- 390 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Bir Buruk Genclik Hikayesi 2
Benim motorun krank milinin yolda giderken kırılmasını saymaz isek, Şile gezisi çok keyifli geçmişti. Belki de son günlerde bana bir şeyler oluyordu, normalde daha elit yerler beni cezbederdi, ama o gün denize karşı kayalıklara oturup elimizde biralar ile, güneşin batışını izlemeyi, kara denizin hırçın rüzgarının tenimde dolaşmasını ve beni ürpertmesini ne çok özlediğimi fark etmiştim. En son, lise yıllarlında kaçardık arkadaşlarla Moda sahillerine. Sonra ne olmuştu da çok elit olmuştum, yükselip yükselip böyle kasıntı biri olup çıkmıştım bugünden bakınca geçmişe, hala bulamıyorum. Fakat daha çok yolun başında olduğumu o günlerden hemen sonra görmeye başlayacaktım. Bunaldığım zamanlar, hem unutmayayım, hem anlaşılmasın diye, Japonca anlatmaya çalışırdım hislerimi, yine bir şeyler gevelemiştim o gün, Şile’nin soğuk dalgalarına bakarken. Tekin kız arkadaşı Lamia ile bir köşeye çekilmişti, eh tabi, romantik görünüyorlardı, ama arkadaşlarımın ilişkilerinde hep bir şeyin eksik olduğunu düşünüyordum. Neydi o tılsım, o günlerde tam olarak ifade edememiştim sadece. Ama bugün çok iyi görüyorum ki, aslında gençliğimin aradığı sadece melankoliydi, fikirlerin çarpıştığı, akılların seviştiği, kalbin kanatlanıp uçmaya çalıştığı melankoli havası yoktu hiç birinde. Sadece birbirlerine bakıp bakıp sarılan iki kurmalı oyuncak gibi geliyordu o dönemlerde sevgili olan her çift. O akşam, güneş batarken onları uzun uzun izledim, Kyoto’dadaki maceralarım, Kaede, Sumi, Dai, Aiko, ve diğerleri geldi aklıma. Japon kızlarının çok ilgisini çekmiştim. Hiç yalnız kalamamıştım Japonya’da. Hepsini de kısa sürelerde bile olsa mutlu etmiştim. Onların dilini konuşmaya çalışan beyaz tenli genç ve paralı, dünya yansa yorganı olmayan genç bir adamı nerede bulacaklardı, ya da kaç kere karşılarına çıkardı benim gibi biri. Ben daldım gittim, arkadaşlar çıkardılar beni hülyalarımdan, birkaç kez tekrarlanınca bu, benim tadımın kaçtığını düşündüler ya da onlara uymadığımdan benden rahatsız oldular, sonunda dönüş yoluna geçmeye karar verildi. Karanlık basan, o dağ yolunda, kız arkadaşlardan birini bırakmak için, Gebze’ye doğru ilerlemeye başladık. O zamanlar kimseye diyememiştim ama, gün boyunca, düşünmeyi bırakmadığım tek şey vardı, Simya. Hep konuşmalarımız, tartışmalarımız, bakışmalarımız, kaset gibi başa dönüp dönüp duruyor, ne altımdan kayıp giden yola, ne de arkadaşlara dikkat ediyordum. Herhalde, Gebze’ye yaklaştığımız bir düzlükte, hızımı artırdığım sırada, motor stop etti ve makinenin dengesi birkaç saniyede bozuldu. Hepsinin arkasından gittiğim için mesafeyi açtığımı, hatta yalpalayarak durmaya çalıştığımı Burak dışında gören olmamıştı. Diğerlerin bunu görüp dönmeleri 10 dakika almıştı neredeyse. Ne yapsak Motoru çalıştıramadık. Ben, içlerinde en acemileri olduğum için hepsi kendilerini sorumlu hissediyorlar, akıl veriyorlar, motorumu biri bırakıp diğeri inceliyor. Cep telefonu tabii ki çekmiyordu. Bir arkadaşın çekici bulmaya gitmesi, diğerlerinin beklemesi, grup olarak dağın karanlıklarında motorların huzmeleri altında oturduğumuz çam dipleri, hepsi geçmişe karışmış gitmişti, halbuki o saatlerde, babamla evde saat kaçta karşılaşacağımı düşünmekten zamanın hiç geçmediğini düşünüyor ve düştüğüm duruma bunalıyordum.
Çok sonra, çekici geldi, motorumu çekiciye verdim, yatağından kaldırdığımız usta ile görüşüp, motoru oraya bıraktım, sonra taksiye güç bela atlayıp sabaha karşı üç gibi eve gelebildim. Babam çoktan uyumuştu, Halamı da Kur’an okurken buldum. Beni beklerken vaktini mi değerlendiriyordu ne? Babamın öncül fırçalarını ondan yedikten sonra, niye Japonya’dan kesin dönüş yaptığımı kendime sora sora yatağıma sürüklendim usul usul. İşin aksi gibi ertesi gün babamla ticaret odasının kahvaltısına davetliydik. Sabah, uyanamaz isem, babamdan işiteceğim azarları hayal ederken kapandı gözlerim. Ah o güzel gözler, kapalı perdelerinin ardında da o hırçın kızı görmeye devam etmişti…