Mükafat-ı Sabr
Bir sonbahar akşamı camdan havada usulca süzülen yağmur damlalarını izliyordum. Annem yediğimiz yemekleri topluyor, babam ise sobamızı yakıyordu. Birden dışarıdan sesler gelmeye başladı ve çok geçmeden kapımız hızlı bir şekilde çalındı, gelenler Osmanlı Akıncılarıydı. Babam: ’’Kaç Admetus’’ diye haykırdı. Kötü bir şeylerin olduğu babamın sesinden zahirdi. Hemen evimizin arka camından kaçmak istedim; lakin tam kaçacakken Osmanlı Akıncıları beni yakaladılar ve ata bindirip hiçbir şey demeden bir kulübeye götürdüler.
Etrafa baktığımda benim yaşlarımda bir sürü çocuk vardı. Bize yemek verip sabaha kadar burada beklememiz gerektiğini söylediler. Hepimiz tedirgin halde neler olduğunun farkına varmaya çalışıyorduk. Gecenin ilerleyen saatlerinde iki akıncının aralarındaki hasbıhâle kulak misafiri oldum. Bizden bahsediyorlardı. Dediklerine göre bizi Devlet-i Al-i Osman’ın Payitahtına yani eski adıyla Constantin’e Türklerin verdiği adla İstanbul’a götürüyorlardı bunu duyunca sanki Cehennem ben daha ölmeden yanıma kadar gelmişti. Son gücümle bağırdım:
-Beni götüremezsiniz, ailemden ayıramazsınız buna hakkınızı yok!
Akıncı:
-Bundan gayrı aileni, ecdadını unut evlat.
Bunları duyduktan sonra tek bir şey için pişmandım; neden bu Türklerin lisanını öğrenmiştim? Neden bu kadar çok o lisanı sevmiştim? Şüphesiz babamın bunda etkisi ziyadesiyle fazlaydı. Daha dört yaşındayken bana bu lisanı öğretti. Şimdi yanımda olsaydı ona soracağım yek sual vardı; bana bunları duymam için mi öğretmişti? bu cefalı günde aklıma eskiden Türk Lisanında yazdığım bir şiir geldi. Yanlış hatırlamıyorsam aynen şöyleydi:
Yaklaşıldığı vakit ruz-ı gama
Olur, çeşm cefadan a’ma
El Meded ya Rabbena
Gösteresin rah-ı saadeti bana
Vacip midir bahr-ı eşkte gark olmam
Habta mı nasip olacak yek cevrden kurtulmam
Yaktı şule cim ü canı her demde
İblis bile acır oldu halime
Bu leyl saçmaz oldu lema mah-ı sipihr
Sanmanız yok bugün sebebidir bunun kahr
Ol hadiseden belli değil mi halim
Kalacak mübtela-yı gam ismim
Acaba gerçekten bugün içime mi doğmuştu da bu dizeler ağzımdan süzülmüştü? Daha bunları söylediğimde okuma-yazma bile bilmiyordum. Tabiki okuma-yazma bilmediğimden ve Türk edebiyatı hakkında fazla bir malumatım olmadığı için bir vezni yoktu; lakin duyduğuma göre Türklerde Aruz Vezni diye bir vezin varmış. Aruz Vezni Divan Edebiyatı’nda kullanılırmış. Bu edebiyat öyle bir edebiyatmış ki insan bir beytini dinledi mi bir daha onu unutamazmış. Duyguların ifade edilişi de çok farklı ve güzelmiş. Seven dildarın ruhsarında kaderini görürmüş. Ben onları bu eşi benzeri görülmemiş edebiyatlarından tanıdım. Lakin neden Türkler beni ailemden ayırmıştı?
Yolumuza devam edip yine bir yere vardık, geceyi burada geçireceğimizi söylediler. Bunu duyduktan sonra bizimle dalga geçtiklerini düşünmüştüm, öfkelenip bir akıncaya vurmaya yeltendim ve beni tuttu elini kaldırıp saçımı okşadı dedi ki: Evlat, yaşadıkların kolay değil lakin sabretmen lazım ancak o zaman hayatın cefasına karşı muvaffak olursun der bizim kutsal kitabımız. Bu olanlara karşı şaşırmış kalmıştım ben ona elimi kaldırıp vurmaya yeltendim, o ise bana şefkatle karşılık verdi, bu nasıl bir şefkatti? Türkler belki gerçekten edebiyatlarındaki gibiydiler lakin ben yine de soğuk şeblerdeki validemin sıcak tenini, yaşadığımız yerde ilme yer yok iken babamın bana hayatta ilim için yaşa demesini özledim. Ve güneş doğduğunda yola koyulduk. Yolda Alina isimli biriyle tanıştım Alina’da benim gibi İstanbul’a geliyordu fakat o zorla getirilmemiş kendi isteğiyle gelmişti. Benim halimi görünce bana dedi ki: ’’Merak etme bize bir şey yapmayacaklar, belki aramızda hayatı boyunca çalışsa sahip olamayacağı mevki ve paraya sahip olacak kişiler var dedi. Bunlar beni az da olsa rahatlatmıştı.
Günlerce gittikten sonra yolumuz az kaldı ben çok heyecanlı ve kederliydim acaba beni nereye götüreceklerdi kime vereceklerdi? Fasılasız bunları düşünerek yolu tamamladım.
Beni bir Türk ailenin yanına verip bir süre burada yaşayacağımı söylediler. Bu aile çok zengindi, benim yaşlarımda iki çocukları vardı. Onlarla zamanımızı geçiriyorduk. Efendim bana annemi özlettirmemeye çalışıyor, anne şefkati gösteriyordu fakat bu aramızdaki efendi bende ilişkisini hiçbir vakit değiştirmiyor ve dahi acınacak olan halimi bana âbgine misali gösteriyordu. Bu aile bana yeni bir isim verdi, bu isim azmeden kararlı kişi anlamına gelen Tulgar idi. Bana bunu vermelerinin sebebi hiçbir zaman isyana düşmeden azmedip başarmammış. Lakin bir gün efendimizin oğlu yaramazlık yaptı ve ona annesinin kızacağını söyledim. O da bana dedi ki: ‘’ Annemin kızıp kızmayacağın nereden bileceksin ki senin bir annen bile yok!’’ O anda öyle bir duygu kapladı ki tüm vücudumu ne hissettiğimi anlayamıyordum lakin tek bir şey biliyordum isyan etmeden sabretmem gerektiğini ancak azmimin sabrettikten sonra açığa çıkacağını. Bu ailenin yanında Müslüman’da olmuştum, Osmanlıların tabiriyle bundan kelli Gayrimüslim değildim.
Hadiseler birbiri ardına gerçekleşirken yeni bir haber aldım artık burada yaşamayacakmışım, Acemioğlanlar Ocağı’na gidip orada bir süre kalmam gerekiyormuş, ama ne yazık ki orada da bir süre kalacağım. Ailemden ayrıldığımdan beri sabit bir yerde kalamıyorum. O akıncının dedikleri ve yaptıkları aklımdan çıkmamasına rağmen acaba dalga mı geçiyorlar düşüncesi de mütemadiyen dimağımı meşgul ediyordu. Lakin aklıma koymuştum; bütün bu zorluklara sabredip akabinde azimle çalışarak büyük bir asker olacaktım. Acemi oğlan Ocağı’na gittiğimde cengâverliğime herkes hayran kalmıştı ve bunun yanında ilmime de. Ama ben hakkında anlattıklarından mütevellit sadece sultanı merak ediyordum, dediklerine göre son günlerini yaşıyormuş. Nasıl biri diye sual ettiğimde zalim diyen de vardı, hayatını Hakka ve adalete adamış büyük bir hükümdar diyen de vardı. Kesin bir cevap alamayınca daha da fazla merak salmıştım. Acaba Sultan Selim nasıl biriydi? Nasıl biri olduğunu bilmiyordum lakin tek bildiğim yüce sultanın şahadet şerbetini içmeye hazırlandığı.
İnsanlar doğar, büyür ve ölür; kimisi ölümden büyük bir haz duyar; kimisi korkar. Bu hususta Mevlana Celaleddin Rumi Hazretlerinin şu sözü zinhar aklımdan çıkmaz:
Mezar, hapis gibi görünür, Ama o, canın kurtuluşudur.
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi?
Ne diye insan tohumundan şüpheye düşüyorsun?
Bu arada Yeniçeri olma vaktim gelmişti, inanamıyordum hayalim gerçekleşecek korkusuz bir cengâver olacaktım.
Allah, Allah, illallah
Baş üryan sine püryan
Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran
Kulluğumuz padişaha ayan
Üçler, yediler, kırklar
Gülbengi Muhammedi
Nur-ı Nebi
Kerem-i Ali
Pirimiz, sultanımız
Hünkâr Hacı Bektaş Veli
Demire devranına hû diyelim...
Huuuu...
Yoldaşlarımla birlikte gece gündüz talim yapıyorduk, kim durabilir ki ölmeyi başlangıç sayan yiğitlerin karşısında? Fakat seferden, cenk etmekten başka da aklımda olan şeyler vardı. Yeniçeri Ocağı’na gelirken bir dilber görmüştüm, aradan tam bir yıl geçtiği halde onu düşündüğümde kalbim çıkacak gibi atıyor aman Allah’ım o nasıl bir güzellikti öyle şeb-veş zülfüyle, kaş-ı yayıyla, serv-i hıramanıyla mest etti beni. Hangi rüyamda onu görmesem o rüya kabus olur bana, hangi yaz onu düşünmesen o yaz fırtınalı bir kış olur bana!
Müptela oldum bu âlemde bir dilbere
Mutluluk kaynağım duruyor onun zülfünde
Ya Rab! Bana Mecnun-veş gam-ı aşk ver
Ayırma beni aşktan zira gönlüm bunu ister
Bu cihanda bütün âşıkların kaderi aynı mıdır? Daima cananlarının eşiğinde bülbül gibi feryat mı ederler? Bela-yı aşkın beni mahvettiğini zannederken yeni bir şair tanıdım, onun beyitlerini okudukça beni yok ettiğini sandığım aşk belasından keyif almaya başladım. Şöyle der koca şair Fuzuli bir beyitinde
Aşk derdinden olur âşık mizâcı müstakîm
Âşık un derdine dermân itseler bîmâr olur
Çok yaşa Fuzuli!
Bir haber aldım Sultan Selim Han Hazretleri şir-pençe hastalığından Hakk’a kavuşmuş, onun yerine Şehzade Süleyman Hazretleri tahta çıkmış. Dediklerine göre babası gibi cesur bir o kadar da zeki biriymiş, lakin benim sadece bir sultanım, efendim var o da kalbimde duruyor başka sultana ne hacet.
Ey! Sultanım, benim yüce sahibim
Can verdin bana seni düşündüğümde dirildim.
Sana hayran kalıp oldum yanında efendi,
Sen yokken oldum yalnız kalmış Bedevi!
Ve yazlar kışlar, rûzlar, şebler geçmişti, Yeniçeri Ocağına gireli tam beş sene geçmişti. Sefer vakti de gelmişti, lakin ocağa ilk girdiğim günler gibi heyecanlı değildim hatta heyecanımın yerini cevr ü cefa almıştı. Zaten aileden, sevgiliden, doğduğun yerden uzak bir hayat nasıl geçer ki. Artık bu alemde beni mutlu eden tek bir şey var o da ebre baktığımda efendimin gül-i ruhsarını görmek, ama sabredip dayanmalıyım. Ben bunları düşünürken Yeniçeri Ağası geldi ve aramızda şu konuşma geçti:
Ağa:
-Asakir-i Muhammedi, cenk etmeye hazır mısınız?
Yeniçeriler hep birlikte kılıçlarını çekerek:
-Beli, Allah-u Ekber!
Anlaşıldığına göre savaş vakti gelmiş Belgrad’a sefere gidiyorduk bunu duyunca içimi bir keder kapladı, ya dönemezsem, ya bir daha afet-i canımı göremezsem; nice olur halim? Bu kederli günlerde beni rahatlatan tek şey İstanbul’a gelirken tanıştığım Alina’yı görmem. O da sefere geliyordu yani yoldaşım olacaktı. Vakit geldiğinde ahalinin duaları eşliğinde ocaktan çıktık ve yola koyulduk. Yolda kimi kederli, kimi ıydgehe gider gibi mutluydu. Ben ise acı çekiyordum dayanmayacağım dediğim anda aklıma akıncının dedikleri geliyor ve daha güçlü kalkıyordum.
Alina:
-Admetus benim bu âlemdeki yek karındaşım ne düşünürsün öyle?
Admetus:
-Hayatın çektirdiği ezayı düşünüyorum Alina.
Günler geçti ve cenk meydanına vardık, bizden önce gelen akıncılar kafiri hayli yormuştu. Vardığımızda hemen cenk etmeye başladık. O anlar gözümün önünden gitmiyor, en çok da karındaşım Alina’nın kellesinin kopup önüme düşmesi. Kafir karındaşımın narin boynunu bir kılıç darbesiyle koparmıştı. Bundan mütevellit bir an kendimden geçtim, önüme gelen ilk düşmanın kalbini söktüm. Her tarafım kan içindeydi. Masumluğumuzun kaybolduğunu o anda anladım ve kalenin kendini savunamaz hale geldiğini anladığımda yüce Osmanlı Sancağı’nı alıp önümdeki her şeyi paramparça ederek sancağı en yüksek yere diktim. Kale düşmüş artık Belgrad Osmanlı tebası olmuştu. Herkes sevinç içerisindeydi ve sancağı ben diktiğimden mütevellit sultanımız beni otağına çağırdı.
Kanuni Sultan Süleyman:
-İsmini bağışlar mısın yiğidim?
Tulgar:
-Tulgar haşmetlim.
Kanuni Sultan Süleyman:
-Benden mukafat olarak ne istersin?
Ne diyeceğimi bilemedim lakin çok geçmeden karar verdim.
Tulgar:
-Hünkarım, aklımda bir şey var lakin imkansız bir şey.
Kanuni Sultan Süleyman:
-Neymiş o?
Tulgar:
-Cananımı isterim hünkârım, lakin bir Yeniçeri’nin evlenmesinin yasak olduğu herkesin malumu.
Kanuni Sultan Süleyman:
-Öyleyse artık Yeniçeri değilsin. Sana bir çiftlik ve bir miktar para verilecek. Git özgür bir şekilde yeni hayatını kur.
Tulgar:
-Hünkârım ciddi misiniz?
Kanuni Sultan Süleyman
-Bre gafil benim sözümün emir olduğunu bilmez misin?
Tulgar:
-Bağışlayın hünkarım.
Ve o andan sonra hemen İstanbul’a gelip efendimi buldum, ama bir sorun vardı. Onun beni tanıyıp tanımadığını bilmiyordum. Ama çok geçmeden onun da beni tanıyıp ve sevdiğini anladım. Meğer o da onu gördüğüm sırada beni görmüş ve tutulmuş. Evlendik ve akabinde çiftliğimize yerleştik. Bütün cefalarım bitmiş ve yerini büyük bir saadet almıştı. Akıncının dediklerini o zaman anladım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.