İzmit’e gelmiştik. Etrafa sağlı sollu yükselen fabrika bacaları içime rahatsızlık veriyordu. Nefes almak isterken, zorla nefesini tutmak gibi bir şeydi. Bir daha bakmayacağıma söz verdiğim kadın muavinin tekrardan yanı başımda görmek, sözümü yutmama sebep olmuştu. ‘Karar verdiniz mi? Gebze’de mi ineceksiniz yoksa İstanbul’da mı?’ Hayır, karar vermemiştim henüz. Bu bir buçuk saat evvel sormuş, ona ‘ben size söylerim’ diye bir cevap vermiştim. Tekrardan sorması, bu çağda verilen sözlerin aslında ne kadar anlamsız olduğunun da kanıtıydı. Sudokunu çözmeye devam ediyordum. Zor olan seviyede takılmış, çok zora geçmiştim. Karar vermiştim; Gebze’de ineceğim.
Gebze terminalinde indikten sonra, Maltepe’ye gitmek için bineceğim minibüsü bekliyordum. Yaktığım sigara heba olmasın diye gelen ilk minibüse binmemiştim. Özellikle ön koltuğu boş bir minibüs tercihim olduğu için, minibüslerinde hemen ön koltuğunun boş olup olmadığına bakıyordum. Gelen minibüs bomboştu. Ön koltuğuna geçip oturduktan sonra, bomboş olan minibüsün on dakikaya kalmadan tıka basa dolacağını da iyi biliyordum. Zaten saatlerdir daracık koltukta sıkışarak yolculuk yapmış birisi olarak, yeniden başka bir yerde sıkışmak, üstüne bir de yolcuların para üstlerini hiçbir menfaat gözetmeden şoförden alıp, yolculara uzatmak da aşırı geliyordu.
Kalabalık akşam trafiğinde, minibüsün zekice manevraları olmasa bir saate yakın sürede asla Maltepe’ye ulaşamazdık. Minibüsten indikten sonra küçük adımlarla yürürken, bacaklarım uyuşuyordu. Ağzımda yarısına kadar içtiğim sigarayı yola doğru fırlatırken, bayır yukarı çıkarken zorlanmam pek de hoşuma gitmemişti. Or.’un oturduğu apartmanın önüne gelince, rahatlamıştım. Dairesi apartmanın arka tarafına bakıyordu. Dış kapı her zamanki gibi açıktı. 19. Yüzyıldan kaldığına inandığım asansörle üçüncü kata çıkarken, acıktığımı hissediyordum.
Her şey eskisi gibiydi. Or.’u özlemiştim. Sarılırken, yol yorgunu biri olarak yine de ondan daha kuvvetliydim. Evde otura otura paslanmış gibiydi. Hareketler ağır, giydiği geniş alt pijamasıyla biraz sonra yatağa girip, uyuyacak hissi uyandırıyordu. ‘Aç mısın’ diye sormuştu. Oturma odasına geçip, kanepede ayaklarımı uzatıp dinlenme isteği vardı. ‘Evet’ manasında başımı sallarken, gülümsemişti. ‘Ben de bugün hiç yemedim. Sen geliyorsun diye, seni bekleyeyim dedim. Bulgur pilavı yaptım tavuklu. Ayranla, ekmek alıp geleyim marketten’ derken, ‘olur’ demiştim. Ayaklarımı uzatmış, bacaklarımdaki sıvıların; kanın, lenflerin akarken çıkardığı sesleri duyuyor gibiydim. Günlük hafızamda yalnızca Bolu dağı tünelleri, fabrika bacaları ve kadın muavin vardı. Gözümün önüne gelen kalça kıvrımları, dik ve bulunduğu yerde sıkışmış hissi veren göğüsleri gözlerimden silinirken, oturur pozisyona gelip, çoraplarımı çıkardım. Lavaboya gidip, elimi yüzümü yıkayacaktım.
Her zamanki gibi yaptığı yemek mükemmel olmuştu. İki, üç parça malzemeden böyle güzel yemekler yapması karşısında ona olan saygım da, sevgim de artıyordu. Kanaatkâr oluşunu da çok seviyordum. Yaptığı yemeği üç gün boyunca yiyebilmesi, en ufak nimet tanesinin bile israf olmamasına karşı hassasiyeti karşısında ona imreniyordum. Yemekten sonra ona aldığım kitabı vermek için oturma odasına geçtiğimde, o da çay mutfakta çay demliyordu. Kitapla beraber mutfağa döndüğümde, sandalyede oturmuş, başını elleri arasına almış, parmaklarıyla saçlarını okşuyordu. Onun yalnızlığını anlatacak olsaydım, çok uğraşacağımı bildiğim için, o anın büyüsünü hayalen de olsa kendime ifade etmek istemedim. Basit kaçardı ne söylersem söyleyeyim. Kitabı uzatırken hiçbir şey söylemedim. Eline alıp, kitabın kapağını okşarken, kitabın kapağını bir kadın teni kadar yumuşak bulmanın, ancak Or.’un parmaklarıyla anlaşılabilir bir şey olduğunu düşünüyordum. Kitaba uzunca baktı. İlk sayfasının arkasında yazılı kitabın özgün adına baktı: Les voleurs de beaute! Ağzında ‘beaute’ kelimesini dolaştırıyordu. Birkaç kez tekrarladıktan sonra göz göze geldik. Gülüyordu. ‘Ne gerek vardı, zahmet ettin, sağ olasın’ derken, parmakları kitabı okşamaya devam ediyordu. Kitabın aynısından bende de vardı. Kitap Pascak Bruckner’in ‘Güzellik Hırsızları’ adlı kitabıydı. Or. , son zamanlarda okuyacak yeni kitap almak istiyordu ancak maddi durumu pekiyi değildi. Okuduğu kitapları baştan tekrar tekrar okumayı sevse de, yeni bir kitap ona iyi gelecekti. Aslında kitaplığındaki kitaplar bir seferde okunup, anlaşılabilecek kitaplardan da değildi. Yine de iyi bir şey yaptığımı düşünüyordum. Kitabı masaya bırakıp, çaydanlığı masaya getirmek için ayağa kalktığında, yazarın kitabı hakkında röportajından bahis açmak istedim. Kulplu bardaklara çayı doldururken, gözlerinin içine bakıyordum. Camı kırık bir pencereye sahip bir ev gibiydi. Kimsesiz, yalnız ve harabe! O harabenin içine ne zaman girmek istesem, uygunsuz, soğuk ve yabancı bir rüzgâr bileklerimi kesecek gibi oluyordu.
Romandaki olup biteni özetlemek hoş olmayacaktı ama yaşlı bir avukatın, karısının, hizmetçilerinin güzellik üzerine yordukları kafayı anlatırken, Or. Şeker atmadan içtiği çayından yudumluyordu. Masanın ortasındaki cam tabakta biraz bisküvi vardı. Bisküvinin birisin ucundan koparıp, parmağıyla dişi arasında tutarken, yazarın ‘güzellikle hesaplaşma’ üzerine verdiği cevabı, sanki ben söylüyormuşum gibi el kol hareketleriyle anlatmaya başlamıştım:
‘Var olmak istiyor herkes, sadece var olmak! Güzellik insana verilmiş bir ayrıcalık ama lanet olası bir ayrıcalık! İnsan çirkin doğmuşsa, sonradan güzel olamaz. Güzellik bir ayrıcalık evet ama tersini düşünemiyoruz. Roman içerisinde güzelliğin takıntısı var. Her şeyiyle eşit olduğunu düşünen toplumlar içerisinde güzellik başlı başına bir adaletsizlik! Evet, fiziksel bir güzellikten bahsediyorum tabi ki! İnsan eşit olmak için elinden gelen her şeyi yapabilir ancak sonradan güzel olamaz. Güzellik konusunda insanlar ilahi bir adaletsizliğin mağduru. Eşsiz güzellikteki bir insan karşısındaki insana bir sanat yapıtı hissi uyandırır. Elbette zaman geçtikçe bu güzellik de, sanat yapıtı da tahrip edilecek… Ama bu süre önemli olan! Yakışıklı erkekler, güzel kadınlar… Yay gibi kaşlar, pırıl pırıl parlayan gözler, yarasız beresiz yanaklar, hatasız bir burun, dolgun bir dudak, saçları, manken gibi vücutları… Onlar bu güzellikleriyle yapıtları tahrip edilene kadar saltanatlarını sürdürecekler. Romanda da yaşlı avukat, karısı ve hizmetçileri bu saltanatın sıkıntısıyla mücadele ediyorlar.
Evet, lanet bir güzellik sahibi kadınlar! Herhangi bir kadını dahi mahveden, onun deliye dönmesine sebep bir başka kadının eşsiz güzelliği… Genç kızların sevgilisi, yaşlı kadınların okşamak istedikleri, orta yaşlı, güzel kadınların sahip olduğu yakışıklı erkekler… İşte o lanetliler, onlar yüzünden doğan arzular, objeler…
Romanda söylemek istemesem de, şöyle bir şey var: Güzel kadınları, artık kimsenin görmek istemeyecekleri hale getiren insanların hıncı!
Yazar bir 68 kuşağı insanı! Fransız varoluşçusu… Güzelliğin nedenselliği üzerine kafa yoranların merkezinde büyümüş bir adam. Evet, insanlar sağlıklı, güzel kılınmak için her türlü reklam artık mevcutken, böyle bir ustan uzak romanı okumak insanı delirtebilir ama güzel, evet güzellik de seçici, güzel bence, güzel!’
Ellerini masanın üzerinde birbirine yaklaştırmış, kemik sesine benzeyen garip bir alkış yapmıştı. ‘Okuyacağım’ diyordu.
O akşam Or. , çay içtikten sonra bana kanepeye sermem için temiz çarşaf ve yastık kılıfı getirdi. Yorgundum, uyumak bedenime iyi gelecekti. Kapıyı kapatıp, ‘Allah rahatlık versin’ dedikten sonra, uykuya dalmak için bir saate yakın yatakta dönüp durmuştum. Uykuya daldığım sıra ise, Or.’un odasından kısık sesli bir müzik geliyordu.
Sabah olup, uyandığımda her şey yine eskisi gibiydi. Ruhumdaki bohem havanın tasvirini yapacak durumundan uzakta, Or.’un mutfakta kahvaltı hazırlarken çıkardığı sesi duyabiliyordum. Elimi yüzümü yıkayıp yanına gittiğimde, elinde ona aldığım kitap vardı. Beni görünce ‘günaydın’ dedi, ‘son iki sayfa!’
Son iki sayfada bittikten sonra kitap hakkında bir şeyler söyleyeceğini seziyordum. Akşam benim yaptığım gibi çocuksu bir şeyler söylemeyeceğini biliyordum. Fikri önemliydi benim için. ‘İçimizde affedilmesi güç günahların ağırlığıyla her sabah uyanıyoruz’ diye sözüne başlamıştı. ’Saygıya layık olmayan çirkinlik midir? Kime göre ve neye göre çirkin? Ve asla güzellerin kurtarıcı olamayacakları gerçek midir? Biraz sığ gibi geldi kitap, fakat konusu itibariyle insanda doğal bir Fransız akımı şaşkınlığı bırakıyor. Her ne kadar bu şaşkınlığın içerisine asırların kiri olsa da, yine de sanatsal bir boyutu var işin. Özde güzel ama sonradan insanlarca kirletilmiş bir anlayış bu… Nasıl ki tuvalet taşları yapısı itibariyle seramiktir ve doğaldır ama insanlar onu kirletir, varlığın özü de öyle. İnsanın güzelliğini neye göre ayırıyoruz peki? Ne demiş şair:’ Ben güzele güzel demem, güzel benim olmadıkça!’ Bir sahiplikten, sahip olma durumundan bahsediyoruz. Romanda da aslında güzelleri yok etmek, onları çirkinleştirmek birincil hedef değil, asıl yapmak istedikleri de güzellere, güzelliğe sahip olmak. Güzellik hırsızlığını böyle düşündüğümüzde bize daha mantıklı geliyor olay örgüsü. Aslında yazarın romanında belirttiği ‘kurutmahaneler’, bizim aklımızda, yüreğimizde hapsettiğimiz önyargıların da büyük bir bölümü. Mutlak kötülüğü güzellikte bulmak, kötülüğün doğasına da aykırı bir durum! Güzellik veya çirkinlik değişebilen bir yargı gibi de görünebiliyor ama bu değişim aslında işin yine kendi doğasında yatıyor. Güzellik sahibi biri mutlak kötülüğe kendini üstün gördüğü zaman, çirkinlik sahibi de mutlak kötülüğe kendini küçümsediği zaman ulaşabiliyor. Tamamen bir denge; dengesizliğin ortasında, bir savaşın ortasında elbette hiç kimse güzel bir şey yapmaktan bahsedemez. Ortadaki vahşeti yok edecek güzellik, öyle bir zamanda güzele değil, iyiliğe olan inançtan doğar. Tüm savaşlar zaten ‘ben güzelim’ diye ortaya çıkmıyor mu? Asla kimse ‘ben iyiyim, sen kötüsün’ diye bir başkasıyla çatışmaz, savaşmaz. Güzellik ön planda her zaman için ve işte bu yüzden ironinin şahı da romanda yalnızca güzel olanların kötü ruhlular tarafından cezalandırabileceğini söylemeye çalışıyor. Çağımızda böyle değil mi? Güzellik yalnızca kulak çöpü gibi, kullanılınca atılacak bir meta. Bu yüzden bu kitapta bahsi geçen eleştiri önemli. Romanı her okuyan tat alamayabilir ama zaten kitabı okumaya başlamadan önce o tat alamayanların da istedikleri kendilerince bir güzellik bulmak!’
Kahvaltımızı yaptıktan sonra, Or. ‘Kadıköy’e doğru gidelim’ demişti. Metroyla Kadıköy’e geçip, egzotik bir kafeye girmiştik. Or. , bu kafeyi çok sevdiğini, genelde yalnız başına gelenlerin çok olduğunu söylemişti. Tam Or.’un oturup, saatlerce kitap okuyabileceği bir mekâna benziyordu. ‘Buranın menengiç kahvesi fevkalade’ derken, kahvenin onda bıraktığı tadın hoşnutluğunu fark etmiştim. Kahveleri içtikten sonra, bir süre daha aynı mekânda oturduk. Gazetelere göz gezdiriyorduk. O ara turuncu renkte, kıvırcık saçlı, kırk yaşlarında, üzerinde garip, kat kat ince rengârenk kumaşlardan bir elbise giymiş bir kadın yanımıza doğru yaklaşınca, ürkmüştüm. Or. , kadını görünce gülümseyip ‘merhaba’ demişti. Kadını tanıyordu. Kadın mavi damarları iyice belli olan elini önce Or.’a, sonra da gülümseyerek bana uzatmıştı. Bir pamuk yumağını sıkmış gibi, tokalaşma faslından sonra yanıma oturunca, korkum garip bir duygusuzluğa doğru geçiş yapmıştı. Or., karşımızdaydı. Kadın yine rengarenk kumaşlı çantanın içerisinden mor bir beze sarılmış kutu gibi bir şey çıkarmıştı. Bezi açtıktan sonra, kutu sandığım şeyin tarot kartları olduğunu görünce, kadının falcı olduğunu anlamıştım. Or., kadınla muhabbet etmeye başlamıştı. İkisini konuşurken, önümdeki gazeteyi göz gezdirmeye devam ediyordum. Sonra kadın, Or.’un falına bakmak istediğini söyleyince, gazeteye göz gezdirmeyi bırakıp, merakımı dindirecek olan fal faslına dikkat kesilmiştim. Normalde parayla yaptığı fal işini, Or.’a ‘benden olsun’ diyerek kadın bakmak istemişti. Kadın Or.’dan beş kart seçmesini istemişti. Dördünü bir yan yana koyup, son seçtiği kartıysa o dört kartın önüne koymuştu. Or.’un seçtiği kartların ne anlama geldiklerini merak ediyordum. Mavi damarları belirgin elleriyle, kadın ilk kartın resimli yüzünü çevirmişti. Falcı kadın gülümsüyordu.
‘Bu kart sır dolu bir erkeği tarif ediyor. Sırlarla dolu, aynen bir papa ya da aziz bir insan gibi. Bu kart ‘aziz’ kartıdır. Enerji akımın yüksek ve gizli öğretilere karşı aşırı bir merakın var. Bu kart ilhamın vücudunda dolaştığını, seni asla yalnız bırakmayacağının kanıtı. Mevcut durumuna karşı çekincelerin var ama asla korkmanı gerektirecek bir durum yok. Bir başarı durumu var ortada ama bundan da önemlisi iyi niyetler var. Yaşamında daha derin doyumlar var olacak. İş konusunda kafanı kurcalayan engeller bitecek ve sana ilk başta negatif gibi de gelse, bir uğraşın olacak. Yalnız kendi ilkelerinden vazgeçmemelisin. Varoluşuna olan merakın bu dönemde daha çok artacak ve kafanı kurcalayacak. Ayrıca tüm bunların yanı sıra, bu Aziz sıfatı bir evlenme merakının da göstergesi. Var olan enerjini gerçekleşmesi mümkün olan uğraşlara harcaman gerekecek. Eğer ki kişiliğine ters bir şey yapmadan, yaşamaya devam edersen, gelişecek olaylar seni mutlu edecek. Refaha, zenginliğe ulaşacaksın. Çünkü maneviyata yönelmeni gerektirecek bir durum var ortada. Ruhunu aydınlatacak ve inancını kuvvetlendirecek emareler var… Yeni bir düzene hazır olmalısın. Uyum gösterememe tehlikenle beraber, eğer ki inancın kuvvetlin ve dini geleneklerine önem vermeye devam edersen bu sorunun da üstesinden gelebilirsin.’
Or.’un gözleri parlıyordu. İlk kart hoşuna gitmişti. Kadın fiziksel olarak güzel sayılabilecek bir kadındı. Daha da önemlisi, taşıdığı mistik hava insana güven ve huzur veriyordu. Sıra ikinci karttaydı.
‘Page Wands… Evet, bu kart senin için kalbinin sesiyle eş bir kart. Yaşama enerjini artıracak yeni bir şeylerle karşılaşacaksın. Bir haber gelecek yakında sana. Eğer bir önceki kartta olduğu gibi inancı yitirmeden yoluna devam edersen, isteklerini yerine getirme de pek şanslı olacaksın. Ayrıca çok karamsarsın. Bu karamsarlıktan kurtulmalısın! Yaratıcılığın üst düzey bir seviyeye ulaşacak. Buna imkân bulacaksın. Kendini ifade edeceğin geniş bir alan var. Risk alabilirsen ve kendine güvenebilirsen, başaracaksın. Yalnızca bazı duygularını iyi kontrol etmelisin. Sevgini ve öfkeni çok çabuk tüketmemen lazım!’
Kadın üçüncü kartı açtığında, yüzündeki huzur veren ifade birden yerini kedere bırakmıştı.
‘Şimşekler çarpıyor. Yağmur değil, şimşekler ve kurtuluş yolu yok gibi görünüyor. Fırtınalı bir süreç… Bu yolculuğa katlanman lazım. Üç farklı kılıç. Bu üç farklı insan ya da hadise de olabilir ya da yaşayacağın, seni derinden etkileyecek, sarsacak bir olay var. Ancak seni derinden etkileyecek bu olay değil, duygularını bastırman gereken de bir süreç var. Aklını kullandığın zaman yüreğini hapseden şeyden kurtulabileceksin! Ayrıca sana acı verecek bir ayrılığında habercisi bu. Kalbine saplanan bu kılıçlar, sana bu ayrılığın da vereceği acının çok derin ve uzun süreli olduğunu gösteriyor. Zamana ihtiyacın olacak. Acı verecek bu ayrılığın ardından, yalnızlıkla dolu, gözyaşının bol olduğu bir denize ulaşıyor bu kılıçlar. Şimşek denizlere vuruyor. İnancınla beraber şüphelerinden kurtulacaksın. Seni yiyip bitiren şüphelerin denize karışıyor ve var olan bir hayat, daha bir hayat için kendini o denize bırakıyor. Korkarım bu karmaşa yalnızca seni değil, tüm bir çevreni, ülkeyi bile etkiliyor. Bu karmaşa içerisinde, siyasi çıkmazların olduğu bir gelecek de mevcut ve ruhun depresyonlara gebe.’
Or.’un yüz ifadesi de gülümsemeyle karışık bir kederden ibaretti. Kadın devam ediyordu. Dördüncü kartı açtığı zaman, şaşkınlığın büyüklüğü benim üzerimdeydi. Kadının az önce anlattığı deniz kartın üzerindeydi. Gözleri bağlı bir kadın ve iki kılıcı ellerinde dengelemekteydi. Kadın duraksamıştı: ‘Bu kart, evet…’ Bir an sustu. Söyleyeceği şeylerden korkuyor muydu yoksa sözlerini mi toparlıyordu, anlayamamıştım.
‘Evet, şimşeklerden sonra denize eren bir acı… Arkada yükselen ay ve kayalıklar… Bu süreç senin için tedirginlikler ve kararsızlıklarla dolu bir dönem olacak. Bu kart senin kaderin… Kılıçlar, dengelenmiş kılıçlar mantığının sınırlarını gösteriyor. Aslında kılıçların sonsuzluğu kesen bir tarafı da var ve bu kaderi biz göremiyoruz. Bu senin geleceğin… Ama deniz ve kayalıklar iç dünyanla alakalı. Denizden gelecek düşmanları kadından koruyan kayalıklar var. Sezgilere güvenmen şart. Bu bir uyarı ayrıca senin içinde. Karar verme aşamasındasın ve seçimlerini iyi yapmak zorundasın. Vereceğin karar öncesi iyi düşünmelisin. Gerçekleri görmezden gelemezsin. Olanlara gözlerini kapatmamalısın. Karar vermeden önce korkman, adım atmaktan çekinmen, çevrendekilerin uyarılarını dinlememen seni yenilgiye uğratabilir. İç sesini dinlemelisin. Sıkıntılarını içine atmaya, kimseyle paylaşmamaya devam edeceksin. Sakin görünüşünün altında savaşlar, gerilimli duygusal ilişkiler yatmakta.’
O an bir ses duymuştuk:’ Füsun hanım, Füsun hanım, telefonunuz çalıyor.’ Beşinci kart öylece masada bekliyordu. Falcı kadının ismi Füsun’du. Diğer dört kartı da destenin içine koyup ve beşinci kartı eline almıştı. ‘Bunu açmayacağım’ derken, ayağa kalkmış ve yüzündeki ifade korkuyla karışık bir gerilim ifadesiydi. Or., başını salladı ‘siz bilirsiniz’ manasında. ‘Bir işim vardı. Karşı’ya geçmem lazım. Kusura bakmazsınız, görüşürüz sonra’ derken, huzur veren yanı, telaşlı bir havaya bürünmüş ve biz de kadının arkasından kafeden çıkmıştık.
Moda’ya doğru yürürken, Or.’un sessizliği devam ediyordu. Ona bir şeyler anlatıyordum ama ne anlattığımı tam olarak ben de bilmiyordum. Derin bir düşünceye sarılıp, yürürken farklı bir dünyada olduğunu görebiliyordum. Falcı kadın Füsun’un söyledikleri üzerinde büyük bir etki bırakmıştı ama bu etkiyi söze dökecek takati de kalmamıştı.
Eve dönerken, Or.’un ağzından bu fal olayı üzerine bir söz duyamamıştım. Derin sessizliğini koruyordu. Metroya binip, oturduktan sonraya şöyle demişti:’ Herkes bir başkasının güzelliğini çalma derdinde!’
Eve girdikten sonra, çayı ben demlemiştim. Lirizmi yüksek, mırıldanırcasına bir yağmur sokağı ıslatırken, damlaların yüreğime serpildiğini hayal etmeye başladım. Or.’un bakışlarıysa hâlâ saplandığı mavi bir denizin kıyısında, derin bir ayrılık yarasındaydı.
YORUMLAR
Hım!...
Yazacak çok şeyimiz var aslında bu yazı ile ilgili.
Konusu itibarı ile,
çok benimsediğim bir tarz olmadığını belirtmeliyim ilkin.
Ne cinsiyet konularını işleyen yazılar, ne de fal konuları çok ilgimi çeken alanlar değildir.
Bu nedenle
yazıyı yarıda bırakma durumu da hasıl oldu ama,
yazarının mükemmel üslubu gerçekten bağlı bıraktı bakışlarımız bu güzel anlatıma.
Gerçekten hayran kaldım yazarın sunuşuna.
İnanılmaz güzeldi.
Çok akıcı, çok anlaşılırdı.
Hiç yorulmadan okuduğum ender yazılardan biriydi.
Kitap tanıtım kısımlarını biraz atladığımı,
yazarın kendi güzelliklerini daha çok beğendiğimi de yazmalıyım.
Beklediğimiz aksine,
cinsel eksende olmayan bu güzel dostluğa da hayran kaldım gerçekten.
Bu tür dostluklar hala mevcut demek yolunu şaşıran dünyamızda.
Son olarak;
sevgili yazarımın avatarına bir kaç sözüm olsun.
Clint Eastwood...
Çocukluğumun güzelliklerini süsleyen kovboy filmlerinin değişmez aktörü.
Hala,
filmi çıktığında televizyona, kaç kere seyretmiş olursam olayım kaçırmam, tekrar izlerim.
Ancak,
bu kadar güzel ve ciddi yazılar kaleme alan,
gerçekten bu işin erbabı bir kaleme,
bu avatar yakışmadı sanki.
Sanki,
gırgır, şamata bir şeyler yazılmış hissi veriyor.
İşin boyutunun çok başka olduğu,
yazıya daldınız mı ortaya çıkıyor.
Kutluyorum efendim.