- 1185 Okunma
- 6 Yorum
- 1 Beğeni
Kar Taneleri
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Kudretli bir elin binlerce farklı motife bürüdüğü kar taneleri akşamın karanlığında sokakları adeta beyaz bir ipek atlasa bürüyordu.
Bu görüntü yılbaşı gününe nede çok yakışıyordu. İstanbul’un en işlek caddelerinin birinde insanlar neşe içinde alışveriş yapıyor, poşetlerindeki birbirinden güzel yılbaşı hediyeleriyle evlerine doğru tatlı bir telaşla koşuşturuyorlardı.
Bu manzaraların hemen yanı başında, eski bir binanın paslanmış saçakları altında bir çift masum göz bu koşuşturmaları imrenerek seyrediyordu. Bu gözlerin sahibi, minik ellerine üşümemek için giydiği yırtık çoraplarla müşteri bekleyen Yusuf’tu, yani boyacı Yusuf...
İnsanlar bugünün verdiği mutluluğu yaşarken, Yusuf’un içinde büyük bir korku vardı! Sabahın erken saatlerinden beri aralıksız kar yağıyordu ve bu yüzden kimse ayakkabısını boyatmak istemiyordu. Yusuf para kazanmadan eve gitmek istemiyordu, çünkü üvey babası para getirmedi diye hem onu, hem de kendisini korumak isteyen annesini hep olduğu gibi yine dövecekti.
On yaşındaydı Yusuf. Babası üç sene önce bir kazada ölünce, annesi yeniden evlenmişti. İlk zamanlar her şey çok kötü gitmese de, bir zaman sonra üvey babası eve sürekli sarhoş gelmeye başlamış ve hem annesini hem de Yusuf’u sürekli tartaklar olmuştu.
Yusuf çaresizlik içinde boya sandığını omzuna alıp, üzerine yağan kar tanelerine aldırmadan eve doğru yürümeye başladı. Gün boyu doğru dürüst bir şey yememişti. Yoldan geçerken bir lokantanın önünde durdu. İmrenerek içeri baktı. Yutkundu. İçeride yemek yiyen insanları içi giderek izlerken bir an yüzü kızardı! Sınıftan bir arkadaşıyla babası içeride yemek yiyorlardı. Olduğu yerde büzüştü, küçük omuzları düştü. Hemen kendini gizledi. Artık okula da gitmiyordu, bu yüzden arkadaşlarıyla yüz yüze gelmekten de çok utanıyordu. Üvey babası sırf okula gitmek istediği içi onu kaç kere hırpalamış, bütün kitaplarını, kalemlerini de sobada yakmıştı.
Tam bu sırada lokantanın önüne bir ekmek arabası geldi. Şoför arabadan hızla inip hızla iki kasa ekmeği, lokantanın kapısına bırakıp gitti. Yusuf sıcacık ekmeklere öylece baka kaldı.. O sırada ekmeklerin biri kasadan kayarak karların üzerine düştü. Yusuf hemen koşarak ekmek ıslanmasın diye onu yerden aldı. O an ekmekleri almaya gelen komi Yusuf’u elinde ekmekle görünce;
"Lan adi velet, utanmıyor musun sen ekmek çalmaya" deyip Yusuf’a sertçe bir tokat attı. Yusuf acıyla yere savruldu! Bu arada yere düşün boya sandığı darmadağın olmuştu. Yusuf bir yandan ağlayarak boya sandığının parçalarını topluyor, bir yandan da acıyan yüzünü tutuyordu.
Lokantadaki çocuğun kendisine tokat atmasını nedenini anlayamıyordu bir türlü, halbuki düşen ekmeği yemeyecekti ki, ıslanmasın diye sandığa geri koyacaktı.
Minik başını öne eğip yerdeki karlara amaçsızca vurarak yürüyor, bir yandan akan gözyaşlarını siliyordu. Eve gitmeyi hiç istemiyordu. Gene üvey babasından dayak yiyecekti. Hele sandığı böyle gördüğünde atacağı dayağı düşündükçe eli ayağı tir tir titriyordu. Ama başka nereye gidebilirdi ki? Gidecek hiç bir yeri yoktu akşamın bu karanlık ve soğuğunda. Üzerine yağan ve saçlarını bembeyaz yapan karlara aldırmadan gayesizce yürümeye başladı.
Yürürken bir parkın yanına geldi. Parka baktı. O an minik yüreği hızla çarpmaya başladı!
Aklına ölen babası geldi, onu hep böyle parka getirirdi. Babasını şimdi o kadar çok özlemişti ki elindeki boya sandığını fırlatarak, “ Baba, baba “ diye haykırmaya ve delice parka koşmaya başladı. Sanki babası orada onu bekliyormuş gibiydi. Acılara bürünmüş minik yüreği onu şimdi yanındaymış gibi hissetti. Babasının öldüğü gerçeğini şu an asla kabul etmek istemiyordu.
Kendini bir anda girdiği bu mutluluk düşüne öylesine kaptırmıştı ki, şimdi eskiden olduğu gibi babasıyla el ele parka gelmiş gibi hayal etti... Evet, babasıyla oynuyor gibiydi, tıpkı yıllar önce olduğu gibi. Şiddetle yağan kara aldırmadan kaydıraktan kayıyor, üzeri kalınca bir kar tabakasıyla kaplanan salıncakta sallanıyordu. Her şeyden önemlisi şu an canı babası onunlaydı. Belki babası şimdi kendisiyle konuşmuyordu, ama olsun sürekli kendisine gülümseyerek bakıyordu ya…
Küçük Yusuf kendisini bu mutluluk oyununa o kadar kaptırmıştı ki, ancak uzun bir süre sonra çok yorulduğunu hissetti. Minik elleri üşümeye başlamıştı. Eldiven diye taktığı ve artık üzerinde küçük buzların olmaya başladığı yırtık çorapla oradaki bir bankın karlarını temizleyip oturdu.
Çok üşüyordu artık. Babasına baktı. Babası ona tebessüm ederek yavaş yavaş gökyüzüne doğru yükseliyordu artık. Ona gülücüklerle el salladı. Yıllar sonra ilk kez bu kadar mutlu olmuştu. Oturduğu yerden, gözüne düşen kar zerreciklerine rağmen babasını son kez görmek için ısrarla gökyüzüne bakmaya başladı. Bir an yüzüne düşen kar taneciklerini babasının kendisine gönderdiğini düşündü ve onları tek tek yakalamaya çalıştı. Ama, uzun süredir aç kalan küçük bedeni artık iyice halsizleşmişti. Bu arada çokta uykusu gelmişti. Banka uzandı. Babasının gönderdiği kar tanelerini artık yakalayacak gücü yoktu.
Yakalayamadığı kar taneleri onu beyaz bir örtü gibi şefkatle örtmeye başladı. Huzurluydu artık. Üşümüyordu da. Gecenin yarısına doğru, küçük mutlu bir kalp, çok özlediği babasının gönderdiği kar taneleriyle oynaya oynaya, göğe doğru yükselmeye başladı. Artık onu döven bir üvey babası olmayacaktı, O artık gerçek babasıyla dilediği gibi oyunlar oynayabilecekti…
YORUMLAR
Kibritçi Kız'ı okumuştum küçükken Dünya Klasikleri'nden... çok etkilemişti beni ki hala etkisindeyim. Sizin yazdığınız da bu yaşta yine aynı etkiyi yarattı.Duygular ve çağrışımlar hüzünlendirdi, düşündürdü.Hayatın gerçeği,insanın insana ettiğini hiçbir varlık diğerine etmiyor...
Güne düşen yazınızı kutlarım
Saygılarımla