- 381 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kurtuluşun Felsefesi 1
Bugünden itibaren yaklaşık 4 word sayfalık yazı dizimi diğer sitelerle aynı içeriği eş zamanlı olsun diye günlük iki bölüm halinde yayınlayacağım.
İstiklal Savaşı Öncesi Esnası Ve Sonrası Durumlara Kısa Bir Bakış 1
Bu gayret kurtuluşun felsefesini kavramadır. Osmanlı uyruğu olan milletler ne Fransız ihtilalini yaşamıştı, ne sanayi devrimini bilmiştiler, Ne de enikonu boyutuyla, süreçti anlamıyla, aydınlanmayı yakalamıştılar. Dolaysıyla Osmanlının bunları genç cumhuriyete enikonu miras etmesi, bu konuda genel tutumla doğrudan fikirci kadroları oluşturmuş olması, hemen hemen söz konusu değildi.
Sürece sonradan bakıldığında genç cumhuriyet, yaklaşık 130 yıllık kayıp zamanı; 10 yıla sındırmanın başarı ve dehasıydı da. Kurtuluşun felsefesine bakanlar bunları asla göz ardı etmemelidirler.
A-
1] ’İttihat ve Terakki Partisi bizi savaşa soktu da, battık’ denişle; bir tür söylemler kendi mantığı içinde, yaygın bir anlatımdır. Ama bu türden denişler, bir başka şekilde anlaşılışla da akamettir, verimsizliktir. Bu çeşitten fikirler, geçmişteki bir olguyu ya da olguları, kendi bağıntılarından koparışla; süreci vesile bir durum üzerinde abartmanın, genelleştirilir biçimde, yanılan yanıltan kılınışla, söylenilmesidirler.
Bu kabilden abartılı söylemler, Osmanlı gibi köhnemiş bir yapının kendisini kendi enkaz gücüyle sürükleyen kinetik enerjisi vardı. Bu sürüklenişte sürer olanın bitişi sırasında ve yeni başlangıcın öncesinde oluşla; alınması gereken roller vardı. Sosyo toplumsal yapılardaki yönetsel olucu koşul ve aktörlerin, belirimce olan tayin ediciliklerinin, iyi tespit edilememiş olmasından kaynaklıdırlar.
Bu kabilden abartılı ve mistik söylemlerin uzantıları olanlar, tarihsel yasalara bağlı süreçlerin pek çok iç aktifliklerinin, her zaman kendi değerleri içinde olan uygun aktörlerince oynanamadığının ciddi ciddi görülemeyişidirler. Ki bu türden söyleşilin oluşlardaki en temel yanılgılar da buralardan çıkarlar. Bu yanılgının bir yanı da bağıntıl süreçler tarihini bir kişiler tarihi gibi görmenin, bir yöneticiler tarihi gibi algılama ve algılatmalarla tarihi bir krallar tarihi sanmaların dar görüşlülüğüdürler.
Osmanlı gibi sırf kinetik enerjili hızıyla sürüklenen yapılar da, kaçınılmaz sona gidişte es kaza; savaşlar kazanılsa da; rol, en iyi aktörlerce oynasa da; bu türden sona gark olmak, mukadderdi. Mevcut yapı korunamazdı. Yapının içi Fransız ihtilalinden epey sosyalce argümanlarla şişmişti.
Yine Fransız ihtilali yeni yeni ivmeler kazanan, geleceğin belirleyicisi olan toplumsallık fonksiyonlu dağılım; güncel sanayileşmeyi ve bunun kurumlaşmalarıyla yeni kurumlaşmanın eski kurumlarla olacak entegrasyon sıkıntıları vardı.
Böylesi bir argüman Osmanlı gibi yapılara üç kat hacimle eşit bir maliyetiyle yapıyı büyütüyordular. Bu hacim artışının muhafazası olan yüzey gerilimi; böylesi argümanın üç kat artışına karşı yüzey gerilimi iki kat kapsayıcı kılıf bile olamıyordu. İşte bu iç hacimle yüzey arasındaki bu farklı gerilmeler nedeniyle imparatorluk doğum yapıp parçalanacaktı. Bunu görüp, bunu bilip, buna göre önlemler alan özneldi yetenekler tarihin seçeceği dehalar olacaktı.
Böyle olunca kurum ve kuralları ile doğumunu yapıp yeniden yapılaşmadan da, bu tür yapılar kalıcı olamazdı. Eski, ölmeyince yeni yerini alamazdı. Eski oluşla travma geçirmeniz kaçınılmazdı. Yapı kendi kendine dönüşemezdi de.
Eski sosyal yapı içerisinde oluşan, yeni ve gelişmeci dinamikleriniz eski olanı, bir nevi kanserleşmiş hücreler gibi algılayıp ona saldıracaktırlar. Ya da eski yapı yeni toplum dinamiklerinizi, sapkınlık olarak görür. Ona yeni gelişmelerin dinamikleri üzerinden değil de, sosyal değerler üzerinden saldırırlar. Tek kelimeyle söyleyecek olursak eskinin; “din elden gidiyor diyen” sosyal dil boyuta indirgenmiş, yeniyi böylesi sosyal anlamaya tercüme eden bilmezlik yapısıyla, hesaplaşmaya gidilmeliydi.
Bir konuyu detaylı bilmek demek; tarihte bir şeyi genel kavranışıyla bilir olanlarına göre, pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Bu tıpkı Avusturya Macaristan veliahdının öldürülüşünü, Birinci Dünya Savaşının, bu yüzden çıktığı bilgisini, biliyor olmak gibi konuyu detaylı bilmek; kısmen bom boş bir anlamadırlar. Avusturya Macaristan Veliahdı öldürülmese de 1. Dünya savaşı zaten çıkacaktı, vesilesini arıyordu.
Vesile neden belki çıkacak olanın kıvılcımlaşmasını biraz öne alan çıngıydı. Tıpkı ’İttihat ve Terakkiciler bizi savaşa soktu da battık’ denmesindeki gibi afakî ve yüzeysel bir hamlıktır bu. Bu tıpkı, birkaç gün içinde doğal yolla ölümü gerçekleşecek olan, kendisinden ümit kesilmiş bir kronik hastanın; insanı yatağa dahi düşürmeyecek olan bir gribal enfeksiyon yüzünden; üç gün önce ölmesi gibidir.
Çünkü Dünya’nın, yeniden ve yeniden otomasyonlarla seri ürettiği mallar; her gün yeniden ve yeniden pazara çıkmak, yeni pazarlarla sürekli sürümünü sağlaması gerekiyordu. Kapitalist çark içte kapalı oluşla asla dönmüyordu. Merkantilizm iflas etmişti. Çark başka türlü dönmüyordu. Yepyeni bir sanayi ürünü olan mallar; yeni pazarlar bulmayı gerektiriyordu.
Teknolojik üreten rakip ülkelerin, pazar ülkelerini egemeni olarak yeniden ve yeniden paylaşım siyaseti ortaya çıkmıştı. Tüketim fazlası malı ihraç etme eğilimi savaşın için temel nedeniydi. Malın dış ticaret sirkülasyonuyla yeni yeni pazar ülkeleri bulmak savaşın birincil dış nedendirler. Osmanlı yapısının bu tür pasif ve hantal edilgen girdilerle şişip hacim yüzey gerilmesi nedeniyle doğum yapan yapının parçalanma kavgalarına dönüşmesi de yapının kendi içindeki temel ve birincil iç nedendirler.
Vaka olarak, elbette ki; her iki olguda; gerek Avusturya-Macaristan veliahdının öldürülmesi, gerekse Terakkicilerin bizi savaşa sokması, bahane neden oluşla doğrudurlar. Ama dağılmayı buna bağlamak bilmezi bir aydın savıdır. Sanki Osmanlı ilk kez mi savaşa giriyordu? Bildiğim kadarla 35 savaştan 18. Kaybeden Osmanlı, her yenildiği savaşta dağılmıyordu da sırf savaşı kaybettiren ittihatçılar oldu diye mi, Osmanlı dağılmıştı? Bunlar tarihi ve tarihselliği bilmezliktirler. Konjonktürü okuyamamaktır.
Konjonktür Osmanlıdan yana eserken yenilgiler Osmanlıda çentik bile açamıyordu. Aksine galiplerini bile Osmanlı karşısında çökertiyordu. Sözün özü dağılım öncesi vesile nedenler de süreçle, süreç içinde oluşmuş durumdurlar. Ama vesile neden temel olmayan bahane sebeptirler.
Her zaman olguların önünde vesilelerle, ana nedenler bir arada vardırlar: Gerek İttihatçı Hükümetin bizi savaşa sokması gibi vesile nedenlerle, gerek Avusturya Macaristan veliahdının öldürülüp 1.Dünya Savaşı’nın bu vesilesi nedene bağlanması örnekleri, bu kabil vesilece nedendendirler.
Ama tarih bilinci olarak, önümüzü görmek ve güven içinde geleceği plânlar olmamız için de, bu türden bilmezliklerimiz de bizde; tam bir körlük saplantısı yaparlar. Bu tür anlayışlar, iz azdırıcı ve gerçeği saptırıcı söylemdirler de. Örneğin; Kenedi (ABD başkanı da) de; Olef Palme (İsveç başbakanı da) de; tıpkı Avusturya-Macaristan veliahdı gibi suikastla öldürüldüğü halde, bu vesilece nedenler; hiç de savaş nedeni olamamıştırlar. Nedendi dersiniz acaba?
Çünkü Dünya konjonktürü ufkunda, böylesi ağırlıkla birikmiş, savaş koparacak denli ana neden henüz ortada yoktu. Bütüncül bilgi, sistematiğini kavrar olamadan bu kabil yetersiz ve yanlış uslamlamalarla yapılan analizler, sağlıklı olamazlar. Bu tür yanlış sanı sal ileri sürüşlerle, öz sel gerçeğin anlaşılması daima ketleştirilir. Bu gibi analizler, araya karşı devrim denen, tutuculuk sürecine değin düşünceleri monte etmekten başka, hiç bir işinize de yaramazlar.
Değilse İttihat ve Terakki’nin bu anlamda, haklı olacak, savunulur tarafı elbet olmayabilir. İttihatçıların durumu, sadece o anın okunamayan bilinmezliğiyle, o günün, Dünya konjonktürünün, heyecansız oluşla ve salimlikle değerlendirilmez oluşunun imlemesi vardır. Ama bu dahi bir vesile nedendir. Ve
Osmanlı o günün dünya koşullarını kendine özgü somut iç koşullarıyla yanlış kanılara bezedi. Süreci toprağa değin kaybedişlerin tekrar ele geçirilmesinin fırsatı gibi okumuştur. Yani ittihadı hareket bu bağlamda itibari olan politikalara yönelen öznelce kaybedişlerdir. Konjonktürse diplomasi kayıpları da koşulların hep iyi biçimde değerlendirilememesinden ötürü iç öznel nedenlerle vesile neden, sürece çığlama yaptırmıştırlar.
Osmanlı fikir adamı yetiştirmekten çok ümmeti mantıklı, hanedan sevdalı vatan sevgisi olan insan tipine daha ağırlık vermişti. Bu nedenle vesile nedenlilerin tutumları konjonktüre kavranıştı değil de özneldi bağlamda fazlaca fevri ve heyecanlı oluşla maceracı ve fazla hırslı oluşla devam etmenin sonu dramatik olacak süreçleri, amaç yapmanın bir tavrıydı da.
Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşına girer oluşlarında ve savaşa girişteki her bir rol üslenişleri içlerinde Osmanlı ittihatçılarının vesile neden olmalarını bir an görmeyelim. Bu kabil hantal ve kendisinin iniş aşağı olmanın kinetik enerjili hızıyla sürüklenen Osmanlı’nın başında Fatih Sultan Mehmet’te olsaydı, hükümetler sadece şu birkaç nedenler yüzünde bile savaşa girecektiler. Ya da Osmanlı’yı gayri ihtiyari de olsa, savaşa sokacaktılar.
İttihat ve Terakki’nin savaşçı yaklaşımı olmasa dahi, ittihat ve Terakkiciler savaşa girmenin iradesini hiç göstermeseler bile, Osmanlı bu savaşta olacaktı. İşte şartlarıyla oluşmuş bu atmosferin iç saltanatçı ve eski itibari günler özlemci ligini duyan içteki ve dıştaki öznel olucu yaklaşımlar süzgeci; bu gibi ittihatçı, heyecanlı yapıları seçip, ortaya koyacaktılar. Daha açığı Atatürk gibi güncel fikri donanımları olanları eleyeceklerdi. Atatürk’ü güncel nesnel doğal süreçle vatan sevgili öznel iç öz hareketli süreç seçecekti.
Bir örnek verelim. Savaşın ana akım tarafı olan Alman öznelce seçimi; savaşa karşı olan Mustafa Kemal’i değil de, bu alanda heyecanlı olan Enver Paşa’yı seçecekti. Gazi, Alman emperyalizminin bu öznelce seçilim şartlarına denk düşmeyecekti!
Ve savaş dış şartları gidişine uygun iç öznellikler, seçme eleme kriteri ilen ortaya çıkartılacaktılar. Ortaya çıkan bu vesile kişiler, adeta sürecin içinde sürüklenecektiler. Her sürüklenmeyi kendi iradeleri oluşun bir meşakkati gibi görecektiler.
Aslında bu durumdaki yapı, öznel etkilerin güncelleyişleri ile zamanında dönüşemeyen ve dönüşemez olan inovasyon yapamayan bu yapının tarihsel benzerlik dağılımı da ittihatçılar gibi vesilesiler elinde dağılmasının gerekliliği olan amacına da pek uygundurlar!
Dağılmakta olan yapı Mustafa Kemali seçemezdi. Zaten Mustafa Kemal’de bu gidişe cevap olaraktan da kendilik ortaya çıkamazdı. Dağılan yapı böyle bir diyalektiği değil, parçalanmanın diyalektiği eğilimli olanları seçecektir. Bu nedenle Mustafa Kemal’in hareketleri dağılan yapıya göre saçma ve fevri oluşla kalmak zorundaydı. Ama Kurtuluş Savaşı arifesinde de Mustafa Kemal bu şartlara büyük oranda uygun düşecekti.
Sürecek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.