- 815 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ON KURUŞA BİR DÜNYA
ON KURUŞA BİR DÜNYA
Her sabah cebinde kalan son –hela- parasıyla berber dükkânına gelir, mangala üç beş avuç kömürü koyar, pasajın dışında çırayla tutuştururdu. Dumanı cadde boyunca uzanırdı köprübaşına doğru, esinti eşliğinde. Çarşı esnafından kimseler gelmeden bu işi bitirir, mangalı dükkâna alırdı mavi alevleri geçince. Baş ağrısı yapıyordu iyi yanmayan marsıklar, kor olmasını beklerdi.
Yıllardır kullanılmaktan altı zift bağlamış çaydanlığı yerleştirdi ateşe. Ilık suyla daha iyi köpürürdü sabun, sakalı da yumuşatıyordu.
Usturayı masatla bileyledi, yeterince keskin olup olmadığını anlamak için sol avucunu keser gibi sürerek denedi. Bu işleri kalfa yapardı hep, son yıllarda işler azalmıştı, kalfa da almaz olmuştu yanına. Küçük çırak çocukla idare ediyordu. Kalfanın aylığı, sağlık sigortası, primi derken kaldıramıyordu.
Hayat pahalılığı mı, zaman darlığı mı, artık herkes evde kendisi kesiyordu sakalını. Yeni çıkan köpükler, döner başlıklı jiletler. Gençler şimdi saç uzatmaya da başladı. “Erkek adama yakışmıyor ama moda olunca, şarkıcı Barış Manço gibi, Cem Karaca gibi olmasa da enseye dökülen, kulakları kapatan saçlarla dolaşalı kimse berber dükkânına uğramaz oldu.”
Günlük kazancı kuruşu kuruşuna denk geliyordu, hatta yetmiyor denebilir. Erkenden, horozlar öterken uyanmasına karşın çocukları da ayaklanmış olurdu. Okula gideni gitmeyeni dizilirdi karşısına. “Baba harçlık, baba defter parası, kalem parası, silgi parası!” Arkası gelmezdi isteklerin. İki cebini de ters çevirip gösterinceye kadar.
Pabuç gibi dışarı çektiği cep astarları iki taraflı dilini çıkarırdı çocuklara, güldürürdü hepsini. En inandırıcı gösteriydi, yoktan başka türlü anlamazlardı. Elindeki son parasıdır. “On kuruş da bana kalsın. Müşteri gelmezse hela param olur, altıma yapamam ya?”
Keyfi yerinde değilse kızar, söylenirdi: “Sikke mi kesiyorum, bugün siftah ettin mi diye soran yok!”
Allah bereket versin diye mırıldandı adam, kasaba doğru giderken. Bugünkü rızkını da doğrultmanın sevinciyle.
Etsiz yemek de bir şeye benzemiyordu, dupduru, yal gibi. Bol salçalı, nar ekşili, şöyle yerken her ısırıkta yağı beş parmağının arasından akacak içli köfte çekti canı. Geç kalmıştı bugün. Köftenin içine konacak kıymayı dünden almalıydı, ancak hazırlanırdı. Donması gerekiyordu bir gün önceden.
Evde biraz kuru fasulye varmış, akşamdan ıslamıştı karısı. Dört yüz gram kemikli et yeterdi, ilikli tarafından. Çocukları sever kemikleri somurmayı. Yanına biraz da çiğ köftelik et aldı yağsız yerinden.
Fileyi çırağın eline tutuştururken kısa bir not yazdı. Karısıyla sabah çıkarken bugün ne pişireceksin diye konuşmasına karşın her seferinde bir iki cümle karalardı erzakları gönderirken. Üç beş kuruş para yollar, onun da miktarını yazar, altını imzalardı notun. Evde tuz, biber, yağ gibi şeyler bitmiş olabilirdi.
Ekmeği çarşıdaki fırından alıp kendisi götürürdü. İncecik, çıtır çıtır tırnak ekmeği çıkardı öğle üzeri. Bakkalın bayat somununu sevmezdi.
Sabah karısıyla konuşurken söylemeden edemedi, “çiğ köfteyi şişirmeden yoğur, kuru fasulye diri olmasın, et ilik gibi pişsin!” Not kâğıdına da yazar, bununla yetinmez çırak tam köşeyi dönerken arkasından bağırırdı: “ Et ilik gibi olacakmış dersin yengene!”
“Yine sadece on kuruş param kaldı” diye düşündü eli cebine gidince. Çırak biraz büyüyüp eline makası alınca gönderecekti. Gitsin o da diğerleri gibi kendi köyüne dükkân açsın, ekmeğini kazansın. Büyük oğlan okula başlayacaktı bu yıl. Okul çıkışı uğrar, yardım ederdi ufak tefek işlere. Yaz tatillerinde de bütün gün kalırdı. Yemekliği eve götürür, dükkânı süpürür, müşterilerin omzunu fırçalar beş on kuruş kazanırdı. Karısı “Okutacağım çocuklarımı, ellerine makas verme!” diye sıkı sıkıya tembihlemese öğretirdi işi, çekirdekten yetiştirirdi. Okusunlar istiyordu, okusunlar da, hangi parayla?
Eve girerken ellerine saldırıp ekmeği kapışmaya başladı çocukları. Anne yetişip almasa sofraya bir şey kalmayacaktı. “Baba bu ekmek gazyağı kokuyor!” dedi büyük oğlan. Baba sinirlendi: “Pinti hergele! Üç kuruş verip beyaz kâğıt almıyor fırına. Gazete kâğıdına sarınca ne olacak, böyle kokar işte.”
Ağzını şapırdatarak iştahla yedi yemeğini. Her zamanki gibi “İki kere daha şokrayacaktı yemek, fasulye sanki biraz diri kalmış!” dedi. Bir fincan orta şekerli kahvesini höpürdeterek içti, divana uzandı. Gözlerini kırpıştırarak on beş yirmi dakika dinlenip çarşıya yollandı. “Hadi bana eyvallah!”
Kadın masayı toplarken akşama ne yapacağını düşünmeye başladı. “Çiğ köfteden kalanları tıp tıplayıp unlu yumurtaya bular, az yağda kızartırım. Yanına da mahlûta çorbası yaparım, olur.” Büyük çocukları okula yolladı. Bahçede, çeşme başında yıkadı bulaşık kapları. Siniyle mutfağa taşıdı. Bebeğin altını değiştirip beşiğine yatırdı, sallayarak uyuttu. Diğer iki oğlan ağaçların altında, küçük tahta makaralardan yaptıkları arabalarıyla oynamaya başladı.
Zahide gelmeden ortalığı süpürdü. Ayaklı dikiş makinesinin, büfenin, sehpaların tozunu aldı. Komşunun büyük kızı dikiş öğreniyordu yanında. Etek bastırıyor, sürfile yapıyor, ilik açıp düğme dikiyordu. Makine başına oturuyordu, düz dikişlerde. Biraz daha zaman geçerse prova etmeyi, kumaş biçmeyi de öğrenebilecekti. Eli yatkındı, hevesliydi de. “İyi oldu, işlerim hafifledi böylece”.
Küçük oğlan seslendi bahçeden: “Anne, kendi kendine konuştun!” Yalancıktan kızdı çocuğa. “Hadi oradan sende, götü boklu. Tosbağa olmuş da kabuğunu beğenmiyor!” Büyük oğlan karıştı lafa: “Ben de gördüm anne, başını sallayıp kendi kendine gülümsedin.”
“Gevezeliği kesin de çerçi gelince haber verin!” dedi. Düğme, fermuar, çıtçıt alacaktı diktiği elbise için.
Satıcılar genelde öğleden sonra geçerdi sokaktan. Bohçacı, kalaycı, eskici, nayloncu, hallaç, oduncu… Çerçide her aradığını buluyor, zırt pırt çarşıya koşmaktan kurtuluyordu.
Zahide’ye, çocuklara, kocasına ısmarlasa, ya rengini uyduramıyorlar düğmenin, fermuarın, ya da boyunu. Kafasına uygun olmuyordu çoğu kez. “Çocuğa iş buyur, arkasından sen git demişler!” Yine güldü kendi kendine, bereket bu defa görmediler. “Sümüklüler! Ana baba beğenmiyor şimdikiler de. Kurt kocayınca çakalın maskarası olurmuş!”
Beklesen hiçbirini bulamazsın. Sokaktan her biri ayrı telden çalarak geçiyor satıcısı, esnafı. Pamuk aaaat dııııı! Odun kırdıraaaan! Kalaycııı! Kap kalaylatan yok mu? Kalaycı geldi hanım! Bohçaciiii! Duzlu kemunlu nohut! Ne şeker bu şeker, elmalı şeker! Pamuklu şeker, horozlu şeker, bülbüllü şeker, bici bici, şalgam, turşu suyu, karsambaç, dondurma…
Annenin beyninde zonkluyordu sesler. “Sanki resmigeçit yapıyorlar, çocuğu uyandırmadan biraz iş yapabilseydim. Zahide de nerde kaldıysa, akşam olacak?”
Dışarıdaki şamata yetmiyor bir de oğlanlar başlıyordu. Horozlu şekerleri görünce ikisinin de aklı başından gitti. “On guruş! On guruş!” diye tutturdular. “Şimdi sofradan kalktınız, pekmez yediniz, evde reçel var” dese de tınmıyorlardı. Hele büyük oğlan incir ağacına asılmış, koca sesiyle bas bas bağırıyor. “On guruş!” diyor başka bir şey demiyor. Küçüğe annesinin attığı terlik denk gelince canı yanmış olacak, sesi kesildi. Tam o ara beşikteki bebek ağlamaya başlamaz mı?
Zahide göründü sokak kapısında. Şaşkın şaşkın bakmaya başladı iki oğlana. Küçüğün başını okşadı, büyüğüne takıldı: “Ne var ne bağırıyorsun öyle? Ayıp ayıp, koca adam oldun, şeker için ağlıyorsun!”
Oğlan hiç oralı olmadı. Anne bebeği emziriyordu, Zahide’ye seslendi. “Boş ver şu soytarıyı, gel sen içeri, dikişleri akşama yetiştirelim.” On guruş, on guruş diyen zırlama bitecek gibi değildi, Zahide dayanamadı taklit etmeye başladı, ama cevabını aldı sinirli oğlandan. “Ananın a…” Bozuldu Zahide, biraz kızdı: “Senin adın bundan sonra On guruş olsun öyleyse, tamam mı?”
Satıcıların başına toplaşan çocuklar duydu konuşmaları. Dönüp baktılar salya sümük ağlayana. Ellerini havada asılı görünce kızdırmak için: “Lan seni ağaca mı bağladı annen?” deyip, gülüştüler hep birlikte. Sonra da “On guruş! On guruş!” diye bağrışmaya başladılar. Oğlan çileden çıktı, ne için ağladığını unuttu. Sapanını kaptığı gibi çocukların peşine takıldı.
Sokak birdenbire boşaldı, ortalık sakinleşti herkes kaçışınca. Tek başına kalan oğlan söylediği küfürden utanmaya başladı. Eve dönemiyordu. Ayıp etmişti Zahide ablasına. Severdi, iyi davranırdı ona. Bir keresinde uçurtma yapmıştı. Kâğıttan kayık, zıplayan kurbağa, uçak yapardı her zaman. Gıdıklayıp güldürürdü hep…
Bayram yerine doğru yürüdü. Kaldırımın kenarına oturdu, eliyle tozları karıştırmaya başladı. Yerde bir gazoz kapağı gözüne çarptı. Toprağa gömülmüştü, parmağıyla kazıyıp çıkardı. O da ne? Kocaman bir para! Hem de yirmi beş kuruş! Avucuna aldı, iki tarafına da baktı. Evet, yanılmıyordu gerçek paraydı. Yirmi beş kuruş bulmuştu yerde. Gömleğine sürterek temizledi, parlattı. Gıcır gıcır olmuştu para.
Soluk soluğa eve koşmaya başladı.