SIKINTI
BİRİ ANLATIYOR
Bütün diğer şehirlerde olduğu gibi, uzun yıllardır kalmakta olduğum kuzeyin bu küçük şehrinde, yılbaşı hazırlıklarının başladığı bir zamandı. Caddeler her zamankinden biraz daha fazla hareketlenmiş, büyük mağazalardan en küçük vitrine kadar hepsi çeşitli süslemeler, parlayan lambalar renkli yıldızlarla donatılmış, müşteri çekmeye çalışıyorlardı. Bunların yanı sıra, ısınmak için, büyük mağazaların giriş kapılarının önünde, havalandırma sistemlerinin kirli sıcak havayı dışarı atan çıkış deliklerine yakın oturmuş dilencilere de rastlanıyordu. Havanın oldukça soğuk olması nedeniyle, hemen hemen herkes kışlık eşyalarını giyinmişlerdi. Çocuklar, elleri eldivenli, boyunlarında tüylü atkılarıyla dikkati çekiyorlardı. Arada bir kar yağıyor, bazen güneş bulutların arasına giriyor, güneş yeniden çıktığında gözalıcı bir parlaklık oluyordu. Bütün bu görüntüler ve insan kalabalığı, belli bir sıcaklık yansıtıyor gibiydi.
Onaltı yaşımdayken, bu şehre bir akrabam getirmişti beni. Daha hemen aynı yıl içerisinde bir tekstil fabrikasında -işci yardımcısı- olarak çalışmaya başlamıştım.
Sonra... Uzun yıllar boyunca, değişik fabrikalarda çalışmaya devam ettim. Yağlı, zehirli, tozlu, ağır ve pis işlerde, akort sistemlerinde, gece vardiyelerinde hilfsarbeiter olarak çalıştım.
Değişik iş yerlerinde çalışma sırasında zaman zaman yönetici ya da ustabaşı tarafından azarlanmak, tehdit edilmek gibi küstahlıkları da sıkça görmüş ve yaşamıştım. Hemen hemen çoğu fabrikadaki işleyiş aynıydı. Bütün bunlara uzun yıllar boyunca katlanmıştım. Artık kendimi hem fiziksel hem de ruhsal olarak yıpranmış, güçsüz ve yorgun hissediyordum.
Bu düşünce, gittikçe omuzumda bir yük gibi ağırlığını hissettiriyordu bana.
En son çalıştığım fabrikanın kapanmasıyla birlikte, bir çoğu gibi ben de işsiz kalmıştım. Ondan sonraki zamanımın büyük bir bölümünü şehirde boş dolaşarak geçiriyordum.
Sonra... biriktirmiş olduğum az bir şey parayla, en iyi, en akıllı, en güvenilir bildiğim bir arkadaşımla beraber kendi işimizi kurmak için, belki de az bişey zengin olabiliriz umuduyla giriştiğimiz bir kaç iş de tutmamıştı. Hem paraları kaybetmiş, hem de moralim oldukça bozulmuş, umut kırıklığına uğramıştım. Hatta bu küçük iflastan dolayı arkadaşıma kırgınlık duyuyor ve biraz da onun yeterli gayret göstermemiş olmasına bağlıyordum bu durumu. Onun da benim hakkımda aynı şeyleri düşünüyor olabileceğini tahmin ediyordum. Diğer yandan epeyce de borçlanmıştım. Alacak olduğum işsizlik parasının bir kısmı, uzun yıllar boyunca banka borcuma kesilecekti. Bundan böyle, zengin olmak için bir daha hiçbir girişimim olmayacağını şimdiden biliyordum.
Uzun zamandan beri hem işim hem de uğraşacak bir şeyim yoktu. Neredeyse her gün şehre gidiyordum. Mağazalara girip çıkıyor, kalabalık caddeleri dolaşıyordum. Şehrin bütün caddelerini iyice tanıdığımdan kendi kendime, “ben bu şehri gözü kapalı halde dolaşabilirim” diyordum.
Aslında ne bu şehri seviyordum ne de bu şehirde gezmeyi. Yine de her gün bu şehirde dolaşmayı sürdürüyordum. Noel ve yılbaşı nedeniyle içimde en küçük bir sevinç kıpırdamıyordu. Şehirde, mutlu mutsuz o yüzleri, kendi kendine konuşanları, dilencileri, elinde şişeyle içerek gezenleri sıkça görüyordum.
Dilencilerin bazılarının yanında köpekleri de vardı. Bu köpekler, hemen hemen aynı halsiz ve hasta görünümlü, hayatlarından bıkmış gibi bir halde olurlardı. Köpekli dilencilerden bazılarının küçük bir kartona, “Köpeğim ve Benim İçin” diye yazdığı da görülürdü. Bunlar, diğerlerine göre az da olsa daha şanslı sayılırlardı. Toplumda köpeğe küçümsenmeyecek kadar ilgi vardı. Bu yüzden bazıları köpeğe acıdığından ya da sevmek okşamak için bir kaç kuruş da atıyordu.
Artık bu şehirde yaşayan yarı delileri, sarhoşları alkolikleri iyi tanıyor sayılırdım.
Bazen, şehirde yakında kimlerin kafayı yiyeceği hakkında kendi kendime tahmin bile yürüttüğüm oluyordu. Girip çıktığım yerlerde kimin ne kadar içtiğini, ortamın tanımıyla kimin kafayı yediğini veya yiyeceğini de duyuyordum. Duyduğum o kadar çok şey vardı ki. Bazıları, birbirlerinin ardından “o kafayı yemiş, onu boş ver, o artık yolcudur“ diyorlardı. Benim hakkımda da birilerinin benzeri şeyleri söyleyecekleri belliydi. Bu düşünceden pek de rahatsız oluyor sayılmazdım.
İçme işine gelince: Her gün olmamakla birlikte çok sık içiyordum. Aslında neredeyse her gün içiyordum da, yine de ben kendimi her gün içiyor görmüyordum. Bunu böyle kabul etmeye kendimi zorluyor, bunda ısrarla diretiyordum. İçtikçe acım artıyordu. Acı arttıkça daha fazla içiyordum. Kendime acıyordum. Hem kendime acıyor, hem de çok zavallı buluyordum kendimi.
Bazen bu halime ağladığım da olurdu.
Kendime geldiğimde, “bir yol bulmalıyım, bir çare bulmalıyım bu duruma, bu böyle devam edemez. Böyle devam edersen ölürsün” diyordum. Bazen bunları sokakta farkında olmadan da söylüyordum kendi kendime. Bazen de odamda sesli olarak, ayakta ya da oturarak bir tiyatro oynar gibi oynuyordum.
Sonra bütün bunları nasıl yapacağımın planlarını kuruyor, yeminler ediyordum onları hayata geçireceğime. İçim sevinçle doluyor, adeta mutluluktan uçacak gibi oluyordum. Hafifliyor, her şeyin iyi olacağı hayaline kaptırıyordum kendimi. Bütün bu hayalleri gereğinden fazla abartıyordum. Böyle zamanlarda mutluluk üzerine, aşk üzerine, şiir yazdığım da oluyordu.
Akşam olurken her şey silinmiş gibi yok oluverirdi.
Sonra, hiçbir şeyden rahatsız olmamaya, kayıtsız kalmaya çalışırdım.
Gelecek hakkında ise kesin bir şey yoktu.
Her şey belli belirsiz, dumanlı sisli gibiydi.
Şehirde öyle amaçsız dolaşırken, bazen değişik bir tip gördüğümde yavaş yavaş peşinden gittiğim de olurdu. Çarşıda ara sıra siyah tenli bir kadına raslıyordum. Kadının nereli olduğunu bilmiyordum. Duyduğum kadarıyla bu kadın, zamanında bu şehre bale öğretmeni ve opera sanatçısı olarak gelmişti. Ama bugün, yarı deli gibi dolaşıp, elinde şişe sokaklarda içerek gezmekte. Böyle bir yaşama ne zaman ve hangi nedenle başlamış olduğunu bilen yoktu. Bu yaşama rağmen bu kadının böyle güzel, şık giyinmesi, bir kaç değişik lisanı ustaca kullanması şaşılacak şeydi.
Söylentilere göre bu kadın zamanında şehir tiyatrosunda “Bir Numara” imiş. Gazeteler hakkında çok övücü yazılar yazarmış. Başka bir söylentiye göre ise, o zamanlar şehrin belediye başkanı, siyah tenli bu kadın için, “böyle büyük bir sanatçının şehrimize gelmiş olmasından gurur duyuyoruz, şehrimize yaptığı kültürel katkılardan dolayı kendisine, halkım ve kendim adıma çok teşekkür ediyorum“ diye açıklama da bulunmuş deniyordu.
Bu kadın, bazen yolda yürürken birden duruverir ve operadan bir aryayı söylemeye başlardı. Kadın her defa gayet şık giyinir ve güzel olurdu. Aryanın ardından kendi kendine konuşur, değişik dillerde bir şeyler anlatırdı. Almanca’yı da eksiksiz biliyordu.. O an çevresine bir çok insan birikir, onu seyrederdi. Fazla yaklaşmaya da çekinirlerdi. Çünkü, kadın canının istediğine sorular sorar ve konuşurdu. Açık ve rahat konuşmaktan çekinmediği, korkmadığı da belli oluyordu. Bir keresinde çevresine birikenlerden kucağında köpek taşıyan genç bir bayana: “Heyy sen! Sana diyorum güzelim! Sen hiç çocuğunu ya da anneni, köpeğini okşadığın gibi okşuyor musun“? demiş, ardından da, ha ha ha diye gülmüştü.
Yine bir başka gün, sokakta çevresine birikmiş kalabalığa uzun uzun Almanca konuşmuştu:
“Ahh, güzel Heimatlı2 insanlar“ diye konuşmaya başlamıştı:
“Sizi eğlendirebildiğime seviniyorum.”
Bunları anlatırken ara sıra gülüyor ve sağa sola dönüyor, biraz da sallanıyordu.
“Ah, sizin Heimat ne de düzenli bir yer böyle. Ahh, ha ha ha... Her şeyinizin düzenli yürüdüğü yüzlerinizdeki mutluluktan belli. Yüzleriniz ne de mutlu. Hı hı hı... pardon, güldüğümü bağışlayın.. Ah, güzel Heimatlı iyi insanlar. Her şeyde olduğu gibi, Pazar günleri kiliseye de düzenli gidiyor ve Tanrı’dan günahlarınızın affını dileyip, hem vicdanınızı rahatlatmış oluyor, hem de iyi kalpli papazı yalnız bırakmayıp onu menmun ediyorsunuz, değil mi? Kilisenin bağlı bulunduğu şirkete aidatlarınızı düzenli ayın biri ile üçü arası ödüyorsunuz. Arabalarınızı çok düzenli park ediyor, çizgiyi hiç geçmiyorsunuz. Bütün çizgileri memnuniyetle kontrol ediyorsunuz. Ucuz haber gazetelerini düzenli alıp okuyor, hem de kolayca inanıyorsunuz. Sorulunca, kafanızı sağa sola sallayarak ’he he he?’ diye kurnazca gülüyorsunuz. Komşularınızla aranızda ufak tefek sorunlar olsa da, örneğin, köpek havlaması, çocuk bağırması, arabayı düzgün park edilmemesi veya bahçenizin kenarına astırdığınız, “Buraya Girilmesi ve Çocukların Oynaması Yasaktır!” levhasına aldırış etmeyen mahalleniz çocuklarının toplarını almak için sık sık bahçenize girmeleri yüzünden mahkemelik olunsa da, siz, yine de komşularınızın neler yaptıklarını, ne düşündüklerini, kimlerle beraber olduklarını, geleneksel bir sorumluluk anlayışıyla düzenli kontrol ediyor, önemli olanları not bile alıyorsunuzdur... Ah, ne mutlu bir yaşam... ha ha ha. Pardon... Kahve derili insanların ürettiği muzun ve kahvenin fiyatlarının düzenli düşmesi de sizi çok menmun ediyor değil mi? Çocukların hayalleriyle ruhlarıyla dokunmuş Kaşmir ya da Pers halılarının üzerine oturmaktan da hoşlanıyorsunuz. Bu Heimat’ta her şeyler, gittikçe daha düzenli, çok düzenli, derken en düzenli hale gelene kadar her şey böyle devam ederse? Sonra, sıra Dünyayı düzeltmeye kadar varacak mı?... Ahh güzel Heimat‘lı insanlar! Bu heimat’ta, her alanda bütün yaşantı, bir uçtan öbür uca kadar çizgilerle paragraflarla düzenlenmiş... Bundan da gururlanmanızı anlıyorum.
Üzülmeyin, ben Zenci değilim, yüzümü siyaha boyadım... ha ha ha ha... “
Kadın, çevresine birikenlere her istediğini söylüyodu. Kimse ona cevap vermiyor hatta kızıyorsa da kızdığını belli etmiyordu. Ara sıra bazıları kafasını sağa sola sallayarak kendi kendine, ne ne ne ne diyerek oradan uzaklaşıyord.
Başka bir gün, yine şehirde kalabalığın içinde ne yapacağımı bilmeden öyle dolaşırken, genç bir adamın durumu dikkatimi çekmişti. Kalabalığın içinde serseri gibi yürüyordu. Aslında ben de kendimi bir serseriye benzetiyordum ama bunu kimseye söylemiyordum. Adam yürürken, hiçbir şeye bakmadan, bir yere girmeden ve çok yavaş, hatta sallana sallana gidiyordu. Sağ ayağından biraz topallıyordu fakat bu belli olmayacak kadar silikti. Yinede ara sıra çok ağrıyormuş gibi yapıyor ve dinlenmek için iki dakika kadar öbür ayağının üzerinde duruyordu. Yüzüne bakılırsa yaşının ancak yirmi üç ile yirmi beş arası olduğu söylenebilirdi. Dalgın ve karışık bir yüzü vardı. Üzerindeki uzun siyah mantonun önü açık, boynunda atkı ve bir de başında eski moda şapkası vardı. Haline bakıldığında oldukça yorgun, hatta bitkin bile denilebilirdi.
Genç adam, etrafında olup bitenlerden habersiz, içinde bulunduğu kalabalığın bile farkında değilmiş gibi hiç kimseye bakmadan, ilgisizce yürüyordu. Doğrusu biraz tuhaf görünen bu hali bende merak uyandırmıştı. Saatim olmadığından ne kadar zamandır arkasında dolaştığımı bilmiyordum ama en az bir saat kadar olduğunu tahmin ediyordum. Bu adam sersem gibi yürüyerek geniş bir alana ulaştı. Açlığımı ve yorgunluğumu da unutmuştum. Büyük pazar alanındaki kilisenin saatine baktığımda saat 15.20‘yi gösteriyordu. Bu geniş alan her zamankinden daha da kalabalıktı. Burada Noel pazarı kurulmuştu ve hediyelik eşyaların yanı sıra yiyecek içecekler de satılıyordu. Örneğin, domuz sucuğu gırili ve sıcak şarap kokusu her tarafa yayılmıştı. Hatta ilk defa Almanların yanı sıra Alman olmayanların da küçük barakaların içerisinde bir şeyler sattıkları görülüyordu. Evet, bu ilk defaydı. İlk defa Alman olmayanlar da bu şehirde yılbaşı pazarında görülüyordu.
Hava çok soğuktu ama açık ve güneşliydi. Güneş gümüş gibi parlıyordu. İnsanların soludukları nefes buhar gibi havaya yükseliyordu. Diğer yandan müzik ve sohbet sesleri de etrafa yayılmıştı. İçimde hafiften, sevince benzeyen anlamsız kıpırdanmalar oluyordu.
Genç adam bu yere tesadüfen gelmiş olmalıydı. Önce etrafı değişik bir şekilde süzdükten sonra, yiyeceklerin olduğu bir yere yanaştı. Orası Yunanlıların yeriydi. Aramızda ancak beş altı metre mesafe vardı. Ben Portekizlilerin sergisinde duruyordum. Adam, önce pastaya benzer bir şeyler aldı ve yutar gibi yiyiverdi. Parasını cüzdandan değil de pantolonunun cebinden çıkarttığı avucunun içindeki bir yığın paradan seçerek verdi. Hemen ardından küçük naylon bardakla Yunan konyağı aldı ve bir dikişte içti. Satıcı güzel bir bayandı. Tekrar isteyip istemediğini sordu, adam başıyla onaylayınca hemen ikincisi geldi...
Kalabalık gittikçe artıyordu. Orada bulunanlardan bir kısmını tanıyordum. Fakat, arada bir zorunlu selamlaşmaktan başka kimseyle konuşma isteği duyduğum yoktu. Bu ara bir şeyler de yemiştim ve Portekizlilerin, küçük plastik bardaklarla sattıkları konyaktan epeyce içtiğimi sanıyorum. Fakat böyle, sonunun nereye varacağını bilmeksizin içmeye devam etmemi de anlamıyor, kendi kendime “bu yaptığım, kendime karşı, hiç de az saylmıyacak kadar büyük bir saygısızlıktır ve ben bunun farkındayım“ diye düşünüyordum.
Bu ara yanıma, orta boylu çok zayıf ve bakımsız, mutsuz yüzlü bir genç geldi. Bu genç kişiyi de görüşten tanıyordum. Ara sıra şurada burada rasladığım zaman ayak üstü bir şeyler konuşurduk. Hatta ben o genç adamı nasıl tanımış olduğumu bile unutmuştum. Beni gördüğüne sevindiği anlaşılıyordu. Siyah saçlı (saçının arkası uzun ve bağlı), siyah bıyığı olan bu genç adam, çok da sigara içiyordu. Neredeyse birini atıp birini yakıyordu. Dikkati mi çeken bir başka şey de, ayağındaki kovboy çizmesiydi. Kahverengi, işlemeli, kaliteli bir deriden olduğunu sandığım bu çizme, dikkatli bakıldığında pek de ucuz bir şey olmadığı anlaşılıyordu. O sıska vücudunda oldukça büyük ve kaba gözüküyordu. Sıkıntılı bir şekilde konuşmaya başlayan mutsuz yüzlü genç adam, o hafta gece vardiyesinde çalıştığını, bu gece de yine işe gitmesi gerektiğini, aslında bu işe hiç de isteği olmadığını söyledi. Bir de, “bu gece vardiyesi insanı çok yıpratıyor“ diye yakındı. Bana, daha önceki karşılaşmamızda da az bir şey bahsetmiş olduğu bir mesele üzerine benimle konuşmak istediğini söyledi.
“Çok erken yaşta evlenmiştim” diye başladı mutsuz yüzlü genç adam. “Evlilik yürümedi işte. Bu çok uzun bir mesele. Korkmayın, elbette size bu ayrıntılar üzeri bir şey anlatmayacağım. Neyse... Kadından ayrılalı bir sene üç ayı geçiyor. İki de çocuğum var. Mahkemenin verdiği karara göre, kadın bana çocukları göstermiyor. Çoktan beri çocukları göremedim. Yeterli param olmadığı için de avukata gidemedim. Karımın avukat parasını ise devlet üslendi.
Bana daha sonra mahkemeden gelen yazılı bir uyarıda ise, eski karımın ve çocukların oturdukları eve yakın yerde görünmem dahi yasak edildi. Ben bunun neden böyle olduğunu bile anlamadım ama doğrusu buna çok içlendim ve üzüldüm. Eğer yeterli param olsaydı, bu haksızlığa karşı avukat tutar dava bile açardım. Bir de kazancımın yarısını kadın ve görmediğim çocuklar için kesiyorlar. Bu yüzden, hem geçinmem zorlaştı hem de kafam karıştı. Kendime, ‘ben bu kadın için mi çalışacağım?’ diye soruyorum. Bu sebepten dolayı ileride işten ayrılmayı düşünüyorum. Kafam bu ara hiç de aydınlık sayılmaz...” diyordu.
Ben onun anlattıklarını tam da dinlemiyordum. biraz dalgın çevreyi seyrederken kendi kendime, “bu içme işi de ne oluyor? Ne bok varsa böyle içiyorum? Yazıklar olsun sana. Daha iki gün önce kendimi bilmeyecek kadar çok içmemiş miydin? Yatağın üstüne kendimi attığım sıra elbisemi ayakkabımı bile çıkartamamış olduğumu, sabah uyandığımda yatağa kusmuş olduğumu görmemiş miydim? Oda kokmuş, bir de şu başım patlayacak gibi ağrımamış mıydı? Sonra kendi kendime yemin ederek, en az bir ay ağzıma hiç içki koymayacağım diye söz verip de, eğer içersem, yeryüzünün en şerefsiz insanı ben olayım dememiş miydim?“ diye kafamdan geçiyordu. Arada bir, onun devamlı anlatmakta olduğunu duyuyordum.
"Bu gidişle her halde ben bu kadını öldüreceğim” dedi. Bir de, ben “istemiyorum“ dememe aldırış etmeden bir taraftan içki getirip içmemi söylüyor, diğer yandan ise anlatmayı sürdürüyordu. Ben ona içki istemediğimi ısrarla söylesem de, getirdiği içkileri içiyordum. Arada bir ben de ona, elbette kendime de içki alıyordum.
Mutsuz yüzlü genç adam, bazen içten gülüyormuş gibi hafif bir gülümseyişle gülüyordu. Kanada‘da bir amcasının yaşadığını, kendisi isterse onu, Kanada’ya yanına aldırabileceğini mektupta belirtmiş olduğunu anlattı. Bana “siz bu işe ne dersiniz“? diye sordu. Ben de ona, “burada kalıp da hapse girmektense, Kanada‘ya gitmenin belki daha doğru olabileceğini söyledim.” Bana, “Evet, çok haklısınız, belki de en iyisi uzağa gitmektir“ dedi. “Ama, yine de bunu iyice düşünmeliyim. Bu kadın benim aklımı karıştırıyor. Şimdi, bir de arkadaşı varmış. Hem de o kişi, benim eski bir arkadaşım. Bunu duyduğumda çok şaşırdım. Ben bu işi nasıl anlarım? O eski arkadaşım geçmiş günlerde bize çok sık gelir giderdi, birlikte yemek yer sohbet ederdik... Bunların ikisini de vuracağım. Zaten gözümde hayatın değeri kalmadı.
Böyle şeylerin size göre olmadığını biliyorum, ama yine de bunları olduğu gibi size anlatmalıyım. Size göre, böyle durumlarda haklılık diye bir şey söz konusu olamaz. Size göre, aslında kimsenin kimse üzerinde hakkı yoktur. Sizin düşüncenize göre, böyle bir davranış, insanın kendini Tanrının yerine koymasıyla aynıdır. Ne o, şaşırdınız mı bunları söylediğime? Belki hatırlamassınız ama, bu sözler sizin sözleriniz. Bunları sizinle daha önceki ayaküstü sohbetlerimizden hatırlıyorum. Bunlar güzel sözler, kolayca unutamazdım dedi. Ama, sizin düşüncenizi doğru bulmam da, aynen öyle davranacağım anlamına gelmez. Hem sonra doğru şeyleri düşünmek, bilmek bir başka, yaşam içinde onları yaşamak yine bir başka şey değil mi? Bir de doğru, yine her kişiye göre değişiyor. Her insanın kabul edebileceği ortak bir doğru neredeyse yok sayılır. Öyle değil mi?
Biliyor musunuz? Bana göre, düşünmek herzaman en kolay olanıdır. Evet, insan her bir şeyin en iyisini en güzelini düşünebilir, ya da ama öyle olduğuna inanır, hatta bunu herkesin içinde öylece anlatabilir de. Bakın, bununla ilgili aklıma küçük bir şey geldi de. İnsanda “büyük“ düşünceler var. Hem küçük, küçücük düşünceler de vardır. İnsanda irili ufaklı yüzlerce, hatta binlerce düşünce vardır değil mi?. İşte bazen en küçük, en basit, minnacık, gülünç bir düşünce, beklenmedik bir anda yıldırım hızıyla gelip de insanı etkisi altına alamaz mı? Ya o an, ondan sonra ki hayatı belirleyici bir an olamaz mı? Zaten şu hayatı da anlamış sayılmam. Bu durumda ne istediğimi bilemeyen bir haldeyim işte. Ama yine de kötü bir insan olmadığımı söylemeliyim size. Anlattığım şeylerden yola çıkarak benim kötü birisi olduğumu düşüneceğinizi tahmin ediyorum da...
Müsade ederseniz size bir başka şey daha söylemek isterdim? Yüzünüze baktığımda sorunu olan bir insana pek benzemiyorsunuz. Yüzünüz aydınlık sayılır. Mutlu olup olmadığınız tam anlaşılmıyor ama, yine de kötü sayılmaz. Evet, hiç de öyle değil. Umarım bu sözlerim için bana darılmıyorsunuz? Sizin yerinizde olmayı çok isterdim doğrusu. Çok sakin bir hayat sürdürüyor olduğunuzu tahmin ediyorum. Eğer sorununuz olmuş olsaydı, inanın ben bunu, yüzünüze baktığımda anlardım. Bakın benim yüzüme, iyi bakın. Yüzümden sorunlu biri olduğum ve biraz da mutsuz olduğum belli oluyor değil mi? Siz bir şey demeseniz de, kendim bunun farkındayım. Aynaya bakınca da anlaşılıyor zaten. Bir de, sizi bu şehirde yanınızda biriyle hiç görmüyorum. Belki bu bir tesadüf olabilir tabii. Yalnız yaşıyor da olabilirsiniz. Yalnızlık sanıldığı kadar kötü sayılmaz bence. Benim çoktan beri hiç arkadaşım olmadı. Arkadaş aradığım da yok. Zaten arkadaşlık kurmayı da beceremiyorum işte... Sizinle sohbet etmek iyi oluyor ama, yine de sizinle arkadaşlık kurmayı düşünmediğimi söylemeliyim. Böylesi daha iyi. Hem sonra siz de arkadaş aramıyorsunuzdur belki. Öyle değil mi?
Siz hiç anlatmıyorsunuz. Cevap da vermiyorsunuz bana? Anlıyorum. Belki konuşmak istemiyorsunuz benimle... Ama, beni dinliyor olmanız bile büyük bir saygı işidir benim için. Evet, önemli bir saygıdır bu. Sizin beni anladığınızdan eminim. Hatta bana hak vererebileceğinizi de düşünüyorum. Biliyor musunuz böyle sohbet herkesle olmuyor? Neyse... şey... hani...”
Ara sıra dalgınlıktan çıktıkça bir şeyleri duyuyordum, fakat bende hiç konuşma isteği yoktu. Ara da bir kendiliğinden, “ne olacak böyle?“ sorusu aklımdan gelip geçiyordu. Bu soru giderek beni rahatsız etmeye başlamıştı fakat, gittikçe daha da sık aklıma geliyor ve bazen bu soruyla dalıp gidiyordum. Onun bu durumdan rahatsız olduğu sezilmiyordu. Mutsuz yüzlü genç aralıksız konuşuyordu.
“İşte söylediğim gibi, arkadaşım dostum diyebilecek kimse yok sayılır. Ne var bunda demeyin? Nasıl olur bu demeyin? Nasıl olduğunu nereden bileyim ki? İşte her şey olabilirmiş hayatta. Evet, şu hayatta olmayacak bir iş yokmuş... Biliyor musunuz? Ara sıra size raslamak iyi oluyor. Sizi gördüğüme seviniyorum da. Ahh, bazen içimde bir şeyler öyle yanıyor ki, sade yanmıyor da, hem yanıyor hem de buz gibi donduruyor içimi. Ne yapacağımı bilemediğim bu şey, beni bir top gibi yerden yere vuruyor da elimden bir şey gelmiyor. Bazen bu durumum yarım gün sürüyor. Tam gün sürdüğü zamanlar da oluyor. O an dokunsalar hemen ağlayacağım. Az bir şey kendime hakim olamasam, inanın cadde ortasında kendimi yere atarak bağıra bağıra ağlayacağım. Bunu ne için yatığımı bilmeden yapacağım...
Bu durumum geçtikten sonra: Şaşırmış bir hayvan gibi, ne yöne gideceğimi bilmeden öyle dolaşıyorum...Belli bir süre, bir ara oluyor işte. Bu ara tamamiyle boş bir ara. Açıklık gibi, hafiflik gibi falan...
Bakın, sizinle konuştuğum gibi rahat ve açık konuşabilecek kimse yok, anlıyor musunuz?...”
O anlatıp dururken, ben bir ara tuvalete gitmek için oradan ayrıldım. Ayrılırken ona söyleyip söylemediğimi de tam bilmiyorum. Daha iki üç adım atınca çok içmiş olduğumu anlamıştım. Aslında ise beni sarhoş eden, içtiklerimden çok mutsuz yüzlü genç adamın bana anlattıklarıydı.
Merdivenlerden aşağı inerken neredeyse tepemin üstüne düşüyordum. Artık dengemi de kontrol edemez olmuştum. Hep bir şeylere küfür ettiğimi anımsıyorum. Kendimden tiksindiğimi, bu yaptığımın aptalca delilik olduğunu, kendimi gülünç duruma düşürdüğümü söylüyordum. Ara sıra karşımdan gelenler bana dikkatle bakıp gülüyorlardı. Anlaşılan içimden değil de sesli küfrediyordum. Merdivenlerden yukarı çıkarken de, koruluklardan tutunarak çıkabildim. Yukarıda durup kalabalığa baktığımda, her şeyi biraz sisli dumanlı gibi görebiliyordum. Bir de müzik ve sohbet sesleri duyuluyordu.
Zorlukla eski yerime geldiğimde, yüksek ve yuvarlak masaya dayanarak ayakta durabildim. Hemen ön tarafta kalabalık bir grup eğleniyordu. Gurupdakiler oldukça neşeli sohbet edip yüksek sesle kahkaha atıyorlardı.
Bir ara, kalabalıkta tam da seçemediğim o yüzlerin bana güldüklerini sanıyor, hatta buna kesin inanıyordum da. Evet, bunlar bana gülüyorlar, benimle alay etmek, aşağılamak için gülüyorlar, beni küçük düşürmek için gülüyorlar diye içleniyordum. Kahkahaları atan yüzler, birden etrafımı sarıyorlar, sonra gözümün önünde ki her şey dönmeye başlıyordu. Gittikçe daha hızlı, daha hızlı dönüyordu.
Nefes almakta güçlük çekiyordum. Sık sık tuvalete gittiğimi, bir de kendi kendime küfürler savurduğumu hatırlar gibiyim. En son giderken, küfür etmek istediğimde, dudağımı açamadığımı bile hatırlıyorum. Neden bu kadar küfür ettiğimi anlamış değilim.
Son hatırladığım, tuvaletten dönüşümde olmalı, Nasıl yerime geldiğimi de bilmiyorum. Ayakta zor durabiliyordum. Mutsuz yüzlü genç adam da orada yoktu. Buna hiç sevinmedim. Hatta çok canım sıkıldı ve üzüldüm de diyebilirim.
Ne yapacağımı bilemez bir durumdayken, o halimle, nedense kalabalığın içine doğru yürümeye başladım. Kimi aradığımı da bilmiyorum. Biraz sonra ise, omuzuma birisi vurarak beni durdurmaya çalıştı ve ayakta durmama yardım ederek, elindeki şapkayı bana uzattı. “Şapkanızı düşürdünüz alın, bu sizin şapkanız“ dedi. Şapkayı alırken, ne kadar dikkat ettimse de, o kişinin yüzünü seçemedim. Sesinden de kim olduğunu anlıyamamıştım. Gözlerim de iyi seçemez durumdaydı. Hatta ben, şapkamın olduğunu da unutmuştum. Hem vücudum hem de düşüncelerim sallanıyordu. Yürümeye çalışırken, sağ ayağım ağrıyor ve hafif de topallıyordum. Sanki her şeyi benim dışımdaymış gibi ceryan ederken,. ben kendimi bile kendi dışımdaymış gibi görüp hayelliyordum.
En sonuncusunu, tuvalete gidip gitmediğimi de tam olarak bilmiyorum ama, pis kokulu, soğuk, kuyu kadar derin bir yerde bulunduğumu sanıyorum. Birisinin bana, “yardım edeyim mi?“ diye seslendiğini zor anımsıyorum. Omuzumda mütiş bir acı vardı. Neler olmuşsa olmuş. Kendimi insan kalabalığının ortasında bulduğumu bile hayal meyal hatırlıyorum. Ama bütün o sesler, gürültüler, birinin beni ismimle çağırdığı da, hepsi çok uzaktan ve derinden geliyor gibiydi. Yüzüme birinin vurduğunu da anımsıyorum. Kalabalığın gürültüsü gittikçe yoğunlaşırken, beynim patlayacak kadar sancıyordu.
Sonra?...
Sadece üşüdüğümü biliyorum...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.